“Hayatı Seviyorlardı” kitabı, İkinci Dünya Savaşında Nazi işgali altındaki Fransa’dan yükselen direnişin sesini bugüne taşıyan bir mektup derlemesidir. Etienne Fajon’un bir araya getirdiği bu mektuplar; Fransız Komünist Partisi üyelerinin, genç kadın ve erkek işçilerin, sendikacıların, avukatların ve aydınların idam edilmelerine saatler kala yazdıkları son satırlardan oluşuyor. Savaşsız ve sömürüsüz bir dünya için dövüşen insanların ölüm karşısındaki cesaretini ve kararlılığını kayda geçiriyor; okuru, mektubu yazıldığı ana, o en yoğun zamana götürüyor. İnsanlık düşmanı Hitler faşizminin ölüme mahkûm ettiği komünistler arasında, henüz 17 yaşında, benim gibi gencecik insanlar da var. Mektupları okurken, insanın duygulanmaması, gözyaşlarını bırakmaması, ölüme saatlere kala mektup yazanların o anını düşünüp onlarla özdeşleşmemesi mümkün mü?
1 Eylül 1939 yılında Hitler liderliğindeki faşist Almanya, Polonya’yı işgal ederek Avrupa’yı ve dünyamızı korkunç bir savaşın içine sürükledi. Oysa birinci emperyalist yağma savaşının üzerinden daha 20 yıl geçmişti. İnsanlık, bir kâbusun kara bulutlarını dağıtamadan, çok daha karanlık günlere adım attı. Hitler yönetimi, halkın tüm yaşam alanlarını faşist propaganda ve baskıyla şekillendirdi. Emekçileri, Almanların üstün ırk olduğuna, komünistlerin, sosyalistlerin, muhaliflