İşçi Sağlığı, İş Güvenliği ve Sınıf Mücadelesi Dinamikleri-1
Cem Asyalı, 11 Ağustos 2024

Kapitalist düzen altında emekçiler yalnızca emperyalist ve kapitalist devletlerin yürüttüğü savaşlarda can vermiyor. İşçi sınıfı, kapitalist üretim alanında aslında adı konmamış düşük yoğunluklu, normalleştirilerek kanıksatılan bir savaşla karşı karşıyadır. Mesela dünya genelinde her yıl 3 milyona yakın işçi iş kazalarından ve meslek hastalıklarından dolayı hayatını kaybediyor.[1] Bu korkunç rakam da gösteriyor ki işçi sınıfı aynı savaşlarda olduğu gibi kapitalist üretim çarklarında yok olup gidiyor. Oysa özellikle bugünkü teknolojik gelişme ve yapay zekâ uygulamalarının geldiği düzeyi dikkat alarak söylersek; aslında işçi sağlığı ve iş güvenliği[2] önlemleri çok daha etkin bir biçimde alınabilir, iş kazalarının ve iş cinayetlerinin, meslek hastalıklarının önüne geçilebilir. Etkili önlemleri her ülkede, her sektörde ve her fabrika ya da atölyede uygulamak, böylece iş cinayeti demek olan ölümlü iş kazalarını tamamen önlemek mümkün! Ne var ki üretimin işçiden daha fazla artı-değer sızdırmak ve kârı maksimuma çıkartmak için yapıldığı kapitalist düzende bu önlemleri hayata geçirerek iş kazalarını ve iş cinayetlerini önlemek, meslek hastalıklarının can almasını durdurmak mümkün değildir. Marx’ın belirttiği gibi çalışma süresini kısaltacak, insan hayatını kolaylaştırıp özgürleştirecek teknoloji ve makineler, ne yazık ki kapitalizm altında sömürünün derinleşmesine hizmet etmektedir.[3] Geçerken vurgulamakta fayda var: Kapitalizm altında iş kazalarının ve iş cinayetlerinin tam olarak önlenemeyecek olunması, bu alandaki mücadelenin sonuçsuz kaldığı anlamına gelmiyor. Bu tür mücadeleler olmadan ne işçi sınıfı çalışma ve yaşam koşullarını düzeltilebilir ne de kitleler kapitalist düzene karşı yönlendirilebilir.

Kapitalistin gözünde işçi, bir insan değil kişileşmiş emek-zamandır. Dolayısıyla kapitalist, bu emek-zamana ne kadar el koyarsa artı-değeri de o ölçüde artırmış olur. Bu yüzden teknoloji ilerlemesine ve bugün üretim sürecinde çok daha gelişmiş makinalar kullanılmasına rağmen bu düzende işgünü kendiliğinden kısalmıyor. Kapitalistler daha fazla kâr elde etmek için işgününü uzatmak, ücretler dâhil tüm maliyetleri ise düşürmek isterler. İşçi sağlığı ve iş güvenliği de kapitalistler açısından bir maliyet unsurudur. Dolayısıyla işgününün kısaltılması ve ücretlerin artırılması gibi işçi sağlığı ve iş güvenliği de işçi sınıfının mücadelesinin vazgeçilmez bir parçasını oluşturur. Esasında bu üçü arasında kopmaz bir bağ vardır ve kapitalizmin tarihi de bunu doğrular. İşçi sınıfı mücadelesinin yükselip devrimci bir karaktere büründüğü dönemlerde işgünü kısalmış, ücretler yükselmiş, kapitalistler fabrikalarda daha fazla işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemi almak zorunda kalmışlardır. 1917 Ekim Devriminin başta Avrupa olmak üzere dünyada estirdiği devrimci rüzgârların ve sertleşen sınıf mücadelesinin etkisiyle kapitalistlerin kârlarından nasıl tavizler verdiğini hatırlayalım. Bu dönemde ve ayrıca İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni yasalar çıkartılıp iş hayatı yeniden düzenlenmiş, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinde ileri adımlar atılmıştır. Buradan da anlaşılacağı üzere, işçi sağlığı ve güvenliğinin ne durumda olduğunu belirleyen sınıf mücadelesi dinamikleridir. Bu temel vurguları yaptıktan sonra Türkiye’deki mevcut duruma bir bakalım.

