Siyonist İsrail devletinin 13 Haziranda İran’a karşı başlattığı kapsamlı ve yıkıcı saldırılarla birlikte, Ortadoğu’daki üçüncü emperyalist dünya savaşı yeni bir çılgınlık evresine girdi. Ömrünü doldurmuş ve tarihsel olarak geleceği kalmamış olan kapitalizm, insanlığı gerçek anlamda bir felakete sürüklüyor. Dünyamız neredeyse her gün yeni bir kaosla uyanıyor ve her yeni gün bir öncekini aratıyor. Gazze’de Filistin halkına dünyanın gözü önünde soykırım uygulandığı, canlı yayında İran halkının tepesine bombaların düştüğü ve televizyon binalarının havaya uçurulduğu, İsrail semalarında süzülen İran füzelerinin göksel olaylar izlenir gibi coşkuyla izlendiği bir dünyayı yaratan kapitalizmdir. İleri teknolojik silahların gücüne yaslanan İsrail başbakanı faşist Netanyahu’nun kibri, kendini herkesten üstün gören ve zorbalıkla tüm dünyaya diz çökertmek isteyen Trump’ın tutarsızlığı ve çılgınlığı, emperyalist kapitalizmin çılgınlığıdır.
Burjuva medyanın hâkimiyeti altında, televizyon ekranlarında, basında ve sosyal medyada bir kez daha savaşın sınıfsal boyutu değil, teknik detayları öne çıkartılıyor. ABD ve Batı emperyalizminin desteğini arkasına alan İsrail’in askeri üstünlüğü ve başarıları, İran’ın İsrail’in “demir kubbesi”ni delen balistik ve hipersonik füzeleri tartışılıyor. Oysa bu savaş, Ortadoğu’daki cehennem koşullarını daha da ağırlaştıran emperyalist bir savaştır. İşçi sınıfının, onun devrimci ve sosyalist örgütlerinin, her namuslu aydının, her vicdanlı ve demokrat insanın savaşa yaklaşımını bu gerçek belirlemelidir. Neredeyse çeyrek asırdır süren, yeni coğrafyaları ve ülkeleri içine alarak büyüyen bu emperyalist savaşın başını ABD-İngiltere-İsrail bloku çekmektedir. Siyonist İsrail devleti, ABD ve Batı emperyalizminin sınırsız desteğiyle her türlü savaş makinesini kullanıyor, katliamda sınır tanımıyor ve tüm bölgeyi devasa bir kan gölüne dönüştürüyor. Amaç Ortadoğu’da siyasal dengeleri yeniden şekillendirmek; pazarları, enerji yataklarını ve ticaret yollarını ele geçirmektir. Kuşkusuz Asya-Pasifik’ten Ortadoğu’ya, Ukrayna’dan Afrika’ya kadar birçok coğrafya emperyalist savaşın alanı konumundadır. ABD-İngiltere liderliğindeki blok ile Rusya-Çin liderliğindeki blok, her alanda kıran kırana hâkimiyet mücadelesi yürütüyor ve savaş halkasına ekledikleri ülkelerde birbirlerine üstün gelmeye çalışıyorlar.
