Hayatını Barış ve Özgürlük Mücadelesine Adayan Sırrı Süreyya Önder’i Uğurladık
Utku Kızılok, 6 Mayıs 2025

DEM Parti İstanbul Milletvekili ve Meclis başkanvekili olan, Kürt sorunu kapsamında Öcalan’la başlatılan görüşmelerde önemli bir görev üstlenen ve İmralı Heyetinde yer alan Sırrı Süreyya Önder, 15 Nisanda kalp rahatsızlığı geçirdi. Aort yırtılması nedeniyle ağır bir kalp ameliyatı oldu ve 18 gün boyunca yoğun bakımda kaldı. Hastaneye kaldırıldığı andan itibaren toplumun farklı ve geniş kesimleri aynı noktada buluştu; başta kızı olmak üzere herkes, yaptığı en güzel şeyi yapmasını, “Sırrı abi”nin direnmesini, müstesna kimliği ve kişiliğiyle üstlendiği rolünü sürdürmesini, barış ve kardeşlik mücadelesine kaldığı yerden devam etmesini arzu etti, iyi dilekte bulundu. Fakat yorgun kalbi, uzun ve yıpratıcı cezaevi yıllarının zarar verdiği vücudu direnemedi ve Önder’i 3 Mayısta kaybettik.

4 Mayısta son yolculuğuna uğurlanan Önder için İstanbul AKM’de bir anma töreni düzenlendi. Törene Önder’in yakınları, neredeyse tüm siyasi partilerin yöneticileri, Kürt halkının temsilcileri, Barış Anneleri, sosyalist parti ve örgütler, sinema sanatçıları ve yönetmenler, müzisyenler, gazeteciler, Türk ve Kürt işçiler/emekçiler katıldı. Salon tıka basa doldu. Aynı anda AKM önünde toplanan binlerce kişi, Önder’in anma törenine sloganlar eşliğinde katıldı.

Önder için hazırlanan sinevizyon gösterimine kitlenin alkış ve gözyaşları eşlik etti. Daha sonra kızı Ceren Önder Kandemir, babasının anısına yazdığı mektubu okudu. Mektubunda babasıyla dertleşen Kandemir, Öcalan ile yapılan görüşmeleri ve barış çabalarını bir sonuca ulaştırmak istediğini, bu yüzden Önder’in kalp ameliyatını ertelediğini söyledi. Sıkça alkış ve sloganlarla desteklenen konuşmasında şunları söyledi: “«İki hafta sonra barış protokolü imzalanacak, sonra rahatız, ameliyat da olacağım. İki haftada ne olacak?» demene kızmak istiyorum. Açlık grevlerine, cezaevlerine, işkencelere… Bir tek kendinle ilgilenmeyişine kızmak istiyorum, yapamıyorum. Bana Kandıra Cezaevinden gönderdiğin bir mektup yüzünden kızamıyorum. «Gidecek yolu olmayan, bir amacı olmayan ama hep yanında olan bir babayı sen istemezdin» demişsin. Şimdi gitmek zorunda olmamanı istemez miydim? «Sana öfke duyanlar için, yoksulluğun ve yoksunluğun öfkesi bu, sakın içinde nefret biriktirme» diyordun. Doğduğundan beri yoksulluk, yoksunluk ve yetimlikle geçen ömründe sen öfkeni nereye sakladın? Ben hiç görmedim. Herhalde kalbine. Bir tek mülk edinmeden, ikinci bir kazağı almadan, kimseden bir şey istemeden, borçsuz ve harçsız, boğazını değil onuru besleyerek yaşadığın bu dünyadan gidiyorsun baba. (…) Bana güzel sesinle okuduğun dizelerle; «Biliyorum, yağmur yağmaz yukarı doğru yeniden/ Acımaz olur silinir gider izi bıçağın, ama hiçbir rüzgâr dolduramaz boş kalan yerini/ Bir yaşamdan ötekine, birlikte uçan turnaların yerini gökyüzünde». Seninle gurur duyuyorum.”

