İnsan İnsanın Kurdu Mudur ya da İnsanın Doğası Nedir?

İnsan İnsanın Kurdu Mudur ya da İnsanın Doğası Nedir?

Tüm sınıflı ve sömürülü toplumların insana dair düşüncesi, kapitalizm altında daha kapsamlı ideolojik bir çerçeveye kavuşmuştur. Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda kurumsal din, egemen sınıfın insan anlayışının temel açıklayıcısı ve anlatıcısı olmuştur. Buna göre doğasında bencillik olan insan rekabet eder, çıkarları için savaşır, egemen olmak için kendi türünden olanları öldürür (mesela Kabil’in Habil’i öldürmesi), suça bulaşır, çalar ve günah işler. Kapitalizmle birlikte, dinin yanı sıra, bilim ve teknoloji de modern sömürücü sınıfı oluşturan burjuvazinin hizmetine girmiştir. Biyolojiden antropolojiye, psikolojiden kimyaya kadar bilim, sermayenin egemenliği altındadır ve büyük ölçüde burjuva ideolojisinin aracına dönüştürülmüştür. İnsan türlerini inceleyen birçok burjuva bilimci, son derece tek taraflı bir bakış açısıyla gerçekleri çarpıtmış, insanı bütünsel ve tarihsel gelişimi içinde ele almaktan kaçınmış, insanın yırtıcı bir hayvan olduğunu, öldürmekten zevk aldığını ve bunun da insan doğası olduğunu ileri sürmüştür.[1]

Burjuvazinin egemenliğini meşrulaştırmaya çalışan ekonomi politik ve siyaset bilimi de insanı bencil, bireyci, faydacı ve dolayısıyla sürekli savaş halinde olan bir yapıda sunmaktan geri durmamıştır. Bu konuda, feodal soyluluk karşısında üstün gelmeye çalışan burjuvazinin ve burjuva bireyin yıkıcı rekabetçi karakterini genelleştirerek tüm insana mal eden Thomas Hobbes’un düşünceleri örnek verilebilir. İnsanı kurgusal bir “doğa durumu” içinde gösteren Hobbes’a göre, insanlar bu “doğa durumu”nda eşittirler ama herkes güvenlik gereksinimi duyar, güvensizlikten kurtulmak için başkalarını egemenlik altına almaya çalışır, bu da “herkesin herkesle savaşması” anlamına gelir. Şöyle yazar: “Böylece, insan doğasında üç temel kavga nedeni buluyoruz: Birincisi rekabet, ikincisi güvensizlik, üçüncüsü de şeref. Birincisi, insanları kazanmak için, ikincisi güvenlik için, üçüncüsü ise itibar için istila etmeye iter. Buradan şu açıkça görülür ki, insanlar, herkesi birden korku altında tutacak genel bir güç olmaksızın yaşadıkları dönemde, savaş denilen o durumun içindedirler ve bu savaş herkesin herkese karşı savaşıdır.”[2] Ona göre bu savaştan kurtulup bir düzen kurmanın ve güvenli bir ortam oluşturmanın yolu, herkesin kendi iradesini bir üst iradeye, kolektif bir iradeye yani devlete devretmesinden geçmektedir.

Kapitalist sömürü düzenini ayakta tutmak için oluşturulmuş burjuva devletin sınıflar üstü ve herkesin devleti olduğu yalanının arkasında işte bu tür ideolojik, felsefi anlatılar var. Uygar bir yönetimin yani devletin bulunmadığı kaotik koşullarda “insan insanın kurdur” diyen Hobbes, toplumun derinlerine kök salan burjuva ideolojik söyleminin de kaynağıdır. Bilimden felsefeye, ekonomiden siyasete burjuva ideolojisi, eğitim aracılığıyla sistematik bir şekilde okullarda öğrencilerin düşünce dünyasına kazınmaya çalışılır. Kapitalizm altında teknolojik gelişme, burjuva ideolojisinin mutlak egemenliğinin aracına dönüşür. Bencilliğin, rekabet ve savaşın, egemen olma arzusunun insan doğasından kaynaklandığı anlatısı; medya, basın, sosyal medya, dizi ve filmler aracılığıyla aralıksız topluma aşılanır. Dayanışma, paylaşım, toplum olma bilinci, bireyin iyiliğinin toplumun iyiliğinden geçtiği düşüncesi aşağılanır, saldırıya uğrar.