Bu savaşı doğuran, ABD emperyalizminin hegemonyasının sarsılması ve emperyalist sistemin derin bir hegemonya krizine sürüklenmiş olmasıdır. Üstelik bu emperyalist hegemonya krizi, tarihsel sınırlarına ulaşan kapitalist sistemin çıkmazıyla birleşmekte, giderek daha karmaşık hale gelen ve çözümsüz kaotik bir sarmal yaratmaktadır. Emperyalist güçlerin doğrudan çatışmadığı ancak sayısız ülkenin birbirine eklenmesiyle genişleyen ve kendine özgü biçimler alan Üçüncü Dünya Savaşı, tam da bu hegemonya krizinin ürünüdür. Suriye’de Esad rejiminin devrilmesinin ardından Üçüncü Dünya Savaşının yeni halkası İran olmuştur. Denebilir ki İran, Ukrayna ile birlikte artık emperyalist savaşın en kritik cephelerinden biridir. Savaşın İran cephesi, tüm bölgenin aynı anda infilak etmesini sağlayabilecek ve büyük emperyalist güçlerin zorunlu olarak dâhil olacağı dinamitleyici bir potansiyele sahiptir. Daha önce ifade ettiğimiz gibi, “Savaşın güçlü bölgesel dinamikleri, her geçen gün küresel dinamikleri daha fazla zorlayarak emperyalist güçleri doğrudan karşı karşıya gelmeye itmektedir.”[1]
ABD emperyalizmi, 2001’de New York’taki İkiz Kulelere düzenlenen saldırının ardından “sonsuz savaş” ilan etmişti. İran o günden bu yana bu savaşın başlıca hedeflerinden biri konumundadır. Irak ve İran, ABD’nin “şer ekseni” olarak nitelendirdiği ülkeler arasında yer alıyordu. ABD-İngiltere-İsrail bloku, kendisine tehdit olarak gördüğü tüm devletleri zayıflatmayı, bu ülkelerde rejim değişikliği yaratmayı stratejik bir hedef olarak belirlemişti. Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde tüm bölgenin ekonomik ve siyasi olarak dönüştürülmesi, ABD hegemonyası altında yeniden yapılandırılması ve bu arada da İsrail’in varlığının ve dokunulmazlığının garanti altına alınması planlanıyordu. Kuşkusuz İran, ABD liderliğindeki emperyalist blok için en zorlu ve en önemli hedefti. Zira İran sadece üç bin yıllık bir imparatorluk mirasının temsilcisi değil; aynı zamanda büyük ve nitelikli bir nüfusa, petrol ve doğal gaz gibi muazzam enerji rezervlerine, gelişmiş askeri teknolojiye ve kabiliyete sahip bir güçtü.
Keza Şiiliği ve ezilen Filistin halkının davasını kullanan İran, Ortadoğu’daki nüfuz mücadelesinde önemli bir kapitalist güçtü. İran, Suriye ile kurduğu ittifak sayesinde Lübnan’a kadar ulaşabiliyor ve Hizbullah’ı silahlandırabiliyordu. Siyonist İsrail devleti açısından esas tehlike, zaten ABD işbirlikçisi olan ve çeşitli biçimlerde denetim altına alınan Arap rejimleri değil, söz konusu konumu nedeniyle İran’dı. Üstelik İsrail ve ABD karşıtı olan İran’daki molla rejimi, hem bu konumu hem tarihsel ilişkileri hem de sahip olduğu geniş enerji kaynakları nedeniyle Rusya ve Çin’in doğal müttefikiydi. Nitekim emperyalist hegemonya mücadelesi kızışıp emperyalist güçler arasındaki saflaşma netleşince, İran ile Rusya-Çin bloku arasındaki ilişkiler de derinleşti. Nitekim İran, hem Şangay İşbirliği Örgütünün hem de BRICS’in üyesidir. Çin’le, petrol ve doğal gaz dâhil geniş kapsamlı anlaşmalara sahiptir.
ABD’nin Mart 2003’te Irak’ı işgal etmesinin ve Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasının ardından, hedefte açık şekilde Suriye ve İran vardı. Fakat eli kulağında olduğu söylenen İran’a dönük müdahale, neredeyse çeyrek asır şaştı. Çünkü İran, nüfusun yüzde 60’ından fazlasını Şiilerin oluşturduğu Irak’ta en büyük belirleyici güçlerden biri haline geldi ve böylece Ortadoğu’daki nüfuzunu güçlendirdi. Molla rejiminin İran’dan kesintisiz olarak Lübnan’a ulaşması ve İsrail’in burnun dibine sokulması, ona önemli bir avantaj kazandırdı. Esasında molla rejimi, bu sayede İran’a yapılacak müdahaleyi geciktirmiş oldu. Bu sırada ise, bugün İsrail “demir kubbe”sini aşıp önemli hedefleri vuran ve ağır tahribat yaratan birçok füze sistemleri geliştirdi; nükleer tesislerini ise Fordo örneğinde olduğu gibi yer altına, dağların derinliklerine taşıdı. Şüphe yok ki 20 yıl önce olsaydı, İran İsrail’e bugünkü düzeyde bir yanıt veremezdi.