Türkiye’de işçi sağlığı ve iş güvenliği

Türkiye’deki durum, sınıf mücadelesinin düzeyi ile işçi sağlığı ve iş güvenliği arasında kopmaz bağı çıplak şekilde ortaya koyuyor. Sosyalist hareketin zayıf olduğu ve sendikaların mücadeleden uzak durduğu Türkiye’de adeta sermayenin orman kanunları hüküm sürüyor. Ulusal ve uluslararası istatistiki veriler, Türkiye’nin ölümlü iş kazalarında Avrupa’da birinci sıraya oturduğunu, dünya sıralamasında ise ilk 15 ülke içinde yer aldığını gösteriyor.[4] 2012 yılında, dönemin Çalışma Bakanı çıkartılan İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunuyla iş kazalarının önüne geçileceğini iddia etmişti. Oysa İSİG Meclisi’nin 2011 yılından itibaren paylaştığı veriler gösteriyor ki iş kazaları ve iş cinayetleri azalmak bir yana artıyor. Sermayeye ucuz ve savunmasız işgücü sağlayan MESEM uygulamasında ardı ardına çocuk/genç işçilerin hayattan kopartılması, işçi sınıfının nasıl acı bir tabloyla karşı karşıya olduğunu göstermeye yeter.

AKP’nin iktidara gelmesinden hemen sonra Erdoğan, sermayenin ayağındaki prangaları çözeceklerini açıklamıştı. Bunun anlamı İş Yasasından başlayarak tüm çalışma mevzuatının sermaye lehine daha fazla esnetilmesi, işçi lehine yapılmış düzenlemelerin ortadan kaldırılması, işyerlerinde kuralsızlığın daha fazla hâkim olması, güvencesiz ve ucuz emek sömürüsünün önünün alabildiğine açılmasıydı. “AKP’nin 10. Yılı ve İşçi Sınıfı adlı yazımızda bu konuyu incelerken, iş cinayetlerinin nasıl yükseldiğine dikkat çekmiştik: “2003’te sermayenin arzuları temelinde yeni bir İş Kanunu çıkartıldı. Güvencesizlik, belirli süreli iş sözleşmesi, ana işveren/alt-işveren (taşeron) uygulaması getirildi ve çalışma hayatının esnekleşmesi yasallaştırıldı. Taşeronluğun yasal düzeyde önünün açılmasıyla birlikte işyerlerinde üretim onlarca parçaya bölündü ve ana şirkete bağlı olarak çalışan pek çok alt-işveren türedi. Taşeronluk sistemi kadrolu işçiliği tasfiye etmeye başladı. Böylece işçiler, güvencesiz ve çoğunlukla sigortasız olarak belirli bir süre çalışmaya, sözleşmeleri dolunca ise işten atılmaya mahkûm edildiler. Ana işverene bağlı olarak çalışan birden çok taşeronun varlığı, bu taşeronlarda çalışan işçilerin sayısının az olması, sendikal örgütlenmenin önüne fiili ve aslında dolaylı bir yasal engel olarak dikilmeye başladı. Bugün iş kazaları ve işçi ölümlerindeki artışın en önemli nedenlerinden biri taşeronluk sistemidir. Çalışma yaşamında bir karmaşa yaratan bu sistem denetlenmezken, bir an önce sermaye biriktirme derdinde olan taşeron patronlar, hiçbir iş güvenliği önlemi almamaktadırlar. Taşerona bağlı şirketlerde çalışan işçiler daha fazla iş kazası geçirmekte, ana işveren ise bu sistem sayesinde sorumluluğu üzerinden atmış olmaktadır.”[5]

