Kabil’in Düşmesi ve ABD’nin Çekilme Fiyaskosu Ne Anlama Geliyor?
Utku Kızılok, 21 Ağustos 2021

“Aşındırıcı çıkmaz” tanımlaması, ABD emperyalizminin Afganistan’da verili durumu sürdürmesinin her geçen gün nasıl zorlaştığını ortaya koymaktadır. Kuşkusuz ABD hâlâ emperyalist sistemin hegemon gücü konumundadır ama hegemonyası artan ölçüde aşınmaktadır. ABD’nin emperyalist savaş sahasında tek başına oyun kuran ve tüm süreci istediği gibi şekillendiren bir güç olduğunu düşünmek büyük bir yanılgı olur. Afganistan’da karşı karşıya kalınan bu durum ile ABD’nin giderek daha fazla aşınan hegemonyası ve Amerikan egemen sınıfının dünyaya tepeden bakan kibirli tavrı arasında dolaysız bağ vardır. Üstelik bu çekilme fiyaskosunun Biden’ın “Amerika geri döndü” çıkışından sonra yaşanması da manidardır.

Taliban’ın Kabil’e girmesiyle merkezi hükümet çöktü, Cumhurbaşkanı Eşref Gani bavullar dolusu dolarları da yanına alarak yurtdışına kaçtı ve ülkede belirsizliklerle dolu yeni bir süreç başladı. Merkezi hükümetin çökmesi ve ABD ile Batılı ülkelerin konsolosluk çalışanlarını tahliye etmeye girişmeleriyle birlikte, binlerce insan Taliban zulmünden kurtulmak için havaalanına akın etti. Afganistan’dan kurtulmak ve mümkünse Batı ülkelerine gitmek isteyen bu insanları havaalanı etrafına çekilmiş duvar ve dikenli teller de durduramadı. İnsanların uçaklara binmek için birbirini ezdiği, hareket halindeki uçaklara tutunmaya çalıştığı ve bu sırada kimilerinin düşerek öldüğü kaos manzarası, insanlık açısından bir trajedidir. Bu manzara insanın korkunç ölçüde aşağılanması, alçaltılması ve zavallı duruma düşürülmesidir. Elbette ortaya çıkan bu trajedinin sorumlusu ABD emperyalizmidir.

20 yıl önce dönemin Bush yönetimi Afganistan’a karşı başlattığı savaşı “kalıcı özgürlük operasyonu” olarak tanımlamıştı. Gerçeklerin tepetaklak edilmesi, ölüm ve yıkımın özgürlük olarak sunulması emperyalizmin fıtratıdır. ABD ve Batılı emperyalistler “demokratik ve özgür bir Afganistan” inşa edeceklerini iddia ediyorlardı. Fakat tam tersi oldu; 20 yıl sonra arkalarında bir cehennem ve geleceğinin daha da karanlığa döndüğü bir ülke bırakıp gittiler. ABD ve Batılı güçlerin panik içinde konsolosluklarını boşaltarak çalışanlar ile askerlerini tahliye etmeleri ve gizli evrakları yakmalarıyla ortaya çıkan kaçış manzarası dünyanın gözü önünde tarihe geçti. ABD’nin imajının zedelenmesi ve güvenilirliğinin daha fazla sorgulanması bakımından, kuşku yok ki Afganistan’daki başarısızlığın ve söz konusu manzaranın önümüzdeki dönemde emperyalist rekabette önemli yansımaları olacaktır. 