Anmada ayrıca DEM Parti Eş Genel Başkanları Tülay Hatimoğulları ve Tuncer Bakırhan, Barış Anneleri, yönetmen ve senarist Levent Kazak ile Berkun Oya da birer konuşma yaptılar. Anmanın ardından on binlerce kişi, Önder’in cenaze namazının kılınacağı Levent’teki Barbaros Hayrettin Paşa Camii’ne doğru yürüyüşe geçti. Uzun yürüyüş boyunca barışın ve halkların kardeşliğinin dile getirildiği sloganlar atıldı; saatlerce süren yürüyüş barışa ve özgürlüğe duyulan özlemin çığlığına dönüştü. Gelecek Bizim Gelecek Sosyalizm Grubunun da içinde yer aldığı kitle; “Sırrı’ya Sözümüz Barış Gelecek”, “Barış Elçisi Ölümsüzdür”, “Faşizme Karşı Omuz Omuza”, “Yaşasın İşçilerin Birliği, Halkların Kardeşliği”, “İşçilerin Vekili Sırrı Süreyya” sloganlarını kilometreler boyunca yorulmadan, Sırrı Süreyya’ya duyulan minnetle tekrarladı. İkindi namazına müteakip kılınan cenaze namazından sonra, kitle bu kez Önder’in toprağa verildiği Zincirlikuyu Mezarlığına kadar yine slogan ve alkışlarla yürüdü. Önder’in uğruna hayatını adadığı barış, kardeşlik ve özgürlük mücadelesinin sürdürülmesi için kararlılık sözü verildi.

Ezilen, dışlanan, sömürülen kitleler cami avlusunu doldururken, aynı anda rejim partilerinin (AKP-MHP) temsilcileri, Meclis ve MİT başkanı da protokoldeydi. “Sırrı’ya sözümüz barış olacak” diye saatlerce yürüyüp slogan atan ve onu son yolculuğunda yalnız bırakmayan binler, burada da alkışlarını eksik etmediler. Kitle ile devleti temsil eden protokol arasında tam bir karşıtlık vardı. Bu karşıtlık, cami duvarı boyunca uzanan çelenkler söz konusu olduğunda daha da belirginleşti. Sosyalist partilerin ve LGBTİ+ bireylerin çelenkleri ile rejimin iki liderinden biri olan Bahçeli’nin ve İçişleri Bakanının çelenkleri yan yana duruyordu. Kitle ile devlet erkânını temsil eden protokol arasındaki çelişki, imamın cenaze namazını Anti-kapitalist Müslümanların lideri İhsan Eliaçık’ın kıldıracağını duyurmasıyla daha da arttı. İslam’daki eşitlikçi damarın bir temsilcisi olan ve kendini anti-kapitalist olarak tanımlayan Eliaçık, tam bir açgözlülükle devlet kaynaklarını yağmalayan ve Karun kadar zenginleşen İslamcı hareketin bugünkü temsilcileri tarafından aşağılanıp dışlanmıştı. 2013’teki Gezi gösterilerine katıldığı ve AKP hükümetinin politikalarını eleştirdiği için “Gezi imamı” diye küçümsenmişti. Fakat Önder’in vasiyeti gereği cenaze namazını Eliaçık kıldırdı ve onu aşağılayanlar, arkasında saf tutmak zorunda kaldılar. Sırrı Süreyya sonsuzluğa giderken bile ezilenlerden yana tavrını ortaya koydu, şarlatanlara golünü attı.

Farklı dünyaların, egemenler ile ezilenlerin karşıt pozisyonda olduklarının bilincinde olarak aynı noktada buluşmasını sağlayan Sırrı Süreyya Önder’in kişiliği, kimliği ve verdiği barış mücadelesiydi. Kürt sorunu çözülsün, barış ve kardeşlik daim olsun diye “çözüm süreci”nde (2013-15) görev üstlendiği için dün “terörist” diyerek onu cezaevine gönderenler, bugün “Anadolu’nun bağrından çıkmış” birisi olarak övüyor ve cenazesine koşturuyorlar. Rejim, Kürt sorununda yeni bir arayışa girmemiş olsaydı, kuşkusuz iktidar sözcüleri anma törenine ve camiye koşturmaz, ezilen ve sömürülen kitlelerin sloganlarını yutkunarak dinlemek zorunda kalmazlardı, ama kaldılar. Bununla birlikte, başka hiç kimse, aynı konumda olsaydı bile, Sırrı Süreyya Önder’in oynadığı rolü oynayamazdı.