Uzun bir sürenin ardından, ertelenmek zorunda kalınan savaş başlamıştır. Ancak ABD-İngiltere-İsrail bloku, İran’a giden savaş yolunu açabilmek için tarihte eşi benzeri görülmemiş bir yıkıma girişmiştir. 7 Ekim 2023’te Hamas’ın Siyonist İsrail’e saldırısı bahane edilerek Gazze’de Filistin halkı dünyanın gözleri önünde yok edilirken, Lübnan’daki Hizbullah liderleri öldürülmüş ve örgüte ağır darbe vurulmuş, Suriye’de ise Esad rejimi çökertilerek ülke bu blokun piyonu HTŞ’ye teslim edilmiştir. Bugün İsrail hava sahasından kalkan savaş uçakları, Suriye ve Irak hava sahalarını geçip 1600 kilometre yol alarak İran topraklarını vururken, hiçbir engelle karşılaşmıyorlar. Çok açık ki eğer 7 Aralık 2024’te Suriye’deki Esad rejimi düşmemiş olsaydı, İsrail canının istediği gibi hareket edemez, İran’ı bu denli kapsamlı ve etkili şekilde vuramazdı.
Yeri gelmişken şu önemli hususa da dikkat çekelim: ABD-İsrail blokunun Esad rejimini yıkması için tüm gücüyle destek veren Türkiye’deki rejimin gerçekte kime hizmet ettiğini, İran Savaşı bir kez daha gözler önüne serdi. Erdoğan rejimi, İsrail saldırganlığına karşı çıkarmış gibi görünüyor ama gerçekte Kürecik Radar Üssü dâhil NATO kanalıyla ABD-İsrail blokuna hizmet ediyor. Türkiye’den kalkan gemiler İsrail’e savaş malzemeleri taşımaya devam ediyor. Türkiye, hem bir NATO ülkesidir hem de ABD ve Batı ittifakının bir parçasıdır. Gerçek bu olduğu halde, rejim sözcülerinin ve medyanın “sırada Türkiye var” propagandasının amacı, kitleleri korkutup rejimin arkasına sıralamaktır.
Her türlü canavarlığı kullanarak önündeki engelleri temizleyen İsrail devleti, sonunda, takıntı derecesinde hedefe koyduğu İran’a karşı kapsamlı ve felç edici bir saldırı başlatmıştır. 200 savaş uçağıyla İran’ı hedef almış, aynı gün içinde sayısız askeri ve nükleer tesisi vurmuş, molla rejiminin genelkurmay başkanını, hava ve uzay savunma komutanı, Kudüs gücü komutanı, devrim muhafızları komutanı dâhil 20’den fazla üst düzey komutanını ve nükleer bilim insanlarını öldürmüştür. Kuşku yok ki İsrail’in amacı, molla rejiminde ve elbette halkta şok, dehşet ve çaresizlik duygusu yaratmaktı. İsrail, Mossad ajanlarının içeriye soktuğu dronları da kullanarak füze fırlatma sistemlerini vurmuş ve dehşet duygusunu artırmak için tüm gün saldırılarını sürdürmüştür. Molla rejimi ise 12 saatten fazla gerçek anlamda felç olmuştur. Savaşın ilk saatleri boyunca İsrail büyük bir psikolojik üstünlük elde etmiştir. Ne var ki söz konusu İran gibi bölgesel güçler olduğunda, savaş, rakip cephede yalnızca şok ve panik yaratacak tek seferlik hamlelerle kazanılamaz. Nitekim İran toparlanıp hava savuma sistemlerini aktive edince ve daha da önemlisi balistik ve hipersonik füzeler İsrail’in kibir abidesi “demir kubbesi”ni delip başkent Tel Aviv dâhil birçok kenti vurunca, tablo değişmiştir.