Rekabet, bencillik, sömürü, savaş, yoksulluk, sefalet, açlık, suç, hırsızlık, ahlaksızlık, yolsuzluk, adaletsizlik, büyük toplumsal trajediler, ruhsal hastalıklar, insanın alçaltılmasına yol açan koşullar… Yani her türlü pisliğin, toplumun bölünüp parçalanmasının, insanın alçaltılmasının arkasında sınıflı toplum yapısı var. Tarihin belirli bir döneminde toplumun sınıflara bölünmesi ve bir avuç insanın toplumun çoğunluğu üzerinde egemenlik kurması, sonu gelmez çelişki ve çatışmalara, rekabete, bencilliğe, savaşlara, köleliğe, kadının ikinci cins konumuna indirilmesine yol açmıştır. Bir sınıflı toplumda çelişkiler ne kadar karmaşık ve keskinse, bunun doğurduğu çatışma da o kadar yıkıcı olur. Nitekim en büyük savaşların 20. yüzyılda yaşanması, birinci savaşta 18, ikinci savaşta ise 70 milyon insanın ölmesi, atom bombasının kullanılması tesadüf değildir. Kapitalizm öncesi hiçbir üretim tarzı, on milyonlarca insanı öldüren dünya savaşları çıkaracak, tüm gezegeni tehdit eden ekolojik kriz yaratacak veya küresel ekonomik çöküşlere yol açacak özelliklere sahip değildi. Kapitalizm bir dünya sistemi yaratırken, aynı şekilde bağrındaki yıkıcı çelişkileri de dünyasallaştırmış ve insanlığın önceki dönemlerinde asla görülemeyecek bir düzeye taşımıştır.

Burjuvazi, bir taraftan kapitalizmin nasıl muazzam bir uygarlık yarattığını propaganda ederken, öte taraftan da bu uygarlığın bağrında büyüyen sorunların, toplumsal eşitsizliklerin ve savaşların kaçınılmaz olduğunu söyler. “Uygarlaşan insanın uygarlık giysisinin altında değişmeden kalan bencillik, rekabet ve savaş arzusu insan doğasının sonucudur” düşüncesi, burjuva kurumların, eğitim sisteminin, medyanın tüm gözeneklerine sinmiştir. Bu düşünce, özellikle eşitlikçi bir toplum savunusu söz konusu olduğunda, korkunç bir hiddetle sahne alır; sömürünün, sınıfların, ezme ve ezilme ilişkisinin olmadığı sosyalist özgür üreticiler toplumunun kurulamayacağı, insanın doğasının buna aykırı olduğu yalanı papağan gibi tekrarlanır. Sosyal Darwinci bakış açısıyla, canlıların evrim süreci ile insan toplumu arasında paralellik kurulur, güçlü olanın ayakta kalmasının, zayıf olanın ise elenip gitmesinin doğal olduğu söylenir. Kuşku yok ki doğada tüm canlıların temel amacı hayatta kalmaktır ama bunu yaparken, kendi ihtiyaçlarının ötesinde özel olarak bir davranış geliştirmezler. Mesela hiçbir yırtıcı hayvan bir kapitalist gibi sermaye biriktirmeyi bilmez. Burjuva ideolojisi her şeyi baş aşağı gösterir. Aslında anlatılan, kapitalist düzendeki sermaye sınıfı arasındaki kıran kırana rekabetten başka bir şey değildir; kapitalist insan evrenselleştirilerek insanlık yerine geçirilir.