Önce Afganistan ve akabinde de Irak’ı cehenneme çeviren ABD’nin amacı, “önleyici savaş stratejisi”ni devreye sokarak ve emperyalist savaşta ön alarak rakiplerini güçlenmeden durdurmak ve önlerini kesmekti. Fakat aradan geçen yıllar içinde Çin muazzam bir ilerleme kaydederek dünyanın ikinci süper ekonomik gücü konumuna yükseldi ve ABD’nin karşısına dikildi. Beri taraftan uzun yıllar SSCB’nin çöküşünün getirdiği sorunlarla boğuşan Rusya, toparlanıp emperyalist savaş sürecine müdahil oldu ve Suriye’de gördüğümüz üzere ABD’nin planlarını bozdu. SSCB’nin çökmesiyle hegemonyası daha fazla sorgulanan ABD emperyalizmi, başlattığı savaşla süreci tersine çeviremediği gibi hegemonyası artan ölçüde aşınmaya devam etti ve hegemonya krizi gitgide daha fazla derinleşmeye başladı. Bu koşullarda ABD emperyalizmi için eski planları değiştirmek ya da savaş stratejisini yeniden gözden geçirip güncellemek bir zorunluluktu. Nitekim ABD Obama döneminden bu yana Asya Pasifik’e yani Çin’i kuşatmaya odaklanan bir strateji izliyor ve bu doğrultuda adımlar atıyor. Esasında uzun zamandır sürdürülemeyecek noktaya gelmiş Afganistan’daki işgale nihayet son vermek zorunda kalması da, ABD’nin Çin’i kuşatma ve bölgeyi istikrarsızlaştırma hedefinden bağımsız değildir. 

İran, Rusya hinterlandı ve Çin’in kesiştiği bir noktada bulunan Afganistan’ı 20 yıl önce işgal eden ABD, arzu ettiği koşulları yaratamamıştır. Kuşkusuz ABD emperyalizminin birinci hedefi emperyalist paylaşıma konu olan coğrafyalardaki siyasal rejimleri ve o güne kadar oluşan dengeleri yıkmaktır. Ne var ki bu yıkımın ardından şu ya da bu ölçüde söz konusu ülkede istikrar sağlanamaz ve dünya kapitalizmine entegrasyon süreci ilerletilemezse kalıcı nüfuz da kurulamaz. Bu açıdan, Irak’tan Afganistan’a ABD emperyalizminin durumu başarısızlıktır. Kaosun sürdüğü Irak’ı büyük ölçüde İran’a kaptıran ABD, Afganistan’da da bir düzen kuramamıştır. ABD açısından Afganistan, sonsuz savaş diye kodladığı emperyalist savaşta rakiplerini kuşatmak ve sıkıştırmak için önemli bir kesişim noktasıydı. Burada emperyalist savaş makinesinin yıkıcı gücüyle istikrarlı, ekonomik olarak gelişen ve dünya pazarına entegre olmuş bir ülke inşa etmeyi planlıyordu. Böylece ABD emperyalizmi hem burada nüfuzunu kalıcılaştırıp derinleştirebilecek hem de sürdürdüğü savaşı bu yolla meşrulaştırabilecekti. Ancak kibirle yoğrulmuş bu plan daha ilk günden Afganistan’daki gerçeklerin duvarına çarpıp parçalanmıştır.

Emperyalist güçler, savaşın yoğunlaştığı ilk üç ay boyunca büyük bir yıkıma yol açmakla kalmadılar, bunu izleyen on yıllık dönemde Afganistan’da adeta taş üstünde taş bırakmadılar. Yoksul halk kitleleri Taliban, NATO bünyesinde 100 bin kişilik askeri varlığa sahip emperyalist güçler ve işgalden sonra kurulan kukla iktidar arasında sıkışıp kaldı. On binlerce yoksul Afganlı yaşamını kaybederken, çok daha fazlası yaralandı, sakatlandı ve yüz binlerce insan evini terk etti. Zaten o güne kadar iç savaşlarda bitap düşen Afganistan’ın yoksul halkı, emperyalist yıkım sonucunda Ortaçağı aratacak bir yaşama mahkûm edildi. Savaşın ilk döneminde güç kaybeden Taliban, zamanla tekrar güçlenerek yerli ve emperyalist güçlere ağır kayıplar verdirmeye başladı. İşgalin 10. yılında yaptığımız değerlendirmemizde bugünkü süreci yaratan koşullara şöyle değinmiştik: “Emperyalist müdahale sonrasında Hamid Karzai başkanlığında kurulan hükümet aşiret önderlerinden meydana gelen bir koalisyondur ve son derece kırılgandır. Sürece savaş ağası haline gelen aşiret liderlikleri arasındaki çelişki ve sürtüşmeler damgasını basmaktadır. Beri taraftan hükümeti oluşturan güçler ile Taliban ve onun arkasındaki örgütlerin kapışması söz konusudur. ABD öncülüğündeki emperyalist koalisyon ise, bir taraftan Karzai yönetimine yol aldırmaya çalışırken, öte taraftan da Taliban’ın artan saldırıları karşısında çıkış aramaktadır.”[1] Nitekim ABD emperyalizmi daha o zaman yani 2011’in sonunda askerlerini Afganistan’dan çekeceğini açıklamak zorunda kalmıştı.

