İslami Harekette Yaşanan Ayrışma Süreci/3
Utku Kızılok, 1 Nisan 2011

3. Bölüm

İslamcı sermayenin yükselişi

İslamcı burjuvazi 1990’lı yıllara önemli bir sermaye birikimi sağlayarak girmiştir. 1970’lerin orta ve küçük işletmeleri geçmişe nazaran palazlanmış, azımsanmayacak bir kısmı ise holding sermayesi düzeyine yükselmiştir. Nitekim bu gelişmenin bir sonucu olarak Mayıs 1990’da Müstakil İşadamları Derneği (MÜSİAD) kurulmuştur. Daha örgütlü davranma, TÜSİAD karşısında rekabet gücünü arttırma ve en önemlisi siyasal alana daha örgütlü bir şekilde müdahale edebilmenin arayışı içerisindedir İslamcı sermaye. Refah Partisi’nin büyük kentleri de kapsayacak şekilde yerel yönetimlerde iktidara gelmesi, esas olarak TÜSİAD’a doğru akan önemli kaynakların bir kısmının yön değiştirmesi anlamına gelmektedir. Şu an MÜSİAD üyelerine bağlı 15 binden fazla şirketin %75’inin 1989 ilâ 1995 arasında kurulduğu düşünülürse meselenin boyutları daha iyi kavranacaktır.

1990’lar boyunca İslamcı akım ve tarikatların üst tabakası giderek daha fazla kapitalist müteşebbis haline geldi. Bu geniş kapitalistleşme sürecinde, özellikle de bazı İslamcı kesimlerin burjuvalaşmasında ve palazlanmasında, Avrupa’daki işçilerden kâr ortaklığı adı altında toplanan dövizler önemli bir sermaye birikimi işlevi gördü. Kombassan, Jetpa, Kanal-7 gibi İslamcı burjuva kesimlerin bilinen şirketlerinde önemli ölçüde gurbetçi dövizi vardır. Bu ve benzeri şirketlere 4 milyar euro girdiği söylenmektedir. Bu şirketler zamanla öylesine palazlanmışlardır ki, örneğin Kombassan 1997’de özelleştirilen Petlas’ı satın alabilmiştir.

İslamcı sermaye kesimleri kendi pazarlarını büyütürken dindar kesimlerin dini duygularını istismar etmekten ve sömürmekten geri durmamışlardır. İslamcı kapitalistlerin ürettiği ürünleri tüketmek ve bu kesimlerin bankalarına para yatırmak adeta İslamın bir vecibesi gibi sunulmuştur. Hangi ürünlerin tüketileceği, nerelerden alışveriş yapılacağı, gazete ilanları, bu konu üzerine yazılan yazılar, verilen fetvalar ve cemaat sohbetleri üzerinden bizzat örgütlenmiştir. İslamcı şirketlerin üretmediği ürünlerde “domuz yağı” olduğu, bu ürünlerin tüketilmesiyle birlikte paraların “laik düzenin” kasasına akacağı ve bunun günah olacağı yönünde gazetelerde yazılar yazılmış, cemaat sohbetlerinde konu gündeme getirilmiştir. 1990’ların başında MÜSİAD başkanı Erol Yarar şöyle diyordu: “Zengin olmak zorundayız. Daha çok çalışmalı, daha çok zenginleşmeli ve böylece kâfirlere karşı daha güçlü olmalıyız. Allah’ın hazinelerini onların elinden almalı, biz onlara sahip olmalıyız.”[1] Anlaşılacağı üzere esas hedef “Allah’ın hazinelerini” ele geçirmek, yani büyük sermayedar haline gelmektir. Din ise bu uğurda ideolojik bir kılıf ve örgütlenme aracına dönüştürülmüştür. Nitekim Yarar’ın bu sözlerini aktaran bir İslamcı yazar, “sermaye mücadelesinin İslami bir mücadele gibi sunulması”nı eleştirmekteydi. Bu mücadeleyi aynı zamanda “iktisadi cihat” olarak sunan İslamcı sermaye kesimleri, gelinen aşamada bu “iktisadi cihat”ta büyük mevziler kazanmışlardır, tabandaki dindar işçi kitlelerine ise sömürülmek, işsizlik ve yoksulluk düşmüştür.

