IMF ve Dünya Bankası’na Karşı Doğru Tutum
Akın Erensoy, 2 Ekim 2004

Dışarıda arama, IMF-DB zaten içeride!

Türkiye gibi ülkelerde ekonomik kriz riski gündemden düşmüyor. Son yıllarda dünya ekonomisinin de genel anlamda bir kriz eğilimi içinde olması nedeniyle bu gibi ülkelerde patlak veren krizler giderek artıyor. Krizlerin etkisi gelişmiş kapitalist ülkelere nazaran daha az gelişmiş Türkiye gibi kapitalist ülkelerde daha yıkıcı oluyor. Bu durum kapitalist dünya ekonomisinin organik yapısından kaynaklanıyor. Krizler gerçekte bir bütün olarak bu sistemin krizleri olmasına rağmen, öncelikle ve en sık olarak sistemin en zayıf noktalarında açığa çıkıyor. Türkiye, Brezilya, Arjantin, Peru gibi ülkeler kapitalist dünya ekonomisi içinde bu tür noktaları oluşturuyorlar.

Krizle birlikte burjuvazinin yaptığı ilk iş emekçi sınıflara saldırmak oluyor. İşçi sınıfının sosyal kazanımlarına dönük saldırılar emperyalist ülkeler de dahil olmak üzere her yerde son sürat ilerliyor. Kapitalistler sınıfı bu saldırıları daha planlı ve programlı yürütmek amacıyla uzmanlaşmış elleri, yani Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (DB) gibi kuruluşları iş başına çağırıyorlar. Devrimci hareketler gelişip kapitalist düzen proletarya tarafından tehdit edildiğinde nasıl ki burjuvazi olağanüstü siyasal rejimlere geçiyor ve bu momentte kimi zaman ordusunu iş başına çağırıyorsa, ekonomik kriz dönemlerinde de uluslararası kuruluşları yardıma çağırmaktan geri durmuyorlar. Zira her kapitalist ülkede yaşanan kriz, her ne kadar o ülkenin sorunuymuş gibi gözükse de, özünde kriz, uluslararası kapitalizmin krizidir.

IMF ve DB gibi kuruluşlar, kapitalist sistemin parasal, mali işlerinin hegemon güç ABD koordinasyonu temelinde yürütülmesi amacıyla oluşturulmuş örgütlerdir. Bunlar şüphesiz önemli örgütlerdir, ancak sistemi yalnızca bu örgütlere indirgemek ya da sistemin günahlarını yalnızca bunlara yıkmak büyük bir yanılgıdır. Mali sermayenin bu zor gün dostu uluslararası kapitalist kuruluşlar, çeşitli ülkelerde burjuvaziye kılavuzluk eder, ona sömürüyü hangi yollardan artıracağını gösterir. Bu amaçla hükümetlere önlemler aldırtır ve hazırladığı programı devreye sokar. Bugüne kadar IMF ve DB’den tekelci sermayenin esaslı bir şikayeti olduğu görülmemiştir. Çünkü bu kuruluşlar zaten mali sermayenin programını hayata geçiriyorlar; uyguladıkları tedbirler paketi, kapitalistler sınıfının zaman zaman bazı itirazları olabilse de, son tahlilde onların sınıf çıkarlarına aykırı değildir. Bir bütün olarak kapitalistler sınıfının, krizin faturasını işçi sınıfına kesme ve emekçiler üzerindeki sömürüyü daha fazla artırma programıdır söz konusu olan.

Hâl böyle iken, Türkiye solunun büyük bir bölümü yanlış bir anti-emperyalist kavrayıştan hareketle IMF-DB gibi uluslararası kapitalist kuruluşları, azgelişmiş ülkelerdeki ekonomik sorunların (krizlerin, azgelişmişliğin, yoksulluğun vs.) esas sorumlusu olarak göstermekte ve Türkiye’yi de adeta sömürge statüsünde, boynu bükük mazlum bir ülke gibi resmetmektedirler. Orta ve küçük mülk sahibi sınıflar ise tekelci sermayenin sopası altında kaldığından, bu kesimler de kendilerince bir IMF karşıtlığı tuttururlar. Küçük-burjuva devrimci hareket ve üniversitedeki kimi sözde solcu akademisyenler de bu kesimlerin çıkarlarını sol yağına bulayarak teorize ederler. Açıkça milliyetçi olanlarından, halkçı devrimciliği ya da ulusal-sosyalizmi savunanlara kadar bu kesimlerin programları yan yana konduğunda renk tonları dışında, özde bir fark olmadığı görülecektir. Yani hepsi de uluslararası kapitalist kuruluşlara küçük-burjuva milliyetçi bir programla karşı çıkıyorlar.