O günden bugüne, aradan geçen on yıl boyunca yukarıdaki durum değişmedi. Tersine, işgal altındaki derme çatma devlet yapısını elinde tutan egemen kesimler arasındaki kriz derinleşti. Merkezi hükümet, ordu ve polis Peştun, Tacik, Hazara, Özbek vb. etnik gruplar temelinde bölünürken, savaş ağaları iktidardan daha fazla pay kapmak ve ekonomik kaynaklara el koymak üzere kıran kırana mücadele ediyorlardı. Taliban dışında kalan egemen sınıf kesimleri uyuşturucu ticaretinin kontrolü ve kaynakların paylaşılması konusunda kavgaya tutuşurken, halk yoksulluktan kırılıyordu. Mesela iki hafta önce Taliban’ın ele geçirdiği Özbek savaş ağası Raşid Dostum’un altın varaklı sarayının görüntüleri, Afganistan’daki kaynakların nereye aktığı ve halkın neden sefalet içinde kıvrandığı hakkında fikir veriyor. Gerçek şu ki ABD’nin işgali altında kurumları oturmuş, merkezileşmiş, istikrar kazanmış ve belirli ölçülerde de olsa burjuva hukuk sisteminin çalıştığı bir devlet yapısı inşa edilememiştir. Emperyalist işgal, Taliban’ın sürdürdüğü savaş, yolsuzluğa gömülen merkezi hükümetin halkın sorunlarıyla ilgilenmemesi, tersine asker ve polis şiddetinin artması halkı bıktırmıştır. Nitekim 2019’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerine 2 milyondan az insanın katılması, hem egemen kesimler arasındaki kavganın derinliğini hem de halkın göstermelik seçimlere ilgisizliğini gösteriyordu. Oysa 2014’teki seçimlere katılanların sayısı 8 milyondu. Fakat yıllar içinde yolsuzluk, yozlaşma ve egemen kesimler arasındaki kavganın derinleşmesine bağlı olarak halktaki ilgisizlik büyüdü.  

2014-16 arasında ABD’nin Kabil büyükelçisi olan P. Michael McKinley, Afganistan’da Hepimiz Kaybettik (We All Lost Afghanistan)[2] başlıklı makalesinde 2013’ten sonra Taliban’ın güç kazandığına ve her yıl giderek daha fazla güçlendiğine dikkat çekiyor. Bu dönemde Amerikalı sivil ve asker yöneticilerin dilinden “aşındırıcı çıkmaz” tanımlamasının düşmediğini belirtiyor. Taliban liderlerinin öldürülmesinin ve 2018-19’da NATO bombardımanının en ağır boyutunu almasının da gidişatı değiştirmediğini söylüyor. “Aşındırıcı çıkmaz” tanımlaması, ABD emperyalizminin Afganistan’da verili durumu sürdürmesinin her geçen gün nasıl zorlaştığını ortaya koymaktadır. Yine McKinley, Afganistan gerçeğinin yanlış okunduğunu, sürekli hata yapıldığını ve ulus inşa etme (nation building) hedefinde başarısız olduklarını itiraf ediyor. Özetle 2400 askeri ölen ve 20 bini yaralanan, bir trilyon dolar harcayan ama bir düzen kuramayan ABD için Afganistan’da işgali ve savaşı sürdürmek, Çin’i kuşatırken aynı anda burada enerji kaybetmek pek akıllıca değildi.