Sermaye sınıfının önündeki tüm engelleri yıkan AKP iktidarının amacı, özellikle kendi etrafında topladığı sermaye kesimlerinin kâr açlığını gidermek ve onların hızlı bir şekilde palazlanmasının önünü açmaktı. Çünkü her ne kadar MÜSİAD içinde birçok tekelci sermayedar vardıysa da, AKP’nin etrafında toplananlar küçük ve orta sermaye kesimleriydi. Teknik/organik bileşeni düşük bu sermaye kesimlerinin rekabette geri kalmamalarının ve kârlarını yükseltmelerinin yolu emek maliyetlerini alabildiğine kısmak ve mutlak sömürü oranlarını artırmaktı. Böylece ücretler baskılanarak, iş hayatında orman kanunları dayatılarak, işçi sağlığı ve iş güvenliği maliyetleri neredeyse sıfıra çekilerek hızlı bir sermaye birikiminin önü açıldı. Büyük inşaat projeleriyle muazzam devlet kaynakları özellikle bu sermaye kesimlerine akıtıldı, doğa talanının önü sınırsızca açıldı ve aradan geçen 20 yılda iri kıyım tekelci sermaye grupları oluşturuldu. Ancak sermaye doymaz bir iştaha sahiptir ve sınırsızca biriktirme/büyüme eğilimindedir. İşte bu yüzden rejimi/devleti arkalarına alarak doğayı talan etmeye devam ediyorlar. İşçi sınıfının ve emekçilerin örgütsüz olmasından, karşılarına dikilip onlara hadlerini bildiremiyor olmasından dolayı daha fazla cesaret alıyor, kibirleniyorlar.

Bu arka plan, 2012’de çıkartılan 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunun neden yetersiz olduğunu, bunun bile büyük ölçüde kâğıt üzerinde kaldığını açıklar. 2013 yılında yürürlüğe girmesiyle birlikte birçok işyerinde iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi çalıştırma zorunluluğu başladı. Fakat 50’nin altında işçi çalıştıran az tehlikeli işyerleri ve kamu kurumları için iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi çalıştırma zorunluluğunun 2014’ten bu tarafa sürekli ertelenmesi bu yasanın tam olarak hayata geçirilemediğini ortaya koyuyor. 2016’da yasanın bu kısmının uygulanmasının bir kez daha ertelenmesi şöyle gerekçelendirilmişti: “Kamu kurumlarında uygulamada yaşanan sorunların giderilmesi, ekonomi açısından küçük esnafların da yer aldığı elliden az çalışanı olan ve az tehlikeli sınıfta yer alan yaklaşık 1 milyon işyeri ve 4,2 milyon çalışanın kapsama girmesiyle, işyerlerinin kendi çalışanları arasından görevlendirmelerine imkân sağlanması açısından zaman tanınması amacıyla…” Görüldüğü üzere yasanın uygulanmadığı işyerlerinde milyonlarca işçi çalışmaktadır.

Tehlikeli, çok tehlikeli ve çalışan sayısının 50’yi geçtiği az tehlikeli sınıfta sayılan işyerlerinde ise iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi çalıştırılması gerekmektedir. Lakin işyerlerinde iş güvenliği uzmanı çalıştırılması zorunluluğu tek başına iş kazalarını ortadan kaldırmıyor. İşyerlerinde gerekli önlem alınmaması durumunda patronlara yönelik para cezası dışında ciddi bir yasal yaptırım uygulanmamaktadır. Kaldı ki gerekli önlemleri tespit edip aldırması ve bunu denetlemesi gereken Çalışma Bakanlığının bunu yapmadığını, yapılanların ise prosedür gereği olduğunu ve kağıt üzerinde kaldığını ilgili kurumlar ve sektör içinde olan bizler çok iyi biliyoruz. Ellerinin serbest olduğunu bilen patronlar, iş güvenliği uzmanının uyarılarını ve önerilerini dikkate almıyorlar. Kârlarını azaltacak önlemleri almak yerine işçilerin yaralanmasını veya ölmesini tercih ediyorlar. Öylesine çarpık bir yasa ve uygulama söz konusudur ki, işyerlerinde önlem aldırma gücü ve otoritesi olmayan iş güvenliği uzmanları, bir kaza durumunda ilk olarak sorumlu tutulmaktadırlar.

İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunuyla birlikte Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri (OSGB) ortaya çıktı. İş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi ve diğer sağlık personellerinin çalıştığı OSGB’lerden işyerleri, fabrikalar yasanın zorunlu kıldığı hizmetleri satın alıyorlar. Böylece hem burjuvazi için yeni bir iş alanı yaratıldı hem de uzman ve hekimlerin kapitalistler üzerinde yaptırım gücü sıfıra indirildi. OSGB’lerde çalışan iş güvenliği uzmanları yasal olarak aylık 11.700 dakikaya (195 saat) kadar görevlendirilebiliyor. Ne var ki bu süre için işyeri sayısı sınırı tanımlanmış değildir. Bu durum OSGB’lerin uzman ve diğer sağlık çalışanlarını çok sayıda işyerinde görevlendirmesine imkân verirken, verimli/etkili önlemlerin alınmasının da önüne geçmektedir. Bu durumu iş güvenliği uzmanlarının çalışma biçimi ve süresi üzerinden açıklayalım. Mesela iş güvenliği uzmanlarının bir işyerinde çalışma süresi çalışan kişi sayısına göre düzenleniyor. Bu süreler çok tehlikeli sınıfta bulunan işyerleri için çalışan kişi başına aylık 40 dakika, tehlikeli sınıfta bulunan işyerlerinde ise 20 dakikadır. OSGB bünyesindeki uzmanlar, çalışan sayısına göre değişmekle birlikte genel olarak 20-40 arası işyerinde çalıştırılmaktadır. Örneğin bir iş güvenliği uzmanı, tehlikeli sınıfta bulunan 20 kişilik 29 işyerinde çalıştırılabilmektedir. Tüm bu işyerlerini düzenli olarak ziyaret etmesi, işçilere eğitim vermesi, çalışma ortamını denetlemesi, eksiklikleri tespit edip raporlaması ve gerekli önlemlerin alınmasını sağlaması beklenmektedir. Bu kadar yoğun çalışan bir iş güvenliği uzmanı bu durumda kendisinden beklenenin ne kadarını yapabilir?

Gerek uzmanlar gerekse OSGB’ye bağlı diğer çalışanlar, çalışma koşulları ve yasal boşluklardan kaynaklı işlerini yapamıyorlar. Hatırlarsak, İstanbul Tuzla’da 2012 Nisanında bir kimya fabrikasında patlama gerçekleşmiş ve patlama sonucunda 3 işçi hayatını kaybetmişti. 5 kişinin çalıştığı bu işyerinde iş güvenliği uzmanı aylık yasal zorunluluk olan yaklaşık 3 saat denetimde bulunuyordu. Bu kadar kısa sürede bir işyerinde iş güvenliğiyle ilgili önlemler alınamayacağı aşikârdır. Ancak yine de yaşanan kazadan iş güvenliği uzmanı sorumlu tutuldu ve tutuklu olarak yargılandı. Çok tehlikeli sınıfta bulunan bu işyerinde bir işçinin bir yıl içerisinde toplam 16 saat işçi sağlığı ve iş güvenliği eğitimi alması gerekiyor. Bu eğitimin 4 saatini işyeri hekimi, 12 saatini ise iş güvenliği uzmanı vermek zorundadır. Fakat böyle bir fabrikada iş güvenliği uzmanının zorunlu olan bu eğitimleri vermesi neredeyse 6 ayı bulmaktadır. Peki, böyle bir durumda iş güvenliği uzamanı işyeri ziyaretinde işçilerin çalışma koşullarını ve işin durumunu ne zaman inceleyip gerekli denetimleri yapabilir? Bu çalışma koşullarında bunların yapılması mümkün değildir. Nitekim gerek iş güvenliği uzmanlarının çalışma saatlerinin yetersiz olması gerekse de gözü kâr hırsıyla dönen patronların işi durdurup işçinin eğitimine fırsat vermemesinden kaynaklı pek çok işyerinde eğitimler kâğıt üzerinde kalıyor, verilmiş gibi gösteriliyor. 16 saat olması gereken eğitim bazen 10 dakika, bazen yarım saat, bazen de bir saattir ve işçi tarafından alınmış gibi imzalatılıyor.

Eğitimlerin mesai saatleri içerisinde verilmesi gerektiği yönetmelikte açıkça belirtilmiş olmasına rağmen, patronlar üretimin durdurulmasını istemedikleri için bu eğitimlerin yemek ve çay molalarında yapılmasını zorluyorlar. Eğitimler birçok işyerinde maalesef bu şekilde düzenleniyor. Bir kaza meydana geldiğinde ise patron “ben işçiye gerekli eğitimleri verdirdim, işçiye uyması gereken kuralları anlattırdım, iş güvenliğiyle ilgili eksiklik olduğunda işçi işi durdurması gerektiğini biliyor ama kurallara uymamış” diyerek suçu işçiye yüklüyor. Elbette işçiler örgütsüz oldukları için işten atılma korkusuyla eğitim aldıklarına dair, önlerine konan evrakları istemeyerek de olsa imzalamak zorunda kalıyorlar. İş kazalarından sonra açılan davalarda görevlendirilen ve aynı zamanda iş güvenliği uzmanı olan bilirkişiler, gerçekte işçilerin ne kadar eğitim alıp almadıklarını bildikleri halde yaptıkları incelemelerde işçiyi kusurlu gösterebiliyorlar. Düşünün, iş kazasında işçi ölmüş ve bilirkişi işçinin eğitimlerinin olduğu veya yaşı gereği bunları bilmesi gerektiği gerekçisiyle kusurlu olduğunu yazıyor ve mahkemede bu yönde kararlar veriyor.

Örneğin kamyon üzerine branda çeken bir işçinin düşüp ölmesiyle sonuçlanan bir kazada bilirkişiler, işçide şu şekilde kusur bulmuşlardı: “Kendisine yüksekte çalışma eğitimi verilmediği, yüksekte çalışması esnasında kullanması gereken kişisel koruyucu donanımların verilmediği ve olay anında ifa etmekte olduğu branda örtünün römork üzerine serilmesi işinin güvenli bir şekilde yapılmasına dair güvenli çalışma yöntemlerinin belirlenmediği ve bu kapsamda gerekli ekipmanların kullanımına verilmediği, ancak yaşı ve tecrübesi gereği kamyon merdiveninden inerken adımlarını dikkatli atarak emniyetli şekilde inmesi gerekirken dikkatsiz davrandığı, iki eli ile her daim merdivene tutunur vaziyette ve bir ayağı ile merdiven basamağına bastığından emin olmadan diğer ayağını bir alt basamağa indirmemesi gerektiği, merdivenden inişi esnasında en az üç uzvunun (iki el bir ayak veya iki ayak bir el) merdiven ile güvenli bir şekilde temasını sağlamadığı, kendi can ve beden sağlığı için yeterli ve gerekli dikkat ve özeni göstermediği gerekçeleriyle tali oranda kusurlu olduğu.” İşçiye hiçbir iş güvenliği malzemesi verilmemiş, yüksekte nasıl çalışacağı anlatılmamış, hiçbir önlem alınmamış ama işçi yaşı gereği orada nasıl çalışacağını düşünmeli ve oradan düşmemeliydi! Kapitalist mantık başka türlü bu kadar net açığa vurulamazdı! Aklımızla dalga geçmek değil de nedir bu? Maalesef aklımızla dalga geçen bu tür bilirkişi raporlarını birçok dava dosyasında görebilirsiniz.

İşyerleri denetleniyor mu?

İşçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin alınması bakımından Çalışma Bakanlığı müfettişleri tarafından yapılan denetimler son derece önemlidir. Ne var ki gerek müfettiş sayısının yetersiz olması gerekse iktidarın işçilerin canını hiçe sayan umursamaz politikaları sebebiyle yeterli denetimler yapılmamaktadır. Yapılan işyeri denetimleri ise son derece yüzeyseldir. Şikâyet üzerine bir işyerine denetim yapıldığında, sadece şikâyet edilen konu incelenmektedir. Müfettişin, şikâyetin dışında gördüğü eksiklikleri denetim raporunda belirtme yetkisi yoktur. “Patronun kârı değil işçinin canı gitsin” anlayışıyla hareket eden Bakanlık, bu konuda iş müfettişlerini sınırlamaktadır. Örneğin şikayet üzerine bir fabrikaya havalandırma sorunuyla ilgili denetime giden iş müfettişi, pres makinelerinde hayati öneme sahip olan sensörlerin olmadığını tespit etmesine rağmen tutanağa ekleyememiş, işyeri yönetimine sadece sözlü uyarıda bulunabilmişti. Bu akıl almaz durumu yani başka konuları incelemeye yetkilerinin olmadığını müfettişler işyeri yönetimlerine açıkça söylemektedirler: “Şikâyet dışındaki eksiklikleri tutanağa yazamıyoruz ama siz gerekli önlemleri alın.” Bu durum patronları koruyup kollamak değil de nedir? Bu açıklama patronların umursamaz açgözlü tutumunu beslemekten öteye geçmemektedir. Yaptırımı olmayan sözlü uyarıları hiçbir kapitalist dikkate almaz. Üzerinde baskı hissetmeyen bir kapitalist, kârını aşağıya çekecek bir önlemi almaz. Çünkü sermayenin gözünde işçi, bir makine parçasından farksızdır. Sermayenin iki ayak üzerine dikilmiş hali olan kapitalistin ne vicdanı ne utanma duygusu ne de empati yeteneği vardır. Onun tek arzusu kârdır.

İşçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin nasıl alınmadığı konusunda bir başka örnek verelim: Denetimler sırasında işyerinde tespit edilen eksikliklerin giderilmesi için patronlara süre veriliyor ve daha sonra tekrar kontrol ediliyor. Tarihleri belli olan denetimler öncesinde patronlar her türlü oyuna başvuruyor ve gerekli önlemler alınmış ya da artık gerek kalmamış gibi gösteriyorlar. Denetim öncesinde fabrikada temizlik ve düzen üst düzeye çıkartılıyor. İş güvenliği riski olan makinalar ya da işler devre dışı bırakılıyor, kullanım dışı olduğu söyleniyor. Kendisine sunulan koşulları sorgulamayan müfettiş (ki genellikle böyle bir sorgulama eğilimleri de yok ve bu, 12 Eylül 1980 öncesinden farklı olarak örgütsüzlüğün bir sonucudur), sorunların çözüldüğünü belirterek denetimi patronlar lehine sonuçlandırıyor. Müfettiş gittikten sonra ise eski düzene hemen geri dönülüyor. Şikâyet olmadıkça tekrar aynı işyerine denetim yapılması pek mümkün olmuyor. Ceza almamasının ve üzerinde baskı hissetmemesinin rahatlığıyla hareket eden patronlar, önlem almıyor ve böylece işçiler meslek hastalıklarına yakalanmaya veya iş cinayetlerinde ölmeye devam ediyorlar.

Sermaye sınıfı yasal engelleri aşmakta uzmanlaşmıştır. Marx, çocuk işçileri 15 saat çalıştırmak isteyen kapitalistlerin yasal engelleri aşmak için başvurdukları oyunlara değinir. Çocuk işçiler sürekli aynı fabrika yerine bir zaman bir fabrikada sonra bir başka fabrikada çalıştırılıyorlardı. Bu öyle bir hâl almıştı ki hangi işçinin nerede ne zaman çalıştığı belli olmuyordu ve müfettişlerin bunları da denetlemesi mümkün değildi.[6] Buna benzer bir örnek verelim: Diyelim ki denetimde boyahane veya kimyasalla ilgili patlama önlemi alınmadığına dair eksiklik yazıldı. Ortada çok tehlikeli bir durum olmasına ve işyeri derhal kapatılarak mühürlenmesi gerekmesine rağmen, eksiklikler olduğu yazılarak konu geçiştiriliyor ve o işyerine uygunsuzluğun düzeltilmesi için süre veriliyor. Süre sonunda ikinci kez denetime gidildiğinde, patronlar, boyahaneyi kaldırdıklarını ve artık burada boya yapmayacaklarını söylüyorlar. Boya işi yapan başka işyerleriyle sözleşmeler imzaladıklarına dair belgeleri müfettişe gösteriyorlar. Denetimden 1-2 gün önce işyerinde boya yaptırılmıyor, kimyasallar kullandırılmıyor. Fabrikadaki boyalar/kimyasallar fabrikanın dışına çıkartılıyor. Bunu gören müfettiş çoğu kez “tamam düzeltmişsiniz” diyerek tutanak düzenliyor. Fakat müfettiş uygunluk raporunu verdikten ve fabrikadan ayrıldıktan hemen sonra üretim eski haline dönüyor, hiçbir önlem alınmadan boya yapmaya devam ediliyor. Böylece iş kazaları kaçınılmaz hale gelirken, haberlerde şunları duyabiliyoruz: Daha önce iş müfettişleri tarafından denetlenen işyerinde patlama oldu!

Başka bir durumda ise işyerinde havalandırma sorunu olduğu tespit edildi. İkinci kez denetime gidilerek eksiliğin devam ettiği görüldü ve işyerine ceza uygulandı. Fakat para cezaları gerçekten de komik rakamlardan oluşuyor. Patron işyerine havalandırma yapmak istese birkaç milyon harcamak zorunda kalacak ve işçileri sömürerek elde ettiği kârları azalacak. Patron kârından olacak değil ya! İşçilerin havasız kalması ve zehirlenmesi kimin umurunda! Bu yüzden birkaç milyon tutarındaki havalandırmayı yaptırmadığı için kesilen 10-15 bin liralık cezayı güle oynaya ödüyor; işçi sağlığı ve iş güvenliği maliyetine gitmesi gereken havalandırma maliyetini kâra dönüştürüyor. Yasada, devam eden eksikliklerin tekrar tespit edilmesi durumunda katlamalı ceza kesileceği söylenmektedir. Fakat hem katlamalı denen ceza gerçekte patronlara geri adım attıracak düzeyde değil hem de uygulanmıyor ve kâğıt üzerinde kalıyor. Kapitalist düzende yasalar patronların çıkarları gözetilerek yapılır ve yukarıdaki durum bunu çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Dolayısıyla işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerini aldırmak isteyen işçi sınıfı, bu yasaların değiştirilmesi için mücadele vermek zorundadır ki bu mücadele aynı zamanda siyasal bir mücadeledir.

İş müfettişlerinin yaptıkları denetimlerin birçoğu maalesef işçilerin sorununa çözüm üretemiyor. Müfettişler işyerlerinde sadece “çalışan temsilcileri”yle görüşme yapmaktadırlar. Fakat bu “çalışan temsilcileri”ni ekseriyetle patronlar belirlemekte ve onlar da genellikle ustabaşıları veya işyeri yönetiminin denetimdeki işçiler olmaktadır. Doğal olarak bu kişiler işyerlerindeki sorunları müfettişlere anlatmıyorlar. Çok açık ki, işçi örgütlerinin ve sendikaların işyerlerinin denetlenmesinde söz sahibi olmadığı, yasalar yeniden düzenlenerek iş güvenliği uzmanlarının ve iş müfettişlerinin yetkileri artırılmadığı, iş güvenliği uzmanlarının ücretlerini patronlardan alması kuralı değiştirilmediği, işçi sınıfı örgütlü bir güç haline gelerek kapitalistler üzerinde baskı kurmadığı müddetçe denetimler her zaman kâğıt üzerinde kalacaktır!

Devam edecek…

[1] https://www.ilo.org/tr/resource/news/yaklasik-3-milyon-kisi-kazalari-ve-meslek-hastaliklari-nedeniyle-hayatini

[2] “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği mi yoksa İşçi Sağlığı ve İşçi Güvenliği mi?” Bu konudaki tartışmalar, elbette kavramların netleştirilmesi, içeriğin daha net ifade edilmesi ve politik mücadeleye uyarlanması bakımından önemlidir. Ancak bu tartışmalar belirli bir eşiği aştıktan sonra, ne yazık ki işçi sınıfının sendikal ve siyasal mücadelesini ileri taşımaktan ziyade akademik bir içeriğe bürünüyor ve asıl zeminden kopuyor. Bunu hatırlatarak, birinci ifadenin daha isabetli olduğunu ve onu kullanacağımızı belirtelim. Aynı şey “İş cinayeti mi, işçi cinayeti mi?” tartışması için de geçerlidir. İşçi sınıfı mücadelesinin sonucunda “iş cinayeti” kavramlaştırması literatüre yerleşmiş, kabul görmüş ve yaygınlık kazanmıştır. Doğru olan da bunu kullanmaktır.

[3] Makine aslında çalışma süresini kısalttığı halde, kapitalist tarzda kullanıldığında işgününü uzattığı; aslında işi kolaylaştırdığı halde, kapitalist tarzda kullanıldığında emeğin yoğunluğunu artırdığı; aslında insanın doğa güçleri üzerindeki zaferi demek olduğu halde, kapitalist tarzda kullanıldığında insanı doğa güçlerinin boyunduruğuna soktuğu; aslında üreticilerin zenginliğini artırdığı halde, kapitalist tarzda kullanıldığında bunları sefilleştirdiği için vb… Marx, Kapital cilt 1, Yordam Yay., s.422

[4] Özellikle ölümlü iş kazalarında Türkiye’nin dünyada kaçıncı sırada olduğuna dair kesin bir veri yoktur. Birçok kaynak ILO’yu referans veriyor ama bu kurum 2015’te bir açıklama yayınlayarak şöyle dedi: “ILO Türkiye veya diğer ülkelerle ilgili iş güvenliği ve sağlığı (İSG) açısından bir sıralama yapmamaktadır. ILO’nun istatistik veri tabanı; madencilik ve taş ocakçılığı sanayilerinde meydana gelen ölümlerle ilgili ve web sayfasından herkesin ulaşabileceği bilgiler içerdiğinden, Türkiye dâhil ülkelerin sıralanmasında dışarıdan kişiler tarafından bu veri tabanının kullanılarak doğru olmayan sonuçlar çıkarıldığı ve kaynak olarak da ILO’nun gösterildiği anlaşılmaktadır.” Bu temelde hazırlanan bazı verilere göre Türkiye ölümlü iş kazalarında dünyada 10 ya da 15. sıradadır. https://www.ilo.org/tr/resource/news/olumcul-kazalarinda-turkiye-siralamasina-iliskin-ilo-aciklamasi, https://www.turksam.org/detay-ulkelere-gore-is-kazasi-ve-olum-oranlari, https://www.turksam.org/detay-ulkelere-gore-is-kazasi-ve-olum-oranlari

[5] Utku Kızılok, https://gelecekbizim.net/akpnin-10-yili-ve-isci-sinifi/

[6] Marx, age, s.282-83

İlgili yazılar