Emekçilere, dışarıdan gelen ve tüm kötülüklerin kaynağı olan bir öcü sunulurken, somut ve yakın düşman, yani içerideki kapitalistler sınıfı unutturuluyor. NATO’yu dışarıda arayanlar, IMF’yi de dışarıda arıyorlar; emekçilerin karşısına çıkartılan soyut ve dışarıda olan bir IMF’dir. Oysa dışarıda aramaya ne hacet, IMF-DB zaten içeride. Uluslararası tüm siyasi ve iktisadi kapitalist kuruluşlar Türkiye’deki tekelci sermayenin de örgütleridir aynı zamanda. Kapitalist sistemin bir parçası olan Türkiye’nin, uluslararası finans-kapitalin kuruluşları olan IMF ve DB’nin üyesi olduğu unutulmamalıdır. Az ya da çok Türkiye’nin de bu kuruluşlarda hissesi var.

İşçi sınıfının devrimci mücadelesi toptan kapitalist sistemi hedef almalıdır. Zira her türlü kurum ve kuruluşuyla ve en önemlisi kapitalist üretim ilişkileri temeliyle emperyalizm bir dünya sistemidir. Onun şu ya da bu kurumunu sistemin bütününden yalıtarak hedef tahtasına oturtmak, ister iyi niyetle olsun ister kötü niyetle, bir hedef şaşırtmacadır. Emperyalizmin bir dünya sistemi olduğunun dışa vurumu olan bu tür kuruluşları öne çıkartmakla yetinenler ülke içindeki bataklığı (kapitalist düzeni) sis perdesi arkasına gönderiyorlar. Bu ise, yarın yükselecek devrimci proleter hareketin önünü görememesi ve burjuvazi tarafından o bataklıkta boğulması anlamına gelir. Tüm kapitalist düzeni hedef alacak enternasyonalist komünist bir perspektife sahip olunmadan, IMF ve DB gibi emperyalist kuruluşlara karşı tutarlı bir mücadele yürütülemez. İşçi sınıfına lazım olan Marksist bir bakış açısıdır; bu ise öncelikle yanlış kavrayışları teşhir etmekten geçiyor.

Ekonomik krizin ve emekçilere saldırıların sorumlusu IMF mi?

Sol dergi ve gazetelerin birçoğu açılıp okunduğunda, emekçilere dönük tüm saldırıların kaynağı IMF-DB olarak sunulmakta, uygulanan iktisadi programları bu kuruluşların emperyalist ülkelerin çıkarları doğrultusunda dayattıkları ileri sürülmektedir. Böylelikle işçi sınıfına politik perspektif olarak sunulan; kötülüklerin kaynağının IMF olduğu, tüm saldırıları IMF-DB’nin gerçekleştirdiği olurken, saldırı programlarının gerçek sahibi Türk tekelci sermayesi gözlerden ırak tutuluyor. Ekonomik krizleri çok sarsıcı biçimde yaşayan Türkiye gibi bir ülkede, emekçi sınıflar haliyle IMF ve DB gibi kuruluşlara karşı daha duyarlı oluyorlar. Hatta çoğu zaman burjuva partileri bile seçim dönemlerinde yığınları aldatmak amacıyla IMF karşıtı kesilmekten geri durmuyorlar. Seçimlerde IMF karşıtlığı puan topluyor. Türkiye solu ise burjuva partileriyle adeta yarışa çıkıyor: “Onlar IMF karşıtı değil, gerçekte biz IMF karşıtıyız.” Oysa burjuva partilerinin ve küçük-burjuvazinin “anti-emperyalist” pozlar kestiği bir ülkede kendine komünist diyenler daha dikkatli olmalı, komünist programı emekçilerin gözünde ayırt edici kılabilmelidirler. Bu ise, emekçilere dönük saldırıların sorumlusunun tek başına IMF-DB olmadığı, bu kurumlar da dahil, esas sorumlunun kapitalistler sınıfı ve sermaye düzeni olduğu gerçeğini teşhir etmekten geçiyor. Ne yazık ki, sol çevrelerin büyük bir bölümünün böylesi bir enternasyonalist komünist perspektifi yok. Ulusal çerçeveden dünyaya bakanlar bütünü değil, parçayı görürler. Stalinizmin komünizm içine zerk ettiği ulusalcı düşünce hâlâ hakim bakış açısı ve kırılabilmiş değildir; bu anlayışın temsilcileri ulusalcı fikirlerini gazete ve dergilerinde yazıp-çizmeye devam ediyorlar. Örneğin:

“IMF-Dünya Bankası programlarında ısrar edildikçe, ekonomi kötüye gitti, krizler birbirini izledi. Şubat’ta çan sesi daha sert ve sarsıcı oldu.”[1]

“… bağımlılığı arttıran ekonomi politikaları, ülkenin krizden krize sürüklenmesinin etkenlerinden biri olurken, patlak veren krizlerle, bir yandan borçlar ve faizler artmış; dışarıya sermaye akışı hızlanmış, ve bu gelişme, işçi ve emekçilere, işsizlik, yoksulluk, açlık ve sosyal hak kısıtlamaları olarak yansımıştır.”

“Özellikle 1980 askeri faşist darbesiyle oluşturulan sosyal-politik ortam fırsat bilinerek dayatılan, IMF-Dünya Bankası reçeteleriyle, ülke daha fazla bağımlı hale getirilmiştir.”[2]

“Emperyalist Davos Zirveleri’nde emperyalist kuruşlarca (IMF-DB, DTÖ) geri ve bağımlı ülkelere dayatılan yıkım programları düşünüldüğünde… Emperyalist tekellerin çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda, denetimlerinde bulundurdukları emperyalist kuruluşlar (IMF, DB, DTÖ) eliyle ülkelerin ekonomilerini çökertirler (Türkiye, Arjantin, Brezilya).”[3]

“Dünya çapında talanın ve yoksulluğun esas örgütleyicileri IMF ve DB’dir… IMF ve DB, bağımlı ülkelerin talanında “ince ayar” yapmakla sorumludurlar. Öyle bir ayar yapacaksın ki, mali “yardım” ve kredi alan ülkelerde ekonomi çökmesin; ödeyememe sorunu patlak vermesin; bütün kaynaklar emperyalist çıkarlara sunulsun.”[4]

Türkiye’de emekçilere dönük saldırıların sorumlusunun IMF-DB olduğu düşüncesi bu sol çevrelerin temel programatik yaklaşımından kaynaklanıyor. Onlara göre ekonomik krizin nedeni de IMF-DB vb. kuruluşlardır. Bu kuruluşlar Türkiye gibi “güllük gülistanlık” ülkeleri bağımlı hale getirip sömürebilmek amacıyla ekonomiyi bozacak, krize sürükleyecek programları ne yapıp edip dayatmakta ve bilahare tüm ipleri ellerine alarak ve ekonomiyi sürekli istikrarsız kılarak Türkiye’yi yağmalamaktadırlar!

Böylelikle, emekçilere dönük saldırıların kaynağını kapitalist sistem ve onun bir parçası olan içerideki tekelci sermaye sınıfı oluşturmuyormuş gibi bir politik anlayış taşınıyor proletaryaya. Bugün sendikalara da bu yanlış kavrayış hakimdir. İşten atılan, ücretlerine zam yapılmayan, sendikasızlaştırılan, sigortasızlaştırılan işçiler tüm bu saldırıların gerçekte bizzat içerdeki sermaye sınıfınca değil, IMF-DB gibi kuruluşlarca yapıldığını düşünüyor. Düşman olarak içerideki, yanı başındaki sömürücü sınıfı değil, dışarıdan gelen ve her şeye burnunu sokan emperyalist kuruluş IMF’yi görüyor. Burjuvazi ise, kendi saldırılarını perdelemek amacıyla kimi zaman IMF karşıtı pozlar takınmaktan çekinmiyor. Sonuçta ise emekçi sınıfların bilincinde, politik bakış açısında yanlış bir yönlenme yaşanıyor. Sol da kendi hesabına sürekli olarak bunu beslemekten geri durmuyor.