Halkın devlet kaynaklarının savaşa harcanması tepkisini oya tahvil etmek isteyen Trump’ın sonsuz savaşa son vereceğini ve Afganistan’daki askerleri eve getireceğini açıklamasının ardında işte bu gerçeklik vardı. Nitekim Asya Pasifik’e odaklanma stratejisinin bir parçası olarak ABD’nin enerjisini emen Afganistan’ı terk etmek üzere Mart 2019’da Taliban’la resmi görüşmeler başlatıldı. Şubat 2020’de “Katar’ın başkenti Doha’da imzalanan «Afganistan’a Barışı Getirme Anlaşması»na göre Taliban, El Kaide ile ilişkilerini kesecek, kontrol ettiği alanlarda terör örgütlerinin faaliyetlerine izin vermeyecek, ülkedeki yabancı güçlere ve üslere saldırmayacak, Taliban ile Kabil hükümeti arasında ateşkes ilan edilip barış görüşmeleri başlayacak, mahkûmlar karşılıklı olarak serbest bırakılacaktı. Buna karşılık ABD Taliban’a yönelik yaptırımlarını kaldıracak, üslerini kapatacak ve 1 Mayıs 2021’e kadar askerlerini ülkeden çekecekti.”[3] Biden yönetimi de Trump’ın altına imza koyduğu bu anlaşmayı izleyerek Nisan ayında ABD’nin Afganistan’dan çekileceğini açıkladı.

Çekilme sürecinin tam bir fiyaskoya dönüşmesi üzerine açıklama yapan Biden, hiçbir zaman ulus inşa etmek gibi bir dertleri olmadığını ve esas hedeflerinin terör saldırılarının önüne geçmek olduğunu söyleyerek ABD’nin başarısızlığını gizlemeye çalıştı. Aynı konuşmasında Biden, Rusya ve Çin’in ABD’nin Afganistan’da kalmaya ve milyarlarca dolar harcamaya devam etmesini tercih ettiklerini de söyledi. Geçerken belirtelim ki savaş, emperyalist devletler için yalnızca para harcamak değildir; askeri sanayi kompleksinin harekete geçirilmesi, artan üretim, ekonominin canlandırılması ve başta silah tekelleri olmak üzere kapitalist şirketler için muazzam kâr demektir. 20 yılda harcanan bir trilyon doların tekellerin ve onlarla iç içe geçmiş askeri aygıtın tepesindekilerin cebini doldurduğu açıktır. Meselenin bu boyutunu bir kenara koyarsak, Biden, Rusya ve Çin karşısında ABD’nin enerjisinin önemli bir kısmını Afganistan’a harcamasının emperyalist rekabette ona güç kaybettirdiğini söylemek istemektedir. Tam da bu yüzden ABD, Afganistan’dan çekilirken ülkede istikrarsızlığın derinleşmesini ve halka halka tüm bölgeyi sarmasını hedeflemektedir. Mesela İran, Rusya, Çin ve Pakistan kavşağında yeni bir Suriye yaratılması ve bu güçlerden bir ya da birkaçının buraya müdahalesi ABD stratejisi açısından muazzam bir başarı olurdu. Böylesi bir durumda ABD’nin aynı Sovyetler Birliği’ne karşı izlediği taktiği izlemesi ve cihatçıları kullanması şaşırtıcı olmazdı. Fakat bugün için durum bu değildir ve sayısız etmenin rol oynadığı Afganistan’daki sürecin yarın nereye evrileceği tümüyle belirsizdir.

Kuşkusuz ABD hâlâ emperyalist sistemin hegemon gücü konumundadır ama hegemonyası artan ölçüde aşınmaktadır. ABD’nin emperyalist savaş sahasında tek başına oyun kuran ve tüm süreci istediği gibi şekillendiren bir güç olduğunu düşünmek büyük bir yanılgı olur. Nitekim Afganistan’daki gelişmeler onun gücünün sınırlarını ortaya koyuyor. ABD’nin Taliban ile vardığı çekilme anlaşmasının amacının ne olduğunu ve bölgedeki istikrarsızlığı nasıl derinleştirip yaymak istediğini rakip emperyalist güçlerin kavramaması düşünülemez. Çin, Rusya ve İran’ın ABD’nin Afganistan’dan çekileceğini açıklamasıyla, hızla ön alarak Taliban ile görüşmeleri bu güçlerin böyle bir duruma hazırlıklı olduklarını gösteriyor. Çinli sözcülerin ifade ettiği gibi bu ülkeler, sürecin nereye evrileceğini öngörerek uzun süredir kapalı kapılar ardında Taliban’la görüşmeler yapıyorlardı. Bu durum, aslında Taliban açısından son derece elverişli uluslararası koşullar yaratmıştır. Kendisini uluslararası alanda meşrulaştırmak ve iktidarını garanti altına almak isteyen Taliban, söz konusu görüşmelerde İran, Rusya ve Çin’e ülkede istikrar sağlayacağını ve onların çıkarlarını gözeteceğini taahhüt etmiştir. Nitekim Kabil Taliban’ın eline geçtikten sonra bu güçlerin olumlu mesajlar vermeleri, konsolosluklarını kapatmayacaklarını açıklamaları, mesela Çin’in “Afganistan halkının haklarına ve kararlarına saygı gösteriyoruz” diyerek Taliban’ı ülkede istikrarı sağlamaya çağırması ABD hamlesi karşısında kurulan oyunla uyumludur.

