Hukukun Üstünlüğü Yalanı!
Utku Kızılok, 1 Kasım 2010

Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi’nin hazırladığı rapora göre, cezaevlerinde bulunan tutukluların sayısı hükümlülerin sayısını geçmek üzere. Cezaevlerine doldurulan 120 bin kişiden yaklaşık 57 bini tutuklu, 63 bini ise hükümlü. Bunun anlamı şu: Cezaları kesinleşmemesine ve hüküm giymemelerine rağmen, 57 bin insan cezaevlerinde bulunuyor. Peki, bu durum yeni mi oluştu? Elbette değil. Başta devrimciler ve Kürtler olmak üzere on binlerce insan, bir kısmı hakkında iddianame bile hazırlanmadığı ve neyle suçlandıklarını bilmedikleri halde, yıllardır hapiste yatıyor. Dört-beş sene, hüküm giymeden cezaevinde esir tutulan ve sonra da “pardon” denilerek serbest bırakılan insanların sayısı hiç de az değil.

Ama bu durum bugüne değin burjuva medyada ve siyaset arenasında gündeme gelmedi, getirilmedi. Şimdilerde konunun gündeme getirilmesinin nedeni ise Ergenekon tutuklularıdır. Statükocu burjuva güçler ve onların yazar-çizerleri, Ergenekon tutuklamaları sonrasında hukuk sever, demokrasi ve özgürlük aşığı kesildiler. Hüküm giymeden cezaevinde tutulan Ergenekoncuları hatırlatıyor, “hukuk devleti”nden söz ediyorlar, “hukukun üstünlüğü” ilkesinin hayat bulması gerektiğini dillendirmeyi pek seviyorlar. Söz konusu olan senelerce tutuklu kalan devrimciler, Kürtler ve emekçiler olunca “hukukun üstünlüğü” tecelli ediyor diyen burjuva güçler, sıra kendi sınıflarından kimselere gelince, şu işe bakın ki “hukuk ayaklar altına alınıyor” diye feveran ediyorlar. Bu ikiyüzlülük bizi şaşırtmıyor, zira burjuva riyakârlığının sınırı yoktur.

TC anayasasında “Türkiye bir hukuk devletidir” diye yazar. Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu, hukuk normları içinde hareket ettiğini dillerinden düşürmeyen egemenler, Kürtlere karşı yürütülen savaşın doruğunda bile “devlet cinayet işlemez” diyorlardı, halen de diyorlar. Fakat şu ironiye bakın ki, devrimcilere dönük saldırılar, en kanlı kıyımlar, Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaş, faili meçhul cinayetler “hukuk devleti” şalı altında yapıldı, yapılmaya da devam ediyor. Dolayısıyla “hukukun üstünlüğü” ilkesi ve devletin herkese eşit duran hukuk normları çerçevesinde hareket ettiği savı su katılmamış bir yalandır.

Dünyanın her köşesinde “hukuk” ve “hukukun üstünlüğü” büyülü kavramlar olarak burjuvazi tarafından sahneye sürülür; emekçi kitleler, devletin daima hukuk normları içinde hareket ettiği yalanıyla aldatılmaya çalışılır. Böylece devlet, sınıfların üstünde yer alan, toplumun genel çıkarlarını koruyan bir örgütlenme olarak sunulurken; mülkiyet ve üretim ilişkilerinden, sınıflardan ve sınıf çatışmalarından muaf, en tepede duran, tarafsız ve saf, kendiliğinden var olan bir hukuk algısı yaratılmaya çalışılır.

Toplum farklı sınıflar ve farklı çıkarlar temelinde bölünmüş olmasına rağmen, siyasal iktidarı elinde tutan egemenler, koydukları yazılı kurallarla, tüm toplumsal ilişkileri kendi sınıf çıkarları temelinde belirler. Bu nedenle hukuk, siyasal ve sınıfsal çıkarların, sınıfsal güç dengelerinin yasalar düzeyinde kendini dışa vurmasından öte bir anlam ifade etmez. Marx’ın da değindiği üzere, hukuk, verili üretim ilişkilerinin, yani kapitalist üretim ilişkilerinin ve burjuvazinin sınıfsal egemenliğinin bir tezahüründen başka bir şey değildir.