Oysa ne ekonomik krizin gerçek sebebi IMF programlarıdır ve ne de proleter yığınlara dönük saldırıların sorumlusu tek başına IMF-DB vb. kuruluşlardır. Ekonomik krizler, ne kötü politikacılardan, ne geri kalmışlıktan, ne kötü iktisadi politikalardan ne de IMF gibi kurumlardan kaynaklanır. Ekonomik krizler kapitalizmin yasasıdır. Hiçbir kapitalist ekonomi krizlerden kaçıp kurtulamaz. Burjuva iktisatçıların her ekonomik yükseliş döneminde artık krizlerden kurtulunduğu şeklindeki iddialarıyla alay edercesine, eninde sonunda kriz kapıyı çalar. Sorunu azgelişmişlikle, kötü politikacılarla ya da kötü ekonomik politikalarla açıklamaya çalışanlar, burjuva düzeni aklamaya ve onun insanlığın çıkarlarına kesintisiz bir büyümeyi sağlayabileceğini savunmaya kendilerini adayan burjuva ve küçük-burjuva ideologlardır. Bu tür faktörler şu ya da bu ülkedeki krizin temposunu, özgül biçimlerini, sıklığını vb. çeşitli ikincil yönlerini açıklamakta bir işlev görebilirler ancak. Kriz, üretici güçlerin gelişme düzeyinin kapitalist üretim ilişkilerine isyan etmesidir. Sistem içi hiçbir düzenleme krizleri ortadan kaldıramaz.

Ama kriz her toplumsal sınıfı aynı ölçüde etkilemez. Kriz kapıyı çalınca, tekelci-burjuvazi faturayı esas olarak emekçilere keser. Tüm IMF programları acı reçeteyi emekçi sınıflara uygulamak ve kapitalistleri yeniden ve üstelik daha kârlı bir üretime sevk etmek üzerine kurulmuştur. Yoğun tensikatlarla, sıfır ücret zamlarıyla, sendikasızlaştırma ve sigortasız çalıştırmayla, budanan sosyal haklarla, tüm temel ihtiyaç maddeleri ve hizmetlere yapılan zamlarla ve ek vergilerle krizin faturası mümkün mertebe emekçi sınıflara ödettirilir. Bununla birlikte, orta ve küçük işletmelerin iflas etmesi sonucunda sermaye yoğunlaşmaya-merkezileşmeye devam eder; büyük sermaye küçükleri yutarak tekelleşmeyi hızlandırır. Kriz büyük sermayenin lehine döndürülür. Burjuvazinin önündeki yapısal dönüşümler, sermayeye yeni yatırım alanlarının açılması, mali piyasaların denetim altına alınması ile emekçilere dönük saldırılar aynı planın içinde uygulanır. Tüm bu süreçlerde tekelci sermayenin imdadına koşan kapitalizmin uluslararası örgütleridir. İşte IMF ve DB gibi uluslararası kapitalist kuruluşlar sermayenin kriz dönemlerindeki olağanüstü ekonomik yönetim biçimini tayin eden merkezlerdir. Bu kuruluşları yardıma çağıran ise bizzat tekelci sermaye ve onun temsilcisi olan burjuva hükümetlerdir.

IMF-DB ve anti-emperyalizm meselesi

Türkiye solunun önemli bir kesimine göre, Türkiye bir tür sömürge ülke (“yeni sömürge” ya da “yarı-sömürge”) olduğundan, emperyalistlerin dayatmaları başarılı olmaktadır. Onlara göre, emperyalistler IMF ve DB aracılığıyla bir sömürü gerçekleştiriyorlar ve programlarını bağımlı ülkelere dayatıyorlar! Sömürgeciliğin yeni araçları bu “eli çantalı” kuruluşlardır! Silahların ve zorun yerini bu “eli çantalı”lar almıştır!