28 Şubat sürecinde darbe yemesine karşın (örneğin MÜSİAD’a kapatma davası açılmıştı) İslamcı sermayenin yükselişi engellenememiştir. Kasım 2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte İslamcı burjuvazi muazzam bir sıçrama yaşamıştır. Meselâ MÜSİAD’ın 1995 tarihli tanıtım broşüründe verilen bilgilere göre, üye 1900 şirket içerisinde yalnızca 20’si 500’den fazla işçi çalıştırmaktadır. Fakat gelinen aşamada çok şey değişmiştir. İstanbul Sanayi Odası’nın 2009 verilerine göre, Türkiye’nin en büyük 500 şirketinden 31’i MÜSİAD üyesidir. Oysa 2003’te 500 en büyük şirket içerisinde MÜSİAD’ın yalnızca 4 üyesi vardı. 2005’de kurulan ve Fethullah Gülen cemaatine bağlı Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu’nun (TUSKON) ise, 500 en büyük şirket içerisinde 45 temsilcisi bulunmaktadır. Yani İslamcı sermaye baş döndürücü bir hızla büyümüş ve tekelci sermaye düzeyine yükselmiştir. Son senelerde hızla tırmanan holdingleşme, sürecin nasıl bir tempoda ilerlediğini gözler önüne sermektedir. Örneğin, 1995’te 477 olan holding sayısı 2009’da 993’e yükselmiştir. Anadolu kentlerinde kurulu olan holding sayısı 2002’de 144 iken, 2009’da bu sayısı 204’e çıkmıştır.[2] Bu holdingleşme, gerek Türkiye kapitalizminin geldiği düzey gerekse İslamcı sermayenin tırmanışı hakkında önemli ipuçları vermektedir.

İslami sermaye kesimlerinin ana örgütü MÜSİAD’a yaklaşık 5 bin kapitalist üyedir. 15 binden fazla şirkete sahip bu kapitalistler, bir milyonun üzerinde işçi çalıştırmakta ve önemli büyüklükte sermaye yatırımları yapmaktadırlar. MÜSİAD başkanı Ömer Cihan Vardan’ın verdiği bilgilere göre 2009’da yalnızca bir MÜSİAD üyesinin yaptığı sermaye yatırımı 1 milyar dolardır. Vardan, MÜSİAD üyelerini kastederek “çok büyüyenler var” diyor.[3] Nitekim MÜSİAD’ın GSMH içindeki payı 115 milyar doları geride bırakmıştır ki, bu GSMH’nin %15’ine yakın bir orandır. Anadolu Aslanları İşadamları Derneği (ASKON), Fethullah Gülen cemaatine bağlı TUSKON ve İş Hayatı Dayanışma Derneği (İŞHAD) de eklendiğinde, İslamcı sermayenin Türkiye ekonomisi içindeki payının ne denli büyüdüğü daha iyi kavranacaktır.

Bu durum, iktidarının ikinci döneminde AKP ile TÜSİAD’ın neden karşı karşıya geldiğini de izah etmektedir. Başbakan Erdoğan’ın şu sözleri meselenin bamtelinin ne olduğunu gözler önüne seriyor: “İstanbul sermayesi nedense işin başından itibaren bizimle para kazanmada anlaştı, ama siyasette anlaşamadı… Anadolu sermayesini aralarına almadılar… Fakat isteseler de istemeseler de Türkiye’de artık sermaye ciddi manada el değiştirmeye başladı. Bu bizim için çok önemli bir güven kaynağı… Şimdi bu belki de zaman zaman bunları ürkütüyor.”[4] TÜSİAD’ın AKP üzerinde kurabildiği nüfuzun daha önceki hükümetlere göre daha az olduğu açıktır. Nitekim Ali Koç, AKP’nin Doğan Grubuna yönelik baskısını da hatırlatarak TÜSİAD’ın bir toplantısında şöyle diyordu: “TÜSİAD olarak etkimizi kaybediyoruz. Gerektiğinde yumruğumuzu masaya vurmamız lazım. TÜSİAD’ın yönetim tarzını doğru bulmuyorum. MÜSİAD’dan bile daha güçsüz algılanmaya başladık. Onlar daha çok dikkate alınıyor.”[5]