Sınıflı toplum yapısı, egemen sınıf düşüncesi ve onun bir aracına dönüşen kurumsal dinler, insan bireylerinin bütünlüklü düşünmesini ve tutarlı sonuçlar çıkartmasını engeller. Düşünce süreci sayısız çelişki ve tutarsızlıkla sakatlanır. Bir taraftan tanrının insanı tüm varlıklardan üstün yarattığı ama öte taraftan aynı insanın günahkâr olduğu, doğasının hayvan doğasından farklı olmadığı ileri sürülerek rekabet, çıkarcılık ve savaş meşrulaştırılmaya çalışılır. Oysa insan ne doğanın ötesinde ve dışında tarih üstü yüce bir varlıktır ne de betimlendiği gibi doğası bencillik, çıkarcılık ve savaş arzusuyla sakatlanmıştır. Her şeyden önce şu soruları sormak lazım: İnsan doğası nedir, insan ile hayvan doğası aynı mıdır ve en önemlisi, değişmeden kalan sabit bir insan doğasından söz edilebilir mi?

Marx, insan ve doğası konusunu 1844 Elyazmaları, Alman İdeolojisi, Grundrisse ve Kapital’de açıklığa kavuşturmuştur. Kapital’de İngiliz felsefeci ve hukukçu Jeremy Bentham’ın ekonomik dogmalarını eleştirirken, çok önemli bir dip not düşer ve şöyle yazar: “Örneğin, bir köpeğe neyin yararlı olduğunu öğrenmek istersek, köpek doğasını incelememiz gerekir. Bu doğanın kendisi, «yararlılık ilkesi»yle kurulabilecek bir şey değildir. İlke insana uygulandığında, bütün beşerî eylem, hareket, ilişkiler vb. yararlılık ilkesine göre incelenip bir hükme varılmak istendiğinde, ilk önce genel olarak insan doğasının, sonra da her tarih çağında değişikliğe uğramış olan insan doğasının incelenmesi söz konusu olur.”[3]

İnsanı hayvandan ayıran nedir? Her şeyden önce insan, toplumsal bir varlıktır. Ama bundan, kimilerinin anladığı gibi, doğadaki hayvanların da sürü topluluğu oluşturması ve kimi türlerin birlikte yaşaması anlaşılmamalıdır. İnsanı toplumsal varlık yapan onun üretimi ve faaliyetidir. Üretim zorunlu olarak işbirliğini gerektirir. İşbirliği olmadan üretim, üretim olmadan da toplum ve son tahlilde insan türü olmaz. Bir insan bireyinin izole üretim yapabilmesinin önkoşulu, insanın bilinçli toplumsal bir varlık haline gelmesidir; bu durumda bile birey topluma bağımlıdır. Marx, üretimin yalıtılmış bireylerce toplumun dışında yapılabileceği düşüncesini eleştirirken, bu düşünce, birbiriyle konuşan canlı bireylerin bulunmadığı yerde dilin gelişebileceği fikri kadar saçmadır der.[4]

Üretim o denli önemlidir ki, Marx, konunun bu yönünü vurgularken şöyle yazmaktadır: “İnsanlar, hayvanlardan bilinçle, dinle ya da herhangi bir başka şeyle ayırt edilebilir” ama gerçekte “İnsanlar kendi geçim araçlarını üretmeye başlar başlamaz, kendilerini hayvanlardan ayırt etmeye başlarlar.”[5] Marx ve Engels’in özellikle altını çizdikleri bu konu son derece önemlidir. Çünkü insanın toplumsal özelliğini ve onu doğadaki diğer canlılardan ayırıp farklı yapan, bilinç kazanmasını ve bir uygarlık kurmasını sağlayan şey üretimdir, emek faaliyetidir. Denebilir ki hayvanlar da üretim yapıyor. Ancak hayvan üretirken bunu bilinçli değil içgüdüsel olarak yapar; üstelik üretim faaliyeti sadece onun biyolojik varlığını üretmesiyle sınırlıdır. “Bir örümcek, dokumacının çalışmasını andıran faaliyetlerde bulunur ve bir arı, bal peteğini yaparken bazı mimarları utandırır. Ama en kötü mimarı en iyi arıdan daha en başından ayırt eden şey, mimarın, peteği balmumundan yapmadan önce kafasında kurmuş olmasıdır.”[6]

Marx’ın tasarıma ve dolayısıyla bilince yaptığı vurgudan da anlaşılacağı gibi, insanın toplumsal bir varlık oluşuyla insanın bilinçli bir varlık olması asla birbirinden kopartılamaz. İkisi aynı anda vardır; biri olmadan diğeri gerçekleşemez. İkisi arasında, sürekli birbirini etkileyip belirleyen diyalektik bir ilişki vardır. İnsan, toplumsal üretim pratiği içinde bilinç geliştirir ve gelişen bu bilinç dönüp onun toplumsal pratiğini daha karmaşık bir boyuta taşır. Bu, sürekli yükselen bir helezondur. Bu durum, aslında altyapı ile üstyapının nasıl karşılıklı bir ilişki içinde olduğunu da anlatır. Bilinç, dil ve üretim ancak toplumsal olarak var olabilir. “Tıpkı bilinç gibi dil de ancak, diğer insanlarla karşılıklı ilişki kurma gereksinmesiyle, zorunluluğuyla ortaya çıkar.” Marx, sözünü ettiğimiz tüm yapıtlarında bilincin önemine dikkat çeker. İnsan, kendi bilincinde olmayla özdeştir; bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan ve dolayısıyla insandan başka bir şey olamaz. Bilinçli bir varlık olan insandaki içgüdü de dönüşüme uğrar. Marx, insandaki içgüdünün bilinçli bir içgüdü olduğunu söyler[7] ama bu, bilincin insandaki doğal dürtüleri kestirmeden silip onun yerini alması değildir. Bu dürtüler, tarihsel süreç içinde, üretici güçler ve üretim ilişkileriyle şekillenen bilinç, toplum ve kültür tarafından sürekli olarak yeniden üretilir, dönüştürülür ve insani bir biçime kavuşur. Özetle bilinç, insanı toplumsal bir varlık yapan yaratıcı faaliyetinden ayrı düşünülemez.

Üretim, çalışma ya da faaliyet insanın yaşam etkinliğidir. Hayvan, kendi yaşam etkinliğini tanıyıp onun bilincine varamaz, faaliyetiyle özdeştir. Oysa insan, kendi yaşam etkinliğinin ve doğa üzerindeki varlığının bilincindedir.[8] İnsan faaliyetiyle doğaya müdahale eder, doğayı dönüştürür ve bunu yaparken kendisini de dönüştür. Üretmek, faaliyette bulunmak insana yeni potansiyeller ve düşünceler kazandırır, aynı zamanda uyuklayan güçlerini harekete geçirir, yaratıcılığını açığa çıkartır. Marx’ın bu konuda Kapital’de dile getirdiği düşünce, insan doğasının anlaşılması bakımından son derece önemlidir: “Çalışma, her şeyden önce, insanla doğa arasındaki bir süreçtir; bu süreçte, insan, doğa ile kendisi arasındaki madde alışverişini kendi çabasıyla yürütür, düzenler ve denetler. Doğanın sağladığı maddelerin karşısında bir doğa gücü olarak yer alır. Doğanın sağladığı maddeyi kendi yaşamında kullanılabilecek bir biçimiyle mülk edinmek üzere kendi canlı varlığının doğal güçlerini, kollarını ve bacaklarını, kafasını ve ellerini harekete geçirir. Kendi dışındaki doğa üzerinde etkide bulunur ve onu değiştirirken, aynı zamanda kendi öz doğasını da değiştirir. Böylece, doğada uyuklamakta olan güçleri geliştirir ve bunların hareketini kendi emri altına alır.”[9]

Marx’ın dikkat çektiği gibi, faaliyetiyle insan, doğayla birlikte kendi doğasını da değiştirir. Emek, insan ile doğa arasında bağ kuran, doğayı dönüştüren ama insanı da toplumsal varlık olarak yaratan faaliyettir. Bu anlamıyla emek, tümüyle ve yalnızca insana ait bir biçim olarak ele alınabilir. “Emek, insanın bütün toplum biçimlerinden bağımsız bir varoluş koşulu, insan ile doğa arasındaki madde alışverişini ve dolayısıyla insan hayatını mümkün kılan ezelî ve ebedî bir doğal zorunluluktur.”[10] Marx, söz konusu çalışmalarında, emeğin ve maddi üretimin insanın özsel niteliğini oluşturduğunu, bilinçli toplumsal bir varlık olarak insanın kendi farklı doğasını yarattığını ve tarihsel gelişim içinde bunu sürekli dönüşüme uğrattığını dile getirir. İnsanın insanlaşma mücadelesi komünist topluma kadar sürecektir.

İnsan, tüm canlılar gibi doğanın parçasıdır, varlığıdır; bundan kaynaklanan doğal yaşam güçleri/potansiyelleri ve gereksinimleri vardır. Cinsellik, açlık, yemek yemek, su içmek, uyumak insandaki doğal fiziksel gereksinimlerdir. Ancak bu doğal güç ve gereksinimlerin dışında, insanın insan olmasından gelen, insanlaşma sürecinde yarattığı, sürekli geliştirip dönüşüme uğrattığı gereksinimleri de vardır. Açlığı gidermek için yemek yemek ya da cinsellik doğal bir gereksinimdir ama günbatımını izleyip şiir okumak, hayvani-biyolojik anlamda bir gereksinim değildir. İnsan türünün, insanlaşmayla oluşturduğu (insan olmak ile toplum olmak özdeştir) bir gereksinimdir ve değişen insan doğasının bir parçasını oluştur.

İnsanlar, tarihin farklı dönemlerinde farklı gereksinimler yaratırlar. Mesela ilkel toplum insanının, ihtiyaç duyduğu gereksinimlerle günümüz insanının ihtiyaç duyduğu gereksinimler çok farklıdır. Günbatımını izlemek, ufukta oluşan renk cümbüşünü, ışığın deniz üzerinde kırılma biçimlerini kendi insani doyumunun parçası yapmak; şiir ya da kitap okuyup müzik dinlemek, dans etmek, konsere gitmek, yazı yazmak, hatta bir kafede kahve içmek ya da bir denizin kenarında yemek yiyerek sosyalleşmek ve tüm bunlardan zevk almak insan doğasına özgüdür. Herhangi bir hayvanın bunları yapması beklenemez. Çok açık ki insan doğasının dönüşüme uğraması ile üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi, bunun bir sonucu olarak üretim, kültür ve toplumların değişen yaşama biçimi arasında kopmaz bir bağ var. Fakat tüm bunların değişen insan doğasının bir parçasını oluşturduğu ve insanın kendisini aynı zamanda kültürel bir varlık olarak yarattığı hemen akla gelmez. Egemen düşünce anlayışının etkisiyle, insan doğası denince, insanların ilk aklına gelen yemek, içmek, cinsellik, uyumak ve benzeridir. Kuşkusuz der Marx, tüm bunlar insani işlevlerdir ama insandaki en hayvani yönlerdir. Üstelik insan tüm bu fiziksel ihtiyaçlarını bile, doğadaki hayvan gibi değil, tarih içinde dönüşüme uğratıp geliştirdiği yeni kültürel kalıplar içinde giderir. Aşkı, şiiri, romantizmi, sanat ve edebiyatı yaratan, bunu sürekli dönüşüme uğratıp yeni biçimler veren insanın cinselliği ile eski toplumların cinselliğinin, yeme, içme veya uyuma biçimlerinin aynı olduğunu kim söyleyebilir? Kuşkusuz iki durumda da fiziksel, doğal bir ihtiyaç karşılanmaktadır ama bu ihtiyacı karşılamanın biçimleri sürekli değişime uğrayıp farklılaşmaktadır, gelişmektedir.

Görüleceği üzere, “insan insanın kurdudur” ve bencillik, savaş ve egemen olma arzusu insan doğasından kaynaklanır düşüncesi, egemen sınıfın ideolojisidir. Gerçekte insanları kendi türüne karşı kurda dönüştüren, bencil ve çıkarcı yapan sınıflı toplum yapısı ve buradan doğan rekabettir. Fakat burjuvazi, bu gerçeğin üzerini örtmek ve emekçi kitlelerin bilincinde çarpılmalar yaratmak için sürekli olarak insanı bencil ve bitip tükenmeyen bir rekabet içinde göstermeye çalışır. Sınıfların, sömürünün ve devletin olmadığı özgür üreticiler toplumu anlamına gelen sosyalizmin kurulamayacağını, insanın bencil doğasının buna uygun olmadığını iddia eder. Ona göre insan yalnızca bencil değil aynı zamanda tembeldir, çalışmayı sevmez. Güya dışsal bir zorlama olmadan insan üretici bir faaliyette bulunmaz ve bu yüzden sosyalizmde kimse gönüllü olarak çalışmak istemeyeceği için sistem başarısızlığa uğrayacak, iflas edecektir. 1917 Ekim Rus Devrimiyle kurulan işçi iktidarının dünyasallaşamayıp çökmesini de sosyalizmin iflasına örnek gösteriyorlar. Oysa SSCB asla sosyalizm olmadı, olamazdı da. Rusya’daki işçi iktidarı, tarihte, ezilen ve sömürülen kitlelerin sınıfsız toplum yolunda giriştikleri mücadelenin en büyüğüdür. Ama son tahlilde bir deneyimdir ve bu deneyim bugün de dünya işçi sınıfına yol göstermeye devam ediyor.

Marx’ın gözler önüne serdiği üzere üretim ve faaliyet, insanı insan yapan temel maddi özelliktir. Yani üretim ve faaliyet insanın bir varoluş biçimidir. İnsanın bir faaliyette bulunması, çalışması, kendisi ve toplum için yararlı bir şey üretmesi onu anlamlı bir varlığa dönüştürür, mutlu eder. Ancak kapitalist düzende işçi sömürülür; kendi yaratıcı emeğinin ve bu emeğin ürünlerinin üzerinde hiçbir söz sahibi değildir. Böylece kendi emeğine yabancılaşır. Yabancılaşma, insanın, özel olarak da işçinin üretim araçlarının ondan çekilip alınması, böylece emeğin varoluş koşullarından kopartılması, emek ürünlerinin ona ait olmaması ve hatta onun karşısına düşman bir güç olarak dikilmesi, dolayısıyla ona yabancı hale gelmesi anlamına gelir. Bu koşullarda işçi kendisine ve topluma yararlı olma arzusuyla dolarak bir faaliyette bulunmaz. Çalışma onun faaliyeti değildir, dışsal bir güç altında, karnını doyurmak ve hayatta kalmak için zorunlu olarak boyun eğdiği tüketici bir şeydir. Fakat kapitalizmin ortadan kalkmasıyla birlikte, toplumun sınıflara bölünmesi ve sömürü son bulacak. Bu toplum yapısının doğurup beslediği her türlü pislik, rekabet, bencillik, savaş da tarihe karışacak. Sınıflı toplum yapısını, sömürüyü ve yabancılaşmayı aşan insanın üretim faaliyeti ve çalışma, o zaman tüm insan bireylerine anlam katacak, zevk verecek!

Marksizm ve Özgürlük

[1] Bu konuda, bu tür bilimcilerin düşüncelerini sergileyen ve eleştiren Erich Fromm’un İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri adlı çalışmasına bakılabilir.

[2] Thomas Hobbes, Leviathan, Litera Yay., s.112-13. Bölüm

[3] Marx, Kapital, Yordam Yay., s.589

[4] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı içinde, Sol Yay.,s 147

[5] Marx-Engels, Alman İdeolojisi, Seçme Eserler içinde, Sol, Yay.

[6] Marx, Kapital, Yordam Yay., s.182

[7] Marx, Marx, 1844 Elyazmaları, V Yay., s.166-168; Marx-Engels, Alman İdeolojisi, Seçme Eserler içinde, Sol, Yay.,s.26 ve s.35

[8] Marx, 1844 Elyazmaları, V Yay., s.79-80

[9] Marx, age, s.181-82

[10] Marx, age, s.56