Dolayısıyla sınıfsal çelişkilerin üstünde olan, tüm sınıflara ve kesimlere eşit duran bir hukuk yoktur. Kapitalist bir devlette, burjuvaziden bağımsız, tarafsız bir hukuktan-yargıdan söz etmek abesle iştigaldir. Bu gerçeği, düzenin, işçi sınıfına ve Kürt halkına karşı yürüttüğü baskı ve teröre bakarak da, ama aynı zamanda burjuva kesimlerin arasında yaşanan iktidar kavgasının şekillendirdiği siyasal ortama bakarak da görmek mümkündür. İktidar kavgasına tutuşan burjuva kesimler, karşılıklı olarak “hukukun üstünlüğü”ne, “hukuk devleti”ne vurgu yapıyorlar. Fakat aslında hukuk vurgusu burada çıkarların üzerini örten bir şaldan başka bir şey değildir. Her kesim, kendi çıkarlarını egemen kılmak istemekte, buna hukuk kılıfı geçirmeye çalışmakta ve yasaları da kendi çıkarları doğrultusunda yorumlamaktadır. Bu bakımdan, hangi tarafın üstün geleceğini belirleyen “hukuk” değil, bu kesimlerin ne kadar güçlü olduklarıdır, yani güçler dengesidir. Örneğin, parlamentonun cumhurbaşkanı seçmesinin engellenmeye çalışılması ya da türban yasağını ortadan kaldıran yasanın iptal edilmesi, aynı şekilde Ergenekon operasyonu, güçler dengesinin somut siyasal alandaki tezahürüdür.

Aynı yasaları farklı hâkimlerin ve savcıların farklı yorumlaması, Ergenekon kapsamında gözaltına alınan generallerin bir tutuklanıp bir serbest bırakılması… Bunlar, “hukukun üstünlüğü” ilkesi hayat bulamadığı için olmuyor, “hukukun üstünlüğü”nün kapitalist toplumdaki gerçek karşılığı bu olduğu ve hukuku güçler ilişkisi belirlediği için oluyor. Ergenekon’un “paşaları” hastalık numaralarıyla dışarıda keyif çatarken, binlerce devrimci ve Kürt tutsak hapishanelerde çürütülüyor.

Burjuva devlet güçleri Kürt köylerini yakıp yıkarken, polis devrimcileri ve emekçileri sokak ortasında öldürürken ortada gözükmeyen “hukukun üstünlüğü”, söz konusu Ergenekon darbecileri ve provokasyoncuları olunca sahneye iniyor, indiriliyor. Şimdilerde hukuk sever oluveren, hukukun üstünlüğünden dem vuran “özgürlük âşıkları”, her nedense KCK davası kapsamında cezaevlerine doldurulan Kürt belediye başkanlarının ve siyasetçilerinin durumlarını pek ağızlarına almıyorlar. Demek ki, bu “hukukun üstünlüğü” yalnızca ve yalnızca egemenleri kapsamaktadır!

Ama tüm bunlara rağmen, burjuvazi emekçilere “hukukun üstünlüğü” yalanını propaganda etmeye devam etmektedir. Bu “hukukun üstünlüğü” yalanı, aslında soyut “eşitlik” ve “özgürlük” yalanının kardeşidir. Burjuvazi, işçileri ve emekçileri kapitalist toplumda herkesin eşit ve özgür olduğuna inandırmaya çalışır. Toplumda herkes eşittir, özgürdür ve hukukun üstünlüğü ve tarafsızlığı vardır, ama aynı toplum karşıt sınıflara bölünmüştür; bir tarafta sömürenler öte tarafta ise sömürülenler vardır! “Hukukun üstünlüğü” vardır, ama aç kaldığı için simit çalan bir çocuk on yıldan fazla hapis yatar, bankaların içini boşaltan kapitalistler, katil generaller ve polisler ellerini kollarını sallayarak dolaşırlar! Dolayısıyla soyut haklar bakımından eşit olan insanlar, somut-gerçek yaşamda hiç de eşit değillerdir. Soyut düzeyde “eşitlik” ve “özgürlük” gelip kapitalist toplumun sınıflara bölünmüş dünyasına çarpar ve tüm büyüsünü yitirir. Bir tarafta üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan burjuvazi, öte tarafta ise tüm zenginliği üreten, sömürülen ve işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan proletarya! Bu temel çelişki üzerinde yükselen kapitalist toplum, her düzeyde eşitsizlikler ve çelişkiler üretir. Böyle bir toplumda hukuk nasıl tarafsız ve üstün olabilir ki?