Sırrı Süreyya Önder: Sosyalist bir bilge kişi

Bazı insanları tanımlamak, toplumda ve tarihte tuttukları yeri bütünlüklü şekilde ifade etmek zordur. Çünkü müstesna olan bu insanlar, sayısız kimliği kendi kişiliklerinde birleştirip bir sentez yaratırlar; zor olan da bu sentezde ifadesini bulan kişiliği tanımlamak ya da betimlemektir. Sırrı Süreyya Önder de onlardan biriydi. Her şeyden önce, insanlığın sömürü ve zulümden kurtulması için mücadele eden sosyalist bir insandı. Ancak Anadolu topraklarının kadim kültürlerinden süzülen bilgi birikimini kendi kişiliğinde yoğurmuş ve bunu hayatın pratiğine uygulamış bir sosyalistti. Aynı zamanda bu toprakların kendine özgü mizahını olağanüstü bir yetenekle harmanlamış, bunu söze ve yazıya dökmüş bir söz ustası, bir sosyalist sanatçıydı. Pek çok insan onu modern Nasrettin Hoca olarak tanımlar ki bu tanım yerindedir!

Tüm insanların eşit ve özgür olması gerektiği düşüncesini öylesine içselleştirmişti ki; ezilenlerin demokratik haklarını büyük bir haklılık ve yoğun duyguyla savunuyordu. Bu da ona hem güç veriyor hem de sözünün tesirini artırıyordu. Bu yönüyle Hrant Dink ile aynı kumaştan olduğu söylenebilir. Kürt halkının demokratik talepleri karşılanmadan, bu topraklarda barış ve kardeşlik olmayacağını biliyordu. İşte bu yüzden, hayatını halkların barışı ve kardeşliği mücadelesine adadı. Oysa istese, yeteneği ve sanatı sayesinde rahat bir hayat sürebilirdi; ama zenginliği, malı mülkü elinin tersiyle itti. Kızının deyimiyle boğazını değil, onurunu doyurdu.

Biyografisine kısaca bakıldığında, hayatının acı ve mücadeleyle yoğrulduğu görülür. Önder, 7 Temmuz 1962’de Adıyaman’da Türkmen bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Bir berber olan babası aynı zamanda bir sosyalistti ve o dönemde Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) Adıyaman il başkanıydı. Daha doğduğu andan itibaren sosyalist kavramlarla ve toplumsal mücadelenin zorluklarıyla tanıştı. Babasını 8 yaşındayken kaybetti. Annesi, Önder ile dört kardeşini alıp baba evine taşındı. Yoksulluk ve geçim sıkıntısı nedeniyle Önder’in çocuk işçiliği dönemi başladı. Fotoğrafçı çıraklığı yaptı, lastikçide çalıştı ve 16 yaşında Sıtma Savaş ve İlaçlama Teşkilatında işçi oldu. Ancak genç bir sosyalist olan Önder, dönemin Milliyetçi Cephe hükümetinin politikaları nedeniyle işsiz kaldı.

Lisede, 1978’deki Maraş Katliamını protesto ettiği için tutuklanıp cezaevine atıldı. Ancak sömürüye ve zulme karşı mücadelesinden asla vazgeçmedi. Liseyi Adıyaman’da tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesine girdi. Fakat ikinci sınıftayken, 12 Eylül 1980 askeri darbesi gerçekleşti. Bir devrimci, bir sosyalist olduğu, sömürüsüz ve savaşsız bir dünya istediği için cuntacılar tarafından bir kez daha tutuklanıp cezaevine gönderildi. Faşizmin zindanlarında ağır işkence gördü. Mamak, Ulucanlar ve Haymana cezaevlerinde toplam 7 yıl ağır koşullarda kaldı. 1987’de tahliye olduktan sonra hayatını sürdürmek için mevsimlik tarım işçiliğinden uzun yol kamyon şoförlüğüne kadar pek çok işte çalıştı.

Direngen olmayı, zorlukların üstesinden gelmeyi ve en kötü koşullarda bile irade gösterip engelleri aşmayı, daha çocukluğundan itibaren öğrendi. Sırrı Süreyya Önder tarzındaki insanların ortaya çıkması için sayısız koşulun bir araya gelmesi gerekir. Kuşkusuz bunun birinci koşulu, kişinin yetenekli ve zeki olması yani böyle bir hamurla doğmasıdır. Ancak bu yetmez. Kişinin içinde yetiştiği aile ve çevre de son derece önemli bir rol oynar. Daha da önemlisi şudur; uzun ve zahmetli bir mücadeleyle kişinin kendini eğitmesi, dönüştürmesi ve yetiştirmesi gerekir. Verili koşulları aşıp hayattaki tüm zorlukların üstesinden gelerek yeni bir şey yaratmak ancak bu şekilde mümkündür.

Önder, baba tarafının hep sosyalist, anne tarafının ise Nurcu olduğunu söylemekteydi. Sosyalist bir babaya ve sosyalist öğretmen amcalara sahip olan Önder’in zihni, erken yaşta sosyalist fikirlerle şekillenirken; aynı zamanda Nurcu olan dayısı sayesinde dini eğitim aldı. İslam tarihini, duaları, menkıbeleri, toplumun ortak hafızasına kazınmış anlatıları, bu dünyanın dilini ve kodlarını öğrendi. Farklı dünyaların birleştiği bu ilginç akrabalık yapısının, onun ülkenin toplumsal kodlarını çözmesinde önemli bir katkısı olduğunu ifade ediyordu.[1]

Neticede, kimse ona altın tepside bir şey sunmamıştır. Okumaya ve araştırmaya olan muazzam tutkusu sayesinde, doğup büyüdüğü dünyanın bilgi birikimini dönüştürmüş, sentezlemiş ve zamanla bir bilge kişiliğe ulaşmıştır. Tayfun Atay’ın ifadesiyle, “Sırrı Süreyya hem topraktan öğrenip hem de kitaplı bilendir.” Anadolu’daki kültürleri, dinleri, bu kültür ve dinlere ait söylenceleri, ifadeleri aynı düğüm noktasında, aynı kişilikte birleştirmek ve bunları sentezlemek olağanüstü bir iştir, nadir rastlanan bir yetenektir. İşte Sırrı Süreyya Önder, o nadir olanı başarmış; sosyalist bir insan, bir bilge, bir entelektüel, bir senarist, bir yönetmen, bir oyuncu, bir söz ustası, bir nüktedan ve bir politikacı olabilmiştir.

Goethe, sanatçının işinin yaratmak olduğunu söyler ama sanatçı neyle yaratacaktır? Heybesindeki kültürel çeşitlilik, düşünsel derinlik ve deneyim zenginliği onun yaratım gücünün sınırlarını belirler. Bazı sanatçılar teknik olarak mahir olabilirler. Bir zanaatçı gibi iş görürler; ortaya çıkan eser belirli kalıplar içinde işlenmiş ve estetik bir biçim kazanmıştır ancak derinliğe ulaşamazlar. Oysa büyük sanatçı derinlere iner; insanı, tüm çelişkileriyle birlikte içinde yaşadığı toplumla kavrar. O çelişkileri nedeniyle insanı aşağılamaz, aksine çelişkilerin çözüm yönünü gösterir; gerinin içindeki ilerici öğeyi çekip öne çıkarır ve gidilecek yolu belirler. Sırrı Süreyya Önder’i geniş kitlelere tanıtan Beynelmilel filminde tüm bu özellikler görünür hale gelir: “İçerisinden çıktığı ve işte onu «topraktan-öğrenen» yapan memleketine varoluş borcunu ödeme girişimi gibidir bu güzeller güzeli film… Adıyaman düğünlerinin ayrılmaz parçası yerel müzisyenler, «Gevendeler»in hayatını buluruz ön plânda. Ama filmin asıl vurgusu, Türkiye’nin bir karanlık dönemine işaret etmek üzere arka plânda akıp giden sosyopolitik manzarada belirginleşir.”[2]

Önder, henüz daha bu filmi yapmadan, 2005’te Cüneyt Özdemir’e verdiği bir röportajda, 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle hesaplaşmanın ne denli önemli olduğunu, bu hesaplaşmayı yapmayan toplumlun demokratik haklar konusunda sağlıklı tutum alamayacağına işaret ediyordu. Önder’in filmi yayınlandıktan hemen sonra, 1 Şubat 2007’de kaleme aldığımız değerlendirmemizde şöyle demiştik:

“Beynelmilel’in senaristi, filmin iki yönetmeninden birisi olan ve aynı zamanda filmde oyuncu olarak da yer alan Sırrı Süreyya Önder. Önder, 1980 darbesinden sonra yaklaşık 8 yıl faşizmin hapishanelerinde yatmış. Belki ki film, Önder’in yaşam öyküsünün bir parçası. Nitekim film, Önder’in memleketi Adıyaman’da geçiyor. Film, Adıyaman’da gevende denen ve esas olarak çalgıcılıkla yaşamlarını kazanan insanların üzerinden açılıyor. Beynelmilel, faşist rejimin toplumu nasıl bir cendereye soktuğunu, baskı ve kaba zorbalığın toplumsal yaşamın her alanına nasıl sindiğini trajikomik bir dille anlatıyor. Fakat her ne kadar filmde komedi öğesi öne çıkıyor ve sürükleyici bir unsura dönüşüyorsa da, esasında film bir trajedi. Kahramanların yaşamındaki trajedi ile filme konu olan olayların gelişmesiyle yaşanan trajedi iç içe sunuluyor. Ancak daha baştan söylemek gerekirse, yönetmenler, yaşanan trajedilerden çıkış yolunu filmin sonunda oldukça anlamlı bir mesajla gösteriyor. Devrimci mücadeleye ve devrimcilere küfür etmiyor; solu övüyor ve mütevazı bir şekilde de olsa safını net bir biçimde ortaya koyuyor. (…) Yıllar sonra 12 Eylül faşist rejiminin bu tarz filmler vesilesiyle sorgulanması ve burjuvazi tarafından silinen tarihsel hafızanın geçmişten film kareleri aktarılarak tazelenmesi oldukça önemlidir. Shakespeare, «koca bir ateş yakmak isteyenler, cılız saman yığınlarını tutuşturmakla işe başlarlar» demişti. Umarız bu filmler cılız saman yığınlarını tutuşturur ve devamı gelir.”[3]

Önder, hayatının en verimli döneminde, sömürüsüz bir dünya ve barış için çok şey yapabilecekken hayata veda etti. Öcalan ile İmralı’da yapılan görüşmeler sonrasında verdiği bir röportajda, barış getirmenin zorluğunu Walter Benjamin’in Tarih Meleği metaforuyla anlatmıştı: “Bu meleğin yüzü geçmişe çevrilidir… Bize bir olaylar zinciri olarak görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Burada biraz daha kalmak istiyor melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek için. Ben de şu üç günlük dünyada bu melek gibi çekip gitmeden bunları yapmak istiyorum ve bunları yapmak isteyenlerle de bir arada olmak mutlu ediyor beni. Melek bunu başaramıyor, çünkü cennete çağrılıyor ve ölüm diye bir şey yok onun hayatında. Bense, barışı görmek istiyorum… Yürüdüğüm yol da bana daha çok yürü diyor. Türküdeki gibi. Ömür bir nefes arası… Her kişi hayatını anlamlandırmaya çalışır. Barışla ve özgürlükle anlamlandırmak hoştur. İnsana yakışandır. Bazen bir insan ömrünü aşar. Bizden önce hayatını buna adayanlara da borcumuzdur.”[4]

O da ömrünü aşanlardan oldu. Barış, halkların kardeşliği ve sömürüsüz bir dünya için verdiği mücadeleyle, geride bıraktığı mirası ve yaşamıyla, Türk ve Kürt işçilerin, ezilenlerin ve sosyalistlerin kalbinde yaşamaya devam edecek.

Beynelmilel: Baharı Karşılamak

[1] https://www.youtube.com/watch?v=z90PcfVTpo0; https://www.evrensel.net/haber/552390/yasamini-yitiren-sirri-sureyya-onder-kimdir

[2] https://www.tele1.com.tr/agaclar-ayakta-olur-sirri-sureyya-onder

[3] Utku Kızılok, Beynelmilel: Baharı Karşılamak, https://gelecekbizim.net/beynelmilel-bahari-karsilamak/

[4] https://bianet.org/haber/sirri-sureyya-onder-uzun-bir-gelecegi-dusunuyoruz-305831

İlgili yazılar

Akın Erensoy, 15 Ağustos 2009
Akın Erensoy, 21 Eylül 2003
Gülhan Dildar, 4 Mayıs 2016