MÜSİAD oldukça aktif ve hazırladığı raporlarla hükümeti yönlendirmeye çalışıyor. Nitekim kalifiye işgücünün yetiştirilmesinden tutun da, araştırma geliştirmeye harcanan paranın arttırılmasına, krize karşı alınacak önlemlere, gıda, bilişim, turizm, sigorta, sağlık, madencilik ve daha başka birçok sektöre kadar raporlar hazırlanarak hükümete sunulmaktadır. Örneğin MÜSİAD’ın 2010’da hazırladığı kapsamlı raporda kapitalistlerin vergi yükünün hafifletilmesi, işgücü maliyetlerinin daha da aşağıya çekilmesi, özel istihdam bürolarının yasallaştırılması, esnek çalışmanın uygulanabilir hale getirilmesi, taşeronluk sisteminin önündeki engellerin kaldırılması istenmektedir. Bu raporda, Danıştay’ın verdiği iptal kararlarından dolayı madencilik sektörünün durma noktasına geldiği söylenmekte ve kısa zamanda sektörün önünü açacak yasal düzenlemeye gidilmelidir denilmektedir. Nitekim tam bir ay sonra AKP hükümeti kapsamlı bir yasayı mecliste kabul etmiş, devlet ormanlarının maden işletmeciliğine açılması da bu yasa kapsamında kabul edilmiş ve madenci kapitalistlerin önü açılmıştır. Verdiği bir mülâkatta MÜSİAD eski başkanı Ali Bayramoğlu’nun AKP’yi kastederek şunları söylemesi manidardır: “Onların ampulünü biz bir manada yakmıştık. Bunların üzerine kendi görüşlerini de bina ederek bir çalışma yaptılar. Bugüne kadar toplumun kabul ettiği ve nasıl güzel oldu, bunları yaptılar denilen her şey bizim ekonomik raporlarımızın içinde çözüm önerileri arasında bulabileceğiniz şeyler.”[6]

Bir tarafta hükümet, diğer tarafta belediyelerce verilen ihaleler üzerinden İslamcı burjuvaziye muazzam sermaye aktarılmaktadır. Özelleştirilen şirketlerin alınmasının yanı sıra, özellikle kentsel dönüşüm projelerinde, metro ve konut inşaatlarında ihalelerden önemli paylar İslamcı burjuvazinin midesine inmektedir. Ayrıca yurtdışında, özellikle de Afrika, Ortadoğu, Kafkasya, Orta ve Güney Asya ülkelerinde yatırım alanları bulunması, ihaleler alınması, ihracat anlaşmalarının imzalanması noktasında hükümet önceliği İslamcı burjuvaziye vermektedir. Artık emperyalist güçler katına yükselen Türkiye sermayesi dünyanın en uçsuz bucaksız bölgelerine ulaşmakta, bu yolda AKP hükümeti de sermayenin önünü açmak için canla başla çalışmaktadır. Son yaşanan krizin de etkisiyle Türkiye’nin Avrupa ülkelerine yaptığı ihracat azalırken, Afrika, Ortadoğu, Güney ve Orta Asya ülkelerine yaptığı ihracatta ciddi bir yükseliş söz konusudur.