Biz Devrimci Marksistler açısından bu savaş emperyalist ve haksız bir savaştır. Ancak ruhunu ve kalemini burjuvaziye satmış sayısız gazeteci, savaşın emperyalist yönünü öne çıkartmak ve saldırganlığı mahkûm etmek yerine, özellikle İsrail’in üstünlüğüne övgüler düzüyor. İki burjuva devlet olarak İsrail ve İran’ı askeri olarak kıyaslamanın elbette bir anlamı vardır. Ne var ki bir tarafta Batı’nın sonsuz desteğini alan, ABD askeri-sınai kompleksiyle iç içe geçmiş, Pentagon ile birlikte ileri silah teknolojileri geliştiren bir İsrail, öte tarafta ise on yıllardır ağır ekonomik yaptırım altında olan bir İran var. Buna rağmen molla rejimi, kuşkusuz işçi sınıfının sömürü koşullarını ağırlaştırma ve emekçileri derin yoksulluğa mahkûm etme pahasına, ülkenin muazzam enerji kaynaklarını askeri yatırıma ayırarak ileri düzeyde balistik ve hipersonik füze sistemleri geliştirebilmiştir. Faşist Netanyahu ve hükümet sözcüleri, “demir kubbe” veya “Davut sapanı” gibi isimler verilen savunma sistemleri sayesinde İsrail’in dokunulmaz olduğuna inanıyor, sınır tanımaz saldırganlığa girişirken bu sistemlere güveniyorlardı. Fakat İran, şu ana kadar Hayfa’daki petrol rafinerisini, Siyonist rejimin bilimsel araştırma merkezi Weizmann enstitüsünü, Mossad karargâhını, içinde Soroka Hastanesinin de olduğu askeri kompleksi, Tel Aviv’in en görkemli kısmını oluşturan Ramat Gan’daki borsa binasını vurarak İsrail’in dokunulmaz olmadığını göstermiştir.
Elbette İsrail’in sınır tanımayan saldırganlığının arkasında ABD emperyalizmi yer alıyor. İsrail’in saldırı başlatacağından ABD yönetiminin haberdar olup olmadığı tartışması anlamlı olmakla birlikte, bu durum “yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıktı?” kısırdöngüsünü hatırlatıyor. ABD yönetimi yeşil ışık yakmadan ve açık destek vermeden, İsrail’in İran’a karşı tek başına harekete geçmesi düşünülemez. Bu nedenle öncelikle şu noktaya odaklanmak gerekiyor: ABD-İsrail bloku, uzun süredir bu saldırıya hazırlanıyordu. Tarihsel örnekler göstermektedir ki, savaş hazırlıkları belirli bir aşamaya ulaştığında artık geri dönüş imkânsız hale gelir. Egemen blok içinde yer alan taraflar, en azından o anda farklı düşünce ve beklentilere sahip olsalar bile, kaçınılmaz olanın önüne geçemezler. Görüldüğü kadarıyla Trump, İran ile anlaşma yapılabileceğini düşünüyordu ve o anda saldırıya sıcak bakmıyordu. Buna karşılık faşist Netanyahu ve ABD egemen sınıfı içindeki bazı kesimler, anlaşmaya karşı çıkarak derhal saldırıya geçilmesini savunuyorlardı. Daha önce İsrail’in Lübnan saldırısını ele aldığımız yazımızda ifade ettiğimiz gibi, Gazze’de insanlık suçu işleyen faşist Netanyahu hükümeti, istese de geri adım atamayacağı koşullar yaratmıştır. Sonuçta bu ikinci kesim olası anlaşmayı sabote etmek üzere yıllardır hazırlığı yapılan saldırı için harekete geçmeyi dayattığında, belli ki bunu İran üzerinde baskıya dönüştürmek isteyen Trump yönetimi savaşa onay verdi. Aradaki farklılık, Trump’ın savaş istemediği ve savaşa karşı olduğu anlamına gelmez. Söz konusu olan, en fazla taktiksel bir farklılıktır. Nitekim İsrail saldırıya başlayıp molla rejimini felç edince ve o anda uluslararası alanda psikolojik üstünlük kurunca, Trump her şeyden haberi olduğunu söylemekle kalmadı, olası başarıyı kendi hanesine yazmak için tüm planlamayı kendisi yapmış gibi ifadeler kullandı.