Bu noktada, Taliban’ın arkasında Pakistan’ın olduğunu ve onu analiz sürecine katmadan gelişmelerin bütünlüklü olarak anlaşılamayacağını da eklemek lazım… Mesela Taliban’ın Kabil’e girmesiyle Pakistan başbakanı İmran Han, “Afganistan’ın kölelik prangalarını parçaladığını” söyledi. 11 Ağustosta ise merkezi hükümet düşmeden Taliban’ın durmayacağını söylemekten geri durmamıştı. O Pakistan ki Çin’in Kuşak ve Yol projesi kapsamında 60 milyar dolar yatırım yaptığı bir ülkedir. Çok açık ki Pakistan, Taliban üzerinden Afganistan’da tartışmasız bir aktör haline gelmiştir. Türkiye’nin bir şekilde Afganistan’da tutunmak ve bölgedeki nüfuz mücadelesinde rol almak için Pakistan’ın kapısını çalması sebepsiz değildir. Pakistan’ın bu rolünü hem Çin’le hem de düşman olarak gördüğü Hindistan’ı yanına çekmeye çalışan ABD’yle pazarlıklarda kullanarak ekonomik ve askeri güç devşirmeye çalışacağı aşikârdır.

ABD, çekilme sürecinin sorunsuz gerçekleşeceğini ve 300 bin kişilik Afganistan ordusunun ve bilhassa özel olarak eğitilmiş Afgan Özel Kuvvetlerinin Taliban’ı durduracağını ileri sürüyordu. 8 Temmuzdaki basın açıklamasında Biden, Afganistan’ın 300 bin kişilik son derece donanımlı dünya ordularından birisine sahip olduğunu, 75 bin kişilik milis gücü olan Taliban’ın ülkeyi ele geçiremeyeceğini söylüyordu. Oysa sayısal olarak mevcut olsa da gerçekte Biden’ın sözünü ettiği nitelikte bir ordu yoktu ve esasında ABD askeri raporları da Afgan ordusunun Taliban karşısında uzun süre direnemeyeceğini ortaya koyuyordu. Öyle de oldu. ABD’nin Taliban’la anlaşmaya varması ve tarih vererek çekileceğini açıklamasıyla birlikte moral üstünlük Taliban’ın eline geçmiş ve devlet yapısını oluşturan güçler kaçınılmaz olarak yeni arayışlara girmiş, kimileri de taraf değiştirmişti. Ortada kurumsallaşmış ve istikrar kazanmış bir devlet yapısı ve aynı şekilde merkezileşmiş disiplinli bir ordu yoktu. Etnik temelde bölünmüş ordunun tepesindekiler yolsuzluğa gömülmüşlerdi ve onlar da birer savaş ağasıydılar. Nitekim Taliban’ın büyük kentlere ilerlemesiyle birlikte, askerler kitleler halinde taraf değiştirdi, silahlarıyla birlikte teslim olmaya başladı ve binlercesi Tacikistan gibi ülkelere kaçtı. Dolayısıyla Taliban Kabil’e geldiğinde zaten kabuğa dönüşmüş olan merkezi hükümet fiilen çökmüştü.