Ancak şimdilerde AKP hükümeti eliyle daha kapsamlı, daha örgütlü ve daha hedefli bir doğrultuya sokulan yurtdışına açılmanın temelleri esas olarak İslamcı akımlar tarafından çok önceden döşenmiştir. En başta da Fethullah Gülen cemaati olmak üzere İslamcı akımlar, SSCB’nin dağılmasından sonra Orta Asya ve Kafkasya’dan başlayarak dünyanın dört bir köşesinde okullar açtılar. Girilen yeni dönemin dinamiklerini, ABD’yle yakın ilişkileri olan Fethullah Gülen çok iyi kavramıştır. Şu an itibariyle tam 120 ülkede yüzlerce Türk okulu var. Okulların açılma süreci ve gidilen ülkelerin devlet bürokrasisiyle, kapitalistleriyle kurulan ilişkiler gelecekte yapılacak yatırım ve mal ihracı için temel şartların yerine getirilmesi, yani sermayenin ön hazırlık evresi işlevini yerine getirmektedir.

Nitekim tam da bundan ötürüdür ki, bu zemin üzerine basan İslamcı sermaye kesimleri Afrika’dan Asya’ya uzanan geniş bölgede at koşturuyorlar. Örneğin, TUSKON üyesi Fethullahçı bir kapitalist (Orkide yağlarının sahibi) şunları söylüyor: “Dünyada 120 ülkede Türk okulu var. Oraya gidenler, o okulları kuranlar halkla iç içe olmuş, itibar gören insanlar. İhracatımızda da bu okullardan istifade ediyoruz.” Türk okulları sayesinde ihracat yaptıkları ülke sayısını 80’e çıkardıklarını, bu okulların çok iyi bir referans kaynağı olduğunu belirten bu kapitalist, şunları ekliyor: “Bu ülkelerden tedarikçiler de artık Türkiye’yi tercih ediyor. Örneğin benden yağ alan bir şirket makarna, salça da istiyor, ben de bu konuda onları başka bir Türk şirketiyle tanıştırıyorum.”[7] Sermayenin yurtdışı bürosu işlevi gören bu okulların yanı sıra, kurulan diğer bağlar da düşünüldüğünde –meselâ yalnızca MÜSİAD’ın 40 ülkede toplam 90 irtibat bürosu var– İslamcı sermayenin dışa açılmasının boyutları daha iyi kavranacaktır.

Bu okullar ve bunlar üzerinden İslamcı akımlar, daha çok da Gülen cemaati, Türkiye emperyalizminin misyonerliğine soyunmuş durumdadır. Ümmetçilik kapitalizm ve ulus-devletler çağında içi boş bir söylem olsa da, düşünsel dünyada ulusal sınırların ötesine çıkarak daha geniş düşünmeyi getiren bir perspektife sahiptir. Kaldı ki Türkiye’deki İslamcı kesimlerin ana gövdesi ümmetçilik vurgusu yaparken ve İslam âleminin birliğini savunurken esin kaynağı olarak akıllarında Osmanlı İmparatorluğu vardır. İslami kesimlerin retoriğinde İslam âlemiyle, bu birliği büyük ölçüde sağlayan Osmanlı İmparatorluğu özdeştir. Dolayısıyla İslam âleminin birliği sorununu gündeme getirirken, daima Osmanlı’yı referans alan İslami kesimlerin retoriğinde emperyal bir yan hep olagelmiştir. Bu kesimler Osmanlı’nın torunları olarak yeniden İslam âlemini birleştirecekleri ve İslam’ın o “şanlı günlerini” geri getirecekleri iddiasındadırlar! Buna öncülük yapacak olan ve dolayısıyla da egemen olacak olan ise Türkiye’dir! Bir dönem sürekli olarak “Yeniden Büyük Türkiye”yi kurma vurgusu yapan Milli Görüşçü Erbakan’ın şu sözleri ne demek istediğimizi özetlemektedir: “Müslüman ülkelerle Ortak Pazar kurularak onların ihtiyaçları Türkiye’den karşılanacak ve böylece Türkiye, çok kısa bir zamanda dünyanın en güçlü ülkelerinden birisi olacaktır.”[8] Esas olarak Milli Görüş’ten gelen Erdoğan ve ekibinin ve diğer İslamcı kesimlerin canla başla koşturmasının arkasında böylesi bir misyon vardır. Özetle İslamcı mefkûre, kapitalist arzularla da birleşerek Türk emperyalizminin ideolojik araçlarından birine dönüşmüştür.

Dönüşüm ve sınıfsal ayrışma

1990’ların en karakteristik yanı kimi tarikat mensuplarının yanı sıra bizzat tarikatların kendisinin kapitalist girişimci haline gelmesidir. Meselâ Enver Ören’in başında bulunduğu Işık tarikatı gelinen aşamada TGRT’nin içinde olduğu İhlâs Holding’in sahibidir. Milli Görüş hareketinin geniş kadrolarının geldiği Nakşibendî İskenderpaşa (Zahid Kotku) tarikatının girişimleri ise, kapitalist dönüşüm açısından dikkat çekicidir. Tarikat, ilk dönemler mensuplarının birleşerek şirket kurmasını teşvik etmekte ve böylece etrafına ekonomik bir güç yığmaktaydı. Fakat 1990 dönemecinde bizzat kendisi, elindeki vakıflar aracılığıyla şirketler kurup kapitalist girişimci haline geldi. Tarikat, şirketlerin refah üreteceğini, vakıfların ise bunu dağıtacağını söyleyerek durumu rasyonalize etmeye, meşrulaştırmaya çalışıyordu. Ancak kapitalist piyasanın dayattığı gereklilikler bu söylemlerin bir tarafa atılmasına yol açtı, şirketler ile vakıflar birbirlerinden ayrıştırılarak şirketler Server Holding altında toplandı. Gelinen aşamada Server Holding eğitim, sağlık, iletişim, turizm ve inşaat gibi birçok sektörde at koşturuyor ve büyüyor.

Zahit Kotku’nun yerine geçen Nurettin Coşan’ın oğlu şimdi hem cemaatin hem de holdingin başındadır. Yani yaşanan kapitalistleşme ve bir kapitalist gibi hareket etme zorunluluğu bildik anlamda tarikatları çözmekte ve dönüştürmektedir. Kapitalistleşme ve rekabet tarikat inançlarının gereklerinin revize edilmesini de beraberinde getirmektedir. 2006’daki Kalvinizm tartışmaları sırasında Fethullah Gülen’in “kanaatim o ki bugün, yenilenmesi gereken din değil, dindarlığımız olmalıdır” sözü sürecin ne yönde geliştiğine işaret etmektedir. Örneğin, alabildiğine tutucu olan, modernleşme yönündeki reformlara karşı çıkan tarikatlar, televizyon kanalları kurmakla kalmadılar ve birer kapitalist olarak, dini vurguları geri çekip kendilerini piyasa rekabetinin dayatmalarına uyarladılar. İlk dönemler başı açık kadınlar bu televizyonlarda gözükmezken, ilerleyen süreçte bu tümüyle değişti ve programlar piyasa rekabetine uygun hale getirilecek şekilde revize edildi.

Kapitalizmin en temel özelliklerinden biri içe kapalı toplumsal yapıyı çözerek dağıtması ve kendine uygun bir pazar yaratmasıdır. Kapitalizm gettolarda yaşayan, içe kapalı, tüketmeyen bir toplumu sevmez! Nitekim zenginleşen, tüketimin ve konformist bir yaşamın tadına varan İslamcı kesimler, bizzat bu sürecin bir sonucu olarak bir çözülme içerisindedirler. Tarikat ve cemaat ilişkileri aşınırken, bireyselleşme öne çıkmakta ve fikirler dönüşüme uğramaktadır. Üst kesimleri burjuvalaşan ve bir bölümü de tekelci sermayedar düzeyine yükselen İslamcı kesimler, bu dönüşümün bir sonucu olarak artık zengin muhitlerde, bizzat kendileri için yaptırılan lüks sitelerde oturuyorlar.

AKP’nin yönetiminde yer alan gazeteci Ayşe Böhürler’in İslam ve liberalleşme üzerinde dururken, kendi cenahında yaşananlara ilişkin aktardığı şu gözlemler oldukça çarpıcıdır: “Geçenlerde Anadolu’dan gelmiş bir genç kızın koca adaylarını değerlendirirken ‘İstanbul’daki dindar ailelerin erkek çocuklarının içki kullanmaları beni çok şaşırttı’ sözleri aklıma geldi. Evet dindar ailelerin çoğunun genç kızları örtülü. Ancak bu, kız ve erkek çocukları ile birlikte bu ailelerin İslami bir hayat tarzını benimsedikleri anlamına gelmiyor. Bu mesele elbette sadece içki ile de sınırlı değil. Tüketim anlayışından işçi haklarına, davranışlardan zevklere, birlikte yaşamaktan çalışma kültürüne birçok alanı kapsıyor. Geçenlerde bir vesile ile 1980-90 arası çıkan eski İslami dergilere bakarken o dönem tartıştığımız konuların hiç birisini bugün konuşmadığımızı fark ettim. Bugün kalabalıklar, yükselen bir trend ile popülist bir dini söylemi benimsiyor. Ancak hem entelektüel manada hem de gerçek manada ‘İslam’ ne yazık ki giderek kan kaybediyor.”[9]

Anlaşılacağı üzere, İslamcı kesimlerin zenginleşen unsurları eski mütevazı yaşam tarzlarını geride bırakarak ihtişamlı bir yaşam sürmeye başlamışlardır. Tam da bundan ötürüdür ki, bir zamanlar Kuran’dan hareketle dile getirdikleri “komşun açken sen tok yatmayacaksın” sözleri artık onlar için mazide kalmıştır. Yani sosyal statüdeki değişim, düşünsel dönüşümü de beraberinde getiriyor. Bir zamanlar Kuran’dan genellikle paylaşmaya, dayanışmaya ve adalete dönük ayetleri öne çıkartırken, şimdilerde esas olarak mülke vurgu yapan, zenginliğin bir hak olduğunu söyleyen ve lüks yaşamanın haram olmadığını dile getiren ayetleri öne çıkartıyorlar. Üstelik bu tutum Kuran tercümelerine bile yansıyor. Asıl burjuva biziz diye övünen MÜSİAD’ın kurucu başkanı Erol Yarar şunları söylüyor: “Bazı aşırılıkları gözlüyorum ama bir lokma bir hırka felsefesine de inanmam. Bu bize yutturulmuş bir zokadır! Allah verdiği nimetleri kullarının üzerinde görmek ister. Osmanlı padişahının giyimi Karacaoğlan gibi değil. Ölçü minimum giyinmekse İmamı Azam’ın giyimini nasıl izah edeceğiz? Evi Bağdat’ın en güzel eviydi. Zekâtımı veriyorsam İslam’da kimse niye böyle yapıyorsun deme hakkına sahip olmuyor. Malının tümünü infak [nafaka verip bir kimsenin geçimini sağlama] etmeye Allah’ın Resulü de izin vermiyor. Zannediyoruz ki adam zenginleştiği halde fakir hayatı yaşayacak. Öyle bir şey yok.”[10]

İslamcı kesimler bir dönem Batı özentisi olarak gördükleri sosyal alanlarda, konserlerde boy gösteriyorlar, en pahalı arabalara biniyorlar. Erol Yarar, “artık seyahat biçimi değişti. Batıya batıyı görmeye gidiyorlar” diyerek kültürel dönüşümün de yaşandığını dile getiriyor. Sola kayan İhsan Eliaçık gibi İslamcı yazarlar bu burjuvalaşmayı ve ihtişam içindeki yaşamı sert bir dille eleştirip geçmişe dönük hatırlatmalar yaptıklarında ise, “komünist” ve “Marksist” olmakla suçlanıyorlar. Derinleşen ve netleşen sınıfsal ayrışmadan kaynaklı tabandaki yoksul dindar kesimlerin bu yöndeki eleştirilerden etkilenmemesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Meselâ İslam ve sosyalizm fikrini dile getirenlere Fethullah Gülen şöyle saldırıyor: “Allah indinde hak din İslâm’dır. Bu mesele malum ve müsellem bir hakikat iken, Marks’tan tevarüs edilmiş bir nazariyenin İslâm diye takdim edilmesi, İslâm adına büyük bir gaflet ve cehalettir.”[11]

Aslında bugün olanlar sınıfsal ayrışmanın daha fazla yüzeye çıkmasıdır. 1990’larda İslamcı kesimlerin giderek daha fazla insanın kapitalist haline gelmesi ve var olan İslamcı sermayenin bir kısmının tekelci kapitalist düzeyine yükselmesi siyaseten bir yumuşamayı da beraberinde getirdi. Rejim, başörtüsüyle üniversitelere girilmesini yasakladığında, İslamcı burjuva kesimler kızlarını yurtdışındaki üniversitelere (genel olarak Amerika ve Avrupa) göndererek meseleyi kendi açılarından çözdüler. Aslında bu gelişme, İslami hareket içinde yaşanan sınıfsal ayrışmanın bir başka alanda somutlanmasıydı. Zira İslamcı zenginler kızlarını yurtdışındaki üniversitelere gönderebilirken, tabandaki emekçi kesimlerin böyle bir olanağı yoktu.

İslamcı burjuvalar yıllarca işçilere İslam âleminin yükselmesi için çalıştıklarını propaganda ettiler. Kendileri için hiçbir şey istemiyorlardı! Ekonomik kalkınma, teknolojinin gelişmesi, serbest piyasanın ve iş hayatındaki rasyonalizminin benimsenmesi, Almanlar gibi disiplinli olunması, daha çok ihracat ve çok çalışılıp çok kazanılması hep İslam medeniyetini canlandırmak içindi! Bu propaganda bugün de devam ediyor. Kapitalist kâr tutkusunun yanı sıra, sonradan görme bir açgözlülükle hareket eden bu burjuvalar, işçilerin sosyal ve sendikal hakları olduğunu bile neredeyse kabul etmek istemiyorlar. Örneğin, İslamcı bir görünüme sahip Hak-İş’in uzmanlarından birisi, işçilerin sendikalaşması konusunda TÜSİAD’ın daha olumlu yaklaştığını, ama MÜSİAD’ın tutumunun çok daha kötü olduğunu aktarıyor. İslamcı burjuvalar “İslam’da sendika var mı” diye soruyor ve işçilerin sendikalaşmasına karşı çıkıyorlar.[12] Fakat diğer patronlardan farklı olarak bu karşı çıkışı İslam’a dayandırıyorlar.

Meselâ 1917 Ekim Devrimini ve Avrupa’da gelişen sınıf mücadelelerini “kitlelerin sokaklara döküldüğü, çalkantıların çalkantıları takip ettiği ve dünya çapında sınıf çatışmalarının yaşandığı bir karanlık zaman dilimi” olarak adlandıran Fethullah Gülen, İslam’da sınıf mücadelesinin olmadığını söylemektedir: “İşveren ve işçi ayırımının birer sınıf olarak ortaya çıkışı, iktisadî faaliyetlerin büyük çapta yapılmaya başlandığı dönemlere has bir durumdur ve özellikle de Batı’ya ait bir hadisedir. Çalışma hayatında emeğin kiraya verilmesi ve kiralanması açısından işçi ve işveren tabirleri İslam toplumunda da vardır; ama bu ayrım işçi sınıfı, proletarya, patron ve burjuvazi kavramlarının çağrıştırdığı uygulamalardan tamamen farklıdır. Müslümanların içtimaî hayatında sınıflar arası bir ayrışma, çatışma ve mücadele asla söz konusu değildir. Çünkü İslam toplumu, din kardeşliği esasına, herkesin güttüğünden sorumlu bir çoban olduğu kaidesine ve zerre kadar iyilik ya da kötülüğün mutlaka ötede karşılık bulacağı inancına bağlı bir ahlak üzerine inşa edilmiştir.”[13] Yani İslamcı burjuvazi hâlâ işçi kitlelerini din üzerinden manipüle etmeye, onları bağımsız sınıf çıkarları temelinde örgütlenmekten alı koymaya, “din kardeşiyiz”, “aynı hedef için çalışıyoruz” propagandasıyla dizginsiz sömürmeye çalışıyor.

Ancak gelinen evrede, yükseldiği tekelci düzey itibariyle İslamcı sermaye, eski söylemlerle işçi kitlelerini aldatamaz. Bugün İslamcı burjuva kesimlerin işyerlerinde bir milyondan fazla işçi çalışmaktadır. Tekelleşen modern işyerlerinde İslamcı sermaye ile işçiler karşı karşıya gelmekteler. İslamcı akım ve tarikatların bizzat dönüştüğü ve çözüldüğü bir ortamda yüz binlerce işçiyi bildik demagojik söylemlerle aldatmak eskisine göre çok daha zordur. Belki bir süre daha bazı işçi kesimlerini yanılgıya sürükleyeceklerdir. Ancak kapitalizmin kanunları eninde sonunda diplerde yürüyen sınıf çatışmasını açığa çıkartacak ve bu çatışma gelişecektir.

Dolayısıyla önümüzdeki dönemde İslamcı akım ve tarikatların kapitalist tepesiyle yoksul tabanının ayrışması daha fazla hızlanacaktır. Nitekim sosyalist fikirlerin geçmişe göre İslamcı kimi kesimler içinde daha fazla itibar görmesi, sosyalizme referans veren yazarların İslamcı burjuvaları yerden yere vurarak eleştirmesi ve sükûtu hayale uğrayan yoksul tabanın bir bölümünün bu eleştirilere dikkat kesilmesi bunun bir göstergesidir. Önümüzdeki süreçte İslamcı solcu söylemlerin siyasal arenada daha fazla öne çıkacağı kuvvetle muhtemeldir. Nitekim geniş kitlelerin AKP dışında bir arayış içerisine gireceğini gören Has Parti, doğacak boşluğu doldurmak istemekte ve bu nedenle de sosyal demokrat bir söylemle ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak, bugün AKP’ye oy veren emekçilerin AKP ve İslamcı sermayeyle hiçbir ortak çıkarı yoktur. Eğer geniş işçi-emekçi kitleler bu kesimlere yönelmeye devam edeceklerse, bunun sebebi sosyalistlerin üzerlerine düşen görevleri yerine getirmemeleri olacaktır.

1 Nisan 2011


[1] akt: Sukuti Memioğlu, “MÜSİAD’dan Menzir’e”, Selam gazetesi, 14 Şubat 1994

[2] Kaplanlar “Holding”e Dönüşüyor, capital.com.tr

[3] Vatan, 23 Ekim 2010

[4] Radikal, 10 Eylül 2010

[5] akt: Serpil Yılmaz, Milliyet, 2 Ekim 2009

[6] Milliyet, 10 Nisan 2004

[7] 29 Haziran, zaman.com.tr

[8] akt: Ruşen Çakır, MTSD/İslamcılık içinde, s.561

[9] Ayşe Böhürler, Yeni Şafak, 25 Aralık 2010

[10] Star, 20 Temmuz 2009

[11] Fethullah Gülen, İslam Sosyalizmi, tr.fgulen.com

[12]  akt: Şennur Özdemir, MTSD/İslamcılık içinde, s.842

[13] Fethullah Gülen, Kırık Testi, tr.fgulen.com

İlgili yazılar