En fazla öne çıkan söylem ise emperyalizme “bağımlılık” meselesidir. Peki bu bağımlılıktan her sınıf aynı ölçüde mi etkileniyor? Eğer emekçilere dönük saldırıların sorumlusu uluslararası finans-kapitalin kuruluşlarıysa ve bunun sebebi Türkiye’nin bağımlı olmasıysa; Türkiye bir gün bağımlı olmaktan “kurtulup” kendi “ulusal ekonomisi”ne sahip olduğunda işçi sınıfı sömürüden kurtulacak ve saldırılar son mu bulmuş olacak? Yine, emekçilere dönük yıkım programlarının sebebi Türkiye’nin bağımlılığı ise, bu durumda emperyalist ülkelerin bizzat kendi işçi sınıflarına dönük saldırı programlarının nedeni nedir; bu ülkeler bağımlı olmadıklarına göre emekçilere dönük saldırıları kimler örgütlüyor? IMF ve DB, İkinci Emperyalist Savaş sonrasında kuruldular; bu kuruluşlar yokken, işçi sınıfına benzer saldırılar yapılmıyor muydu? Kilit sorun olarak kapitalizmin kendisini değil de “bağımlılığı” dillerine dolayanların elbette bu sorulara verecek inandırıcı yanıtları yoktur. İşçi sınıfının sömürüsünün kaynağında kapitalist sistem vardır; IMF-DB gibi uluslararası finans-kapitalin kuruluşları olsa da olmasa da işçi sınıfının sömürüsü ve ona yöneltilen saldırılar devam edecektir. Sanki IMF gelmeseydi saldırılar yaşanmayacaktı gibi bir yanılsama yaratmak komünistlerin işi olamaz.

Daha geçenlerde, tabanını hoş tutmak ve esasında kitleleri uyutmak maksadıyla IMF programlarından vazgeçeceğini, kendi programını oluşturacağını yarım ağız dile getiren AKP hükümeti tekelci sermayeden zılgıtı yedi ve IMF ile yola devam edildi. Üstelik AKP’nin yapmak istediği IMF programlarının özünden vazgeçmek değildi. Bir yandan kendi avenesine daha tatminkâr soygun kapıları açabilmek (ihaleler, yatırımlar, ayrıcalıklar, kadrolaşma vb.), diğer yandan genel olarak küçük ve orta burjuvazinin ağzına bir kaşık bal çalabilmek ve IMF’yi azıcık da olsa (Brezilya örneğinde olduğu gibi) gevşemeye ikna edebilmek maksadıyla efelenmek için söylenmişti o sözler. Elbette böyle yaparak hem görüntü düzeyinde IMF’ye karşı çıkıyor pozu kesmiş oluyor hem de IMF’nin blöfü görmesi durumunda fiiliyatta mostralık bazı sadaka uygulamaları için kaynak yaratarak yoksul yığınları bir de bu yönden aldatmayı hedefliyordu.

Elbette, IMF, DB gibi kuruluşlara karşı mücadele edeceğiz. Ama bunu yaparken bir bütün olarak kapitalist düzeni teşhir etmek, bu kuruluşlarla kapitalizm arasındaki ilişkiyi göstererek kapitalizmin bu kuruluşlara indirgenemeyeceğini ve bunlara karşı mücadelenin ancak Türkiye’deki tekelci burjuvaziyi ve onun egemenlik düzenini bir bütün olarak hedef tahtasına koymaktan geçtiğini ortaya koymak gerekiyor. Nasıl ki Irak’a yönelik emperyalist saldırı ve işgalin gerçek sebebi Bush ve çetesinin özel çıkarları değilse, aynı şekilde ekonomik sorunların ve diğer birçok sorunun da gerçek sebebi IMF ve benzeri kuruluşların kendine özgü çıkarları değildir. Kapitalist düzenin devrimci eleştirisi, emperyalizme “bağımlılığın” ya da IMF gibi kuruluşların yabancılar olarak gösterilmesinin yarattığı milliyetçi duyguların okşanmasıyla sağlanamaz. IMF ve DB uluslararası sermayenin kuruluşlarıdır ve esasında bir tür üst banka, finans kontrol kurumu gibi çalışırlar. Bir bankanın kapitaliste verdiği kredi ve istediği teminatlar ne ise, IMF ve DB’nin de, yardım isteyen ülkelere verdiği krediler ve istediği teminatlar odur; işleyiş aynıdır. Bir bankanın herhangi bir kapitaliste verdiği kredi sayesinde onun üzerinde elde ettiği nüfuz ile IMF’nin çeşitli ülkelere verdiği krediler üzerinden edindiği nüfuz aynıdır; fakat bir banka ancak söz konusu kapitalist üzerinde bir nüfuza sahipken, IMF bir bütün olarak bir ülkenin kapitalist ekonomik işleyişi üzerinde nüfuza sahiptir. IMF, DB gibi üst kuruluşlar aracılığıyla sağlanan bu nüfuz gerçekte uluslararası finans-kapitalin, en çok da sistemin hegemon gücü ABD’nin nüfuzudur. Kapitalist düzen budur; bu, sistemin işleyiş yasalarına denk düşen gayet doğal bir durumdur. Ama küçük-burjuva milliyetçi dar kafalılar Türkiye’yi, sömürge ya da yeni sömürge olarak adlandırmaya devam ediyorlar:

“Emperyalist burjuvazi ve uluslararası sermaye, karşı karşıya bulunulan sorunları aşmak için “yeniden yapılandırma” programları geliştirmekte, emekçilere saldırıları artırmaktadır. Bu, Türkiye gibi bağımlı ülkelerin dış yardım, borç, kredi vb. ilişkilerini de olumsuz etkilemekte ve ağır koşullara bağlamaktadır. Dış koşul ve ilişkiler Türkiye, Arjantin gibi ülkelerde krizi hafifletmemekte, tam tersine ağırlaştırmaktadır. Uluslararası kapitalizmin sorunları bağımlı ülkeler ve Türkiye’ye sömürgeci dayatmalar olarak yansımakta, iflası hızlandırmaktadır.”[5]

“Türkiye ekonomisini “ince ayar”la yöneten IMF ve bu “ince ayar” doğrultusunda verilen mali “yardım” ve krediler, geri ödenebilsin diye düzenleme yapılıyor. Bu düzenleme, ekonomiye ve toplumsal yaşama kapsamlı ve derin müdahaleleri beraberinde getiriyor. Denen şu: İç pazarı (ulusal pazarı) yabancı sermayeye tamamen açın. Korumacılık kaldırılsın. Yabancı sermayenin hareketi hiçbir şekilde yasalarla sınırlandırılmasın, yani istediği yerde ve sektörde istediği gibi yatırım yapabilsin. Emekçi yığınlardan vergi adı altında alınan paralarla kurulan devlet işletmeleri –bunların hepsi halka aittir ve her biri birer ulusal zenginliktir– özelleştirilsin ve yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekilsin. IMF ve DB’ndan mali “yardım” ve kredi almak isteyen bütün bağımlı ve yeni sömürge ülkelere dayatılan koşullar böyle.”[6]

İşte küçük-burjuva bakış açısının ibretlik görüşleri böyle… İşin teorik yanını bir kenara bırakalım şimdilik; önemli olan bu yazılanlardan nasıl bir politik sonuç çıkartıldığıdır. Bu satırları okuyan işçiler, kapitalist sisteme karşı nasıl bir politik bilinçle donanacaktır? Öncelikle söylenen, Türkiye bağımlı ve “yeni sömürge” bir ülkedir. Demek ki, yapılması gereken öncelikle Türkiye’yi bu bağımlılıktan ve “yeni sömürge” durumundan kurtarmaktır! Çıkan politik sonuç budur ve bu çevrelerin kafasında, emperyalizm, bir tarafta emperyalist ülkelerin ve öte tarafta da onların “yeni sömürge”si olan ülkelerin bulunduğu bir dünyadır. Dolayısıyla bu çevrelere göre anti-emperyalist mücadele, kapitalist sisteme karşı bir mücadele değil, şu ya da bu emperyalist ülkeye karşı ulusal ekonominin ve siyasal bağımsızlığın savunulması anlamına gelir.

Emperyalist dünya sisteminde, bu sisteme topyekûn karşı çıkış anti-kapitalist olmayı gerektirir; diğer bir ifadeyle anti-kapitalist olunmadan, yani bir bütün olarak kapitalist sisteme karşı çıkılmadan anti-emperyalist olunamaz. Dünya üzerinde, emperyalist sistemin ilişki ve araçları her yerde egemendir. Sermaye ya bu temelde vardır ya da hiçbir yerde varlık bulamaz. Emperyalizmin, tekelci kapitalizm anlamına gelmesi, dünya ekonomisi içerisindeki tüm kapitalist ekonomilerin şu ya da bu ölçüde tekellerin belirleyiciliği altında işlemesi demektir.

Elbette ki, Amerikan tekelleri veya Alman tekelleri ile Türkiye’deki “yerli” tekeller aynı güçte değillerdir ve rekabette bir eşitsizlik vardır. Ancak sermaye bir bütün olarak işçi sınıfını sömürmektedir. İşçi sınıfının ürettiği artı-değerden daha fazla pay kapma mücadelesi olarak düşünülebilecek olan rekabet mücadelesinde eşitsizlikler işçi sınıfının sorunu değildir. İşçi sınıfı yerlisiyle yabancısıyla, özeliyle devletiyle tüm kapitalistlere ve bir bütün olarak kapitalist düzene karşıdır; mücadele silahını bu düzenin temellerine yöneltmelidir.

Kapitalizm çoktandır organik bir dünya ekonomisine sahiptir. Her kapitalist ülke, bu organik dünya ekonomisi içinde yer alır ve diğerleriyle karşılıklı ve eşitsiz bir bağımlılık içerisindedir. Sorunun özü bu bağımlılığın eşitsiz olması değildir. Kapitalizmin eşitsiz gelişmesi ve kapitalist işbölümü, sermayeyi kaçıp kurtulamayacağı bir bağımlılığın içine sokar. Zaten bu bağımlılık olmasaydı bir organik dünya ekonomisi de oluşamazdı. Sermaye ancak yayılarak ve yeni pazarlara girerek, buralara yuvalanarak varolabilir. Sermayenin bu karakteri, yayılma eğilimi, onun ulusal çitleri aşmasına yol açmış ve sermaye ulusal pazarlardan çıkarak dünyaya yayılmış ve bir dünya pazarı yaratmıştır kendine. Daha 1848’de Marx ve Engels Komünist Manifesto’da sermayenin bu eğilimini gördüler ve bir dünya pazarının kaçınılmaz olarak geliştiğine değindiler.

Hal böyle iken, küçük-burjuva dar kafalıların çıkıp, ulusal pazarın yabancı sermayeye açılmasını ve korumacılığın kaldırılmasını IMF-DB gibi kuruluşların baskısına bağlaması doğru değildir. Ulusal pazarın yabancı sermayeye açılmasını ve korumacılığın kaldırılmasını dayatan kapitalist sistemin bizzat kendisidir. Türkiye’deki tekelci-sermaye sınıfının da istediği budur; korumacılığın kaldırılmasını ve Türkiye’ye yabancı sermayenin çekilmesini isteyen bizzat Türkiye’deki tekelci kapitalistler sınıfının en güçlü kesimleridir. Ayrıca, Türk tekelci sermayesi de dış pazarlara açılmış ve mütevazı ölçülerde bile olsa sermaye ihracına girişmiştir. Korumacılık ya da serbest ticaret gibi konularda çeşitli burjuva kesimler arasında yürüyen mücadele, esas olarak burjuvazinin tekelci kesimleriyle, orta ve küçük ebatlı kesimleri arasındaki bir mücadeledir. İşçi sınıfı kendisinin kim tarafından sömürüleceği ve kendi emeği üzerinden kimlerin hangi yoğunlukta bir sermaye birikimine kavuşacağı ekseninde yürüyen bu tartışmada taraf değildir. Onun görevi sömürünün şu ya da bu biçimi arasında bir tercih yapmak değil, sömürüyü tamamen ortadan kaldırmaktır. Bir yanlış anlamaya fırsat vermemek için şunu da belirtelim ki, elbette işçi sınıfının mücadelesinin çeşitli cepheleri, aşamaları vardır ve mücadelenin gelişim sürecine bağlı olarak genel anlamda sömürüyü sınırlandırma kapsamını aşmayan talepler ve mücadele hedefleri de mevcuttur. Ancak sömürüyü sınırlandırma kapsamına giren bu tür talep ve kısmi mücadeleler hiçbir biçimde sömürücüler arasında tercih yapma boyutunu içeremeyeceği gibi, yine hiçbir surette burjuva ideolojisinin argümanlarıyla temellendirilmeye çalışılmamalıdır.

Yabancı sermayeye karşı önlem alınmasını ve korumacılığı savunanlar asıl olarak burjuvazinin dışa açılamayan daha zayıf kesimleridir. Bu kesimler ulusal kaynakların (yani işçi sınıfının ürettiği artı-değerin) yabancı sermayeye kapatılmasını ve böylelikle bu kaynakları kendilerinin yağmalayarak palazlanma istemlerini dışa vuruyorlar. Onlara göre, devlet kendilerini korumalı ve arka çıkmalıdır! Örneğin özelleştirmelere karşı çıkmalarının nedeni de budur. Devletin sağladığı olanaklardan (kredi, sübvansiyon, vergi indirimi vb.) yararlanmak isteyen bu kesimler, devlet işletmelerinin yabancı ve yerli tekellere devredilmesini değil kendilerini beslemesini isterler. Bu burjuva kesimler, tarihin gidişatını gerisin geri çevirmeye çalışırlar; fakat ne mümkün, bugüne kadarki umutları boşa çıkmıştır. İşte küçük-burjuva sosyalizm anlayışını savunan çevreler, bu burjuva kesimlerin istemlerini işçi sınıfına devrimci politika olarak sunmaya çalışıyor ve kapitalist devlet mülkiyetini, ulusun mülkiyetiymiş, halkın mülkiyetiymiş gibi sunuyorlar. Oysa devlet kapitalistlerin devletidir ve devlet mülkiyeti de kapitalistler sınıfınındır.

Devrimcilik adına, emekçi yığınlara dönük saldırıların tek sorumlusu olarak IMF-DB gibi kuruluşları kapitalist bütünlüğünden kopartarak öne çıkartmak büyük bir yanıltmacadır. Ne Türkiye’deki krizin tek sorumlusu IMF’nin dayattığı iktisadi politikalardır ne de işçi sınıfına dönük saldırıların sorumlusu tek başına IMF-DB’dir. Krizin esas sorumlusu kapitalist düzenin bizzat kendisidir ve krizin faturasını işçi sınıfına kesmeye çalışan da tekelci sermayenin ta kendisidir. Bugün dünyanın her yerinde kapitalist ekonomi genel anlamda bir kriz eğilimi içindedir ve ciddi sorunlarla yüz yüzedir. Emperyalist metropol ülkeler bu sorunları emperyalist paylaşım kavgası temelinde, savaşla çözmeye çalışıyorlar. İşçi sınıfına dönük saldırılar, krizin faturasını emekçi sınıflara ödetme politikası, başta Amerika, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya gibi emperyalist ülkeler olmak üzere dünyanın her yerinde uygulamaya konuyor. Görülüyor ki, tek bir dünya sistemi yaratmış olan dünya kapitalizmi, derin krizlere sürüklendiğinde gelişmiş kapitalist ülkelerde nasıl ki faturayı işçi sınıfına çıkartıyorsa, Türkiye gibi ülkelerde IMF ve DB reçeteleriyle yapılan da özü itibariyle budur. Bu durumda, dünyanın her yerinde proletaryanın savaşması gereken bizzat kapitalist dünya sisteminin kendisidir; işçi sınıfı saldırılarını kapitalist sistemin temellerine yöneltmelidir. 

2 Ekim 2004


[1] Yusuf Akdağ, Türkiye Kapitalizminin Krizi ya da Kapitalizmin Türkiye Krizi, Özgürlük Dünyası, no 113, Eylül 2001

[2]  Yusuf Akdağ, Ekonominin Durumu ve İzlenen Ekonomi Politikalar, Özgürlük Dünyası, no 149, Eylül 2004

[3] Kızılbayrak, s. 26, no 5, 31 Ocak 2004

[4] Teoride Doğrultu, Günümüzde Anti-emperyalist Mücadelenin Bazı Sorunları, no 2, Kasım-Aralık 2000

[5] Yusuf Akdağ, Türkiye Kapitalizminin Krizi ya da Kapitalizmin Türkiye Krizi, Özgürlük Dünyası, no 113, Eylül 2001

[6] Teoride Doğrultu, Günümüzde Anti-emperyalist Mücadelenin Bazı Sorunları, no 2, Kasım-Aralık 2000

İlgili yazılar