ABD-İsrail blokunun iki ana hedefi öne çıkıyor: Birincisi İran’ın tüm askeri ve nükleer altyapısını çökertmek; ikincisi, özellikle ordu komuta kademesini hedef alarak ve rejimin taşıyıcı kolonları işlevi gören isimleri öldürerek molla rejiminin dağılmasının önünü açmak. Faşist Netanyahu, İran halkıyla sorunlarının olmadığını ve özgürlükleri yok eden diktatörlük rejimini hedef aldıklarını söyleyerek, halkı rejime karşı ayaklanmaya çağırdı. Molla rejiminin İran halkının büyük çoğunluğu nezdinde bir meşruiyeti olmadığı açıktır. Özellikle 2022’nin Eylül ayında Mahsa Amini’nin öldürülmesinin ardından başlayan ve devrimci bir duruma yol açan isyanla birlikte, rejimin toplumdaki meşruiyeti büyük darbe aldı. Molla rejimi devrimci durumu bastırdı ancak İran toplumu ile rejim arasındaki uzlaşmaz çelişki daha da güçlendi. Bunun bir ifadesi olarak, geçen sene yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sandık başına gidenlerin oranı ancak ikinci turda yüzde 50’yi bulabildi.[2] Emekçileri derin bir yoksulluğa sürükleyen ve halka zulmeden molla rejimi tepeden tırnağa çürümüştür. Mossad’ın neden çok sayıda ajan devşirebildiğini anlamak güç olmasa gerek. Fakat en modern silahlarla bombalanan İran halkının, Gazze’de Filistin halkına soykırım uygulayan İsrail’in ülkeye özgürlük getireceğine inanması beklenemez. Hâlihazırda egemen sınıfın muhafazakâr ve reformcu kanatları, çoğunlukla saldırı karşısında birlikte hareket ediyorlar. Keza sosyalistlerden, sendikalardan, işçi şuralarından oluşan sayısız örgüt, molla rejiminin yıkılması hedefinden vazgeçmeden, İsrail-ABD saldırganlığına, savaşa ve işgale karşı çıkıyorlar.
İlk günden belli olan ve gün geçtikçe netleşen bir gerçeklik var: İsrail tüm askeri kapasitesine, geniş bir alanı bombalamasına ve verdiği ağır tahribata rağmen, savaşı yalnızca bu yolla kazanamaz. İsrail, İran’ın sayısız nükleer tesisini bombaladı ve yıkım yarattı. Ancak buna rağmen İran’ın uranyum zenginleştirdiği nükleer tesislerini yok edebilmiş değil. Bunun olabilmesi için, 80-90 metre granit dağların altına yerleştirilmiş Fordo nükleer tesisinin yok edilmesi gerekiyor. Bu hedefe ise ancak ABD’nin elindeki sığınak delici bombalar ulaşabilir. Kaldı ki Fordo’nun vurulması da molla rejiminin kendiliğinden düşeceği anlamına gelmez. Bu yüzden faşist Netanyahu, her türlü kışkırtma mekanizmasını kullanarak ABD’yi resmen İran savaşına dâhil etmeye çalışıyor. Gerek İsrail yönetimi gerekse ABD egemen sınıfının belirli bir kesimi, İran’ın iki hafta içinde nükleer silaha (atom bombası) sahip olabileceğini iddia ederek Trump üzerinde baskı kuruyor.
Fakat Trump, tüm dünyanın başını döndürecek şekilde zikzaklı, her an birbiriyle çelişen açıklamalar yapıyor. İran’a savaş açabileceğini ya da açmayacağını, aslında bunu kendisinin de bilmediğini söylüyor. ABD’nin her an devreye girebileceğini söyleyerek molla rejimi üzerinde baskı kurmaya, pazarlık masasına oturtup istediği anlaşmayı dayatmaya çalıştı. Bunu başaramayınca, tehditlerini daha da artırdı; Tahran hava sahasına hâkim olduklarını, isterse dini lider Hamaney’i öldürtebileceğini ve İran’ın koşulsuz teslim olması gerektiğini açıkladı. ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard’ın Mart ayında İran’ın nükleer silah üretmediğini söylemesine rağmen, Trump bunun aksini iddia ediyor. Hem İran üzerindeki baskıyı daha da artırmak hem de doğrudan ABD müdahalesini meşrulaştırmak amacıyla, molla rejiminin nükleer silah üretmeye çok yakın olduğunu ve buna asla izin vermeyeceklerini söylüyor. Savaşın yedinci gününde ise, savaşa dâhil olup olmayacağına karar vermeden önce, diplomasiye ve İran’la görüşmelere iki hafta süre tanıdığını duyurdu.
Trump’ın bu kadar fır fır dönmesinin sebebi, onun strateji ve taktik dehası olması değildir. Trump, çok yönlü baskı altındadır. Egemen sınıfın ve Trump yönetiminin bir kesimi, özellikle MAGA (Amerika’yı Yeniden Büyük Yap) hareketi ve emekçi kitleler ABD’nin İran’la savaşa girmesine karşı çıkıyor. Çok açık ki İran’a müdahale hem emekçi kitlelerin tepkisini büyütecek hem de Amerikan egemen sınıfı içindeki çelişki ve çatışmayı güçlendirecektir. Molla rejiminin düşmesine ve ülkenin Suriye gibi Batılı emperyalist güçlerin güdümüne girmesine karşı çıkan Rusya ve Çin de Trump’a baskı yapmaktadır.
Dünyayı felakete sürükleyen ABD ve İsrail egemenleri, insanlığın çektiği acıları zerre kadar umursamamaktadır. Senatör Ted Cruz örneğinde olduğu gibi, İran’a müdahale çağrısı yapan Amerikan egemenlerinin önemli bir kısmı, İran’da kaç milyon kişi yaşadığını, ülkenin dini ve mezhepsel dinamiklerini dahi bilmeyecek kadar derin bir cehalet ve vurdumduymazlık içindedir. Çok açık ki ABD savaş makinesi İran’a karşı harekete geçerse, Ortadoğu’yu yakıp kavuran savaş topu daha fazla büyümekle kalmayacak, İsrail’den İran’a uzanan yıkımın ve felaketin boyutları şimdiden öngörülemeyecek şekilde genişleyecektir. İran destekli Şii grupların tüm Ortadoğu’daki ABD askeri üslerini hedef alacağı bilinen bir gerçektir. İran’ın Hürmüz Boğazını, Yemen’deki Husilerin ise Kızıldenizi gemi trafiğine kapatması durumunda; petrol, doğal gaz ve uluslararası ticaret akışının kesintiye uğraması dünya ekonomisini derinden etkileyecektir. Suriye’den sonra İran’ın da kaosa sürüklenmesi ve savaşın genişlemesi, bu kez milyonlarca İranlı emekçinin göç yollarına düşmesine neden olacaktır.
Batılı emperyalist güçlerin ikiyüzlülüğü ve ahlaki çürümüşlüğü her geçen gün daha açık biçimde ortaya çıkıyor. İsrail, İran’a savaş açıp sivil halkın üzerine bomba yağdırırken bu saldırganlığa tek kelime etmeyen ve hatta alkış tutan Batılı egemenler; İran füzeleri İsrail’i hedef aldığında derhal insan haklarını, sivillerin korunması gerektiğini ve İsrail’in kendini savunma hakkı olduğunu hatırladılar. Utanıp sıkılmadan, Kanada’da düzenlenen G7 zirvesinin sonuç bildirgesinde, “İran’ın bölgesel istikrarsızlık ve terörün ana kaynağı olduğunu” söyleyip şu ifadelere yer verdiler: “İsrail’in kendini savunma hakkı olduğunu teyit ediyoruz. İsrail’in güvenliğine desteğimizi yineliyoruz.” Bu çifte standardın insan hakları, demokrasi ve medeniyet kavramlarıyla meşrulaştırılmaya çalışılması, bu kavramların içinin tamamen boşaltılmasına neden olmaktadır. Avrupa ve Amerika’da gördüğümüz üzere emekçi kitlelerin sağ ve faşist hareketlere yönelmesinde bu kavramların içinin boşaltılmasının ve burjuva demokrasisinin inandırıcılığını yitirmesinin büyük bir etkisi var. Gazze’deki soykırımın ve İran’a yönelik saldırganlığın bu kavramlar üzerinden savunulması, liberal burjuva demokrasisinin iflas bayrağını çektiğinin en çarpıcı göstergelerinden biridir.
Esasında kapitalist çürüme derinleştikçe, burjuva ikiyüzlülüğü ve alçaklığı da aynı ölçüde sınır tanımamaktadır. İran füzeleri İsrail’i vurup ağır tahribat yaratınca, İsrail Cumhurbaşkanı Herzog ve faşist Netanyahu, hiçbir utanma emaresi göstermeden kameraların karşısına geçerek İran’ın sivilleri hedef aldığını, insanlığa karşı savaş suçu işlediğini öne sürdüler. Bu sınır tanımaz ikiyüzlülük, dünyanın dört bir yanındaki vicdanlı emekçileri öfkelendirmekte ve adeta sinir uçlarına dokunmaktadır. İnsanlığa karşı savaş suçu işleniyormuş! Her saat başı, üstelik yalnızca gıda yardımı almaya çalışan Gazzelileri en modern silahlarla öldüren bir katil devletin sözcüleri, utanmadan insan haklarından söz ediyorlar. Tüm burjuva egemenler, ama özellikle İsrailli egemenler, her türlü ahlaki değerden yoksundurlar. Elbette denilecektir ki, burjuva çıkarlar söz konusu olduğunda ahlaki değerlerden bahsedilemez. Doğrudur. Ancak yine de insanlık tarihi boyunca süzülüp gelen bazı ileri değerler –biçimsel düzeyde bile olsa– burjuva hukukun konusu haline gelmiş, bir norm oluşturmuş ve uluslararası yasalara girmiştir. Ne var ki kapitalist çürüme derinleştikçe, egemen sınıflar tepeden tırnağa suça batmakta ve bütün ahlaki sınırları yerle bir etmektedirler. Demokrasi ve medeniyetin temsilcisi olmakla övünen Batılı emperyalist güçler ise, bu ikiyüzlülükte ve ahlaki çöküntüde başı çekmektedir.
Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya dünyanın pek çok bölgesinde insanlar, İran füzeleri gökyüzünde süzülüp İsrail’i vururken sevinç çığlıkları attılar, dans ettiler, saksafon çaldılar. Bu sevincin nedeni, Siyonist İsrail’in iki yıldır Gazze’de canlı yayında soykırım uygulaması, “demir kubbe” gibi savunma sistemlerine güvenerek hiç kimseyi umursamaması ve tam anlamıyla bir kibir abidesine dönüşmesidir. İnsanlar, İran füzeleri İsrail’e düşerken bu kibir balonunun patlamasına sevinmektedir. Yoksa bir avuç azınlığı bir kenara bırakırsak, büyük çoğunluğun molla rejiminin başarılarına sevindiği söylenemez. Kuşkusuz Devrimci Marksistler olarak bu sevincin arkasındaki tepkiyi anlıyoruz. Ancak unutmamalıyız ki, ezilen Filistin halkının ve sömürülen emekçilerin kurtuluşu başka bir burjuva devletin silahlarıyla sağlanamaz. İşçi sınıfı örgütlenip kapitalizme karşı mücadeleye girişmediği ve tüm silahlarıyla birlikte burjuva devletleri tarihin çöplüğüne göndermediği sürece, insanlığın gerçek kurtuluşunun kapıları açılamaz!