İşçi-emekçi kitleler, burjuva toplumda tarafsız ve bağımsız olduğu söylenen yargıya hiçbir şekilde müdahale edemiyorlar. Çünkü burjuva demokrasisi, kitleleri hiçbir şekilde yönetime katmama ve pasifleştirme üzerine kurulmuştur. Yargı-mahkemeler, işçi-emekçi kitlelere parlamento kadar bile yakın değildir. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve diğer mahkemelerin başkanları ve heyetleri kitlelerin seçimleriyle işbaşına gelmemektedirler. Esasında aynı şey diğer devlet kurumları için de geçerlidir. Tüm bu kurumların yöneticileri halkın oyuyla değil, tepeden, bürokratik atama yoluyla göreve gelmekteler. Yani tüm devlet örgütlenmesi yığınların denetiminden uzaktır. Burjuva parlamenter demokrasi, halk yığınlarının her düzeyde siyasal yaşama katılmasına ve aşağıdan yukarıya devletin demokratik bir tarzda örgütlenmesine izin vermez. Ve gelişen her türlü demokratik kitle hareketini boğar.

Mülkiyet, üretim ve sınıfsal ilişkileri düzenleyen hukuk, burjuva toplumda farklı, işçi sınıfının siyasal iktidarı ele geçirdiği bir toplumda ise farklı şekillenir. Gerçek budur! Emekçiler burjuva toplumda yargıya müdahale edemezken, işçi iktidarında yargıyı ve hukuku doğrudan belirleyeceklerdir. İşçi-emekçi kitleler yargı görevlilerini seçebilecek, denetleyebilecek ve gerektiğinde görevlerinden alabileceklerdir. Hukuk ve yargıya yapılan sınıfsal müdahale tümüyle çıplaktır, gözler önündedir. İşçi sınıfı “hukukun üstünlüğü” riyakârlığına başvurmaz, buna ihtiyaç duymaz. Çünkü geniş işçi-emekçi kitlelerin müdahalesine açık olan yargı, kapitalist düzende olduğundan binlerce kez daha demokratik bir işleyişe sahip olacaktır. Bir sınıf organı olarak yargı kurumları, toplumun çoğunluğu tarafından belirlendiği için kapitalist düzendekinden binlerce kez daha meşrudur. Gerek Paris Komünü ve gerekse Ekim Devrimi deneyimleri bu gerçeği gözler önüne sermişlerdir. İktidara gelen işçi sınıfı, burjuva yargı kurumlarını lağvetmiş, demokratik ve devrimci bir hukuk sistemi yaratmaya çalışmıştır.

Soyut “eşitlik”, “özgürlük” ve “hukukun üstünlüğü” yalanlarına işçi sınıfı kitlelerinin karnı tok olmalıdır. İşçi sınıfı bu soyut genellemelere kanmamalıdır. İşçi sınıfı açısından ölçüt, bu soyut genellemelerin anayasada yer alması değil, hak ve özgürlüklerin pratikte ne kadar geniş olduğudur. Hak ve özgürlükler soyut değil somuttur. İşçi sınıfının önüne konan siyasal ve sendikal yasaklar kaldırılmalı, sınırsız grev, toplanma ve basın özgürlüğü sağlanmalı, Kürt halkının demokratik talepleri karşılanmalı, devrimcilerin, Kürt tutsakların ve on binlerce emekçinin hapishanelerde tutulmasına son verilmelidir. Ancak işçi sınıfı bu talepler uğruna mücadele vermediği müddetçe burjuvazi soyut genellemeleri tekrarlayıp duracak, “hukukun üstünlüğü”nden dem vurmaya devam edecektir. Hak ve özgürlüklerin somutluk kazanmasını sağlayacak olan işçi sınıfının mücadelesidir. Ve bu mücadele hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi çizgisinde durmamalı, işçi demokrasisinin kurulması hedefiyle sürdürülmelidir. 

1 Kasım 2010

İlgili yazılar