Karşı karşıya kalınan bu durum ile ABD’nin giderek daha fazla aşınan hegemonyası ve Amerikan egemen sınıfının dünyaya tepeden bakan kibirli tavrı arasında dolaysız bağ vardır. Üstelik bu çekilme fiyaskosunun Biden’ın “Amerika geri döndü” çıkışından sonra yaşanması da manidardır. Sonuç olarak ABD, 20 yıl önce uluslararası terörizmle mücadele söylemiyle meşrulaştırmaya çalıştığı Afganistan işgaline son vermek zorunda kalırken, çekilme fiyaskosu ve ortaya çıkan kaos yaşadığı başarısızlığı pekiştirmiştir. Amerikan medyasının Biden’ı hedef alması, onu yetersizlikle suçlaması ve ABD’nin Afganistan’da kaybettiği değerlendirmeleri, kuşku yok ki önümüzdeki dönemde egemen sınıf içinde önemli tartışma ve gerilim konusu olacaktır.

Bu durum, ABD karşısında yer alan Çin, Rusya, İran gibi devletlerin psikolojik avantaj elde etmesi ve güçlü bir propaganda zemini bulmaları anlamına geliyor. Doğal olarak bu güçler, Afganistan’ın ABD açısından ikinci bir Vietnam olduğu düşüncesini güçlendirmeye çalışıyorlar. Çin gazetelerinin, mesela ÇKP’ye yakın Global Times’ın Kabil’in yeni bir Saygon olduğunu ve sıranın Tayvan’a geldiğini yazması, ABD emperyalizmi karşısında elde edilen psikolojik üstünlüğün ifadesidir. Fakat şu gerçeği de görmek gerekiyor: Kendine özgü biçimler alan Üçüncü Dünya Savaşı devam ediyor. Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Güney Asya’ya kadar geniş bir coğrafya, günümüzdeki emperyalist savaşın alanı konumundadır. Bir cephede tıkanma bir başka cephe açılarak aşılmaya çalışılıyor ki ABD’nin Afganistan’daki hamlesi de bu doğrultudadır. Savaş, çatışma ve kriz alanları halka halka genişliyor. Her ne kadar ABD’nin hegemonyası artan ölçüde aşınmaktaysa da, bu konuma en yakın aday Çin’in emperyalist sistemin tepesine oturması gibi bir durum söz konusu değildir. Özetle, ömrünü doldurmuş kapitalizmin tarihsel tıkanma dönemine denk gelen emperyalizmin bugünkü hegemonya krizi derinleşerek devam etmektedir.

Afganistan’ın durumunun gelecek aylar ve yıllar içinde nereye evrileceği tümüyle belirsizdir. Emperyalist güçlerin birbirlerini sıkıştırıp geriletmeye çalıştığı bir coğrafyanın savaş sahası olan Afganistan’da istikrarın sağlanması ve halkın huzur bulması olası gözükmemektedir. İşte bu koşullar yani savaş, yıkım, Taliban gericiliğinin zulmü ve geleceksizlik milyonlarca Afganın göç yollarına düşmesine neden oluyor. Göç ve aynı zamanda Afgan göçü artık Türkiye’nin de önemli sorunu haline gelmiş durumdadır. Önümüzdeki yıllarda küresel göç dalgasının bir kolu olan Afganistan’dan Türkiye ve dünyaya göç devam edecek. Dolayısıyla hem Avrupa’da hem de Türkiye’de göçün yol açtığı toplumsal sorunlar daha fazla gündem olmaya, tartışılmaya ve siyasal alanı daha fazla şekillendirmeye devam edecek. Genişleyen emperyalist savaşın, küresel göçün, küresel ekolojik krizin, sayısı milyarları bulan açların ve giderek derinleşen yoksulluğun sorumlusu kapitalizm emekçilerin yaşamını cehenneme çeviriyor. Türkiye’den Avrupa’ya ve oradan Amerika’ya büyük göç dalgalarıyla karşılaşan ülkelerin emekçileri, bu gerçeği görmedikleri sürece göçten ekolojik krize kadar kapitalizmin yarattığı sorunlara karşı mücadele veremez ve enerjilerini burjuva düzenin kanallarına akıtarak heba ederler. 

[1] Utku Kızılok, https://gelecekbizim.net/demokratik-ve-ozgur-afganistan-kan-agliyor/

[2] https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/2021-08-16/we-all-lost-afghanistan-taliban

[3]  Ezgi Şanlı, https://marksist.net/ezgi-sanli/abdnin-afganistandan-cekilme-karari-ve-emperyalist-savasin-ic-ice-gecen-halkalari

İlgili yazılar