Altını kalınca çizmek gerekiyor: İsrail-ABD saldırganlığına karşı çıkılmadan ve bu saldırganlık açıkça mahkûm edilmeden, emperyalist savaş karşısında doğru ve tutarlı bir tutum alınamaz! Dünyanın tüm emekçileri, sosyalistleri, komünistleri ve insan haklarından yana olan herkes, bu şiddet ve saldırganlığı mahkûm etmekle yükümlüdür.
Devrimci Marksistler olarak, ABD ve Batı emperyalizminin aktif desteğini arkasına almış, tepeden tırnağa suça gömülmüş Siyonist İsrail devletinin saldırganlığına karşı çıkarken, molla rejimini de desteklemiyoruz! Kırk yılı aşkın süredir emekçilere zulmeden, sendikacılar ve sosyalistler başta olmak üzere binlerce siyasi tutsağı zindanlarda çürüten, kadınları, gencecik insanları idam sehpalarında katleden ve Kürt halkını ezen faşist molla rejimi, anti-emperyalizm adına asla savunulamaz! Bizler İranlı işçilerin, emekçilerin, kadınların ve gençlerin yanındayız. Hem İranlı hem de Yahudi emekçilerin katledildiği bu emperyalist savaşa karşıyız.
İranlı emekçilerin önemli bir bölümü, molla rejiminin Şiiliği bir araç olarak kullanıp Ortadoğu’da nüfuz mücadelesi yürütmesine ve ülke kaynaklarını askeri harcamalara ayırmasına karşı çıkmaktadır ve bu son derece önemlidir. İsrailli emekçiler de bölgede barış, işçilerin birliği ve halkların kardeşliği yolunda soykırımcı Siyonist egemenlerin saldırgan politikalarına ve yayılmacı emellerine karşı mücadeleyi yükseltmelidir.
Dünya işçi sınıfı, hem ABD-İngiltere-İsrail saldırganlığına, hem de Rusya’dan Çin’e kadar tüm emperyalist ve kapitalist güçlerin yayılmacı politikalarına, askeri harcamalarına ve savaş kışkırtıcılığına karşı çıkmak zorundadır.
Ortadoğu’nun tüm halklarına mensup işçi sınıfı, başta ABD-İngiltere-İsrail bloku olmak üzere, bölgeyi cehenneme çevirmiş olan emperyalist ve kapitalist güçleri ve İsrail’in Gazze’deki soykırımını durdurmak için tüm engelleri aşarak birleşmek zorundadır. Emperyalist yağma savaşına son vermenin yolu, bölge işçi sınıfının Ortadoğu İşçi-Emekçi Sovyetleri Federasyonu hedefi etrafında birleşerek mücadele etmesinden geçmektedir. Bu yolda atılacak her adım, yalnızca bölgenin değil, insanlığın geleceğini kurtarmaya yönelik tarihsel bir görevdir.
İsrail Kudurganlığı ve Genişleyen Savaşın Aldığı Yeni Biçimler
Suriye’de Esad Rejimi Çöktü, Emperyalist Savaş Genişleyerek Devam Ediyor!
[1] Utku Kızılok, İsrail Kudurganlığı ve Genişleyen Savaşın Aldığı Yeni Biçimler, https://gelecekbizim.net/israil-kudurganligi-ve-genisleyen-savasin-aldigi-yeni-bicimler/
[2] https://gelecekbizim.net/fransa-ingiltere-ve-iran-secimleri-uzerine-bir-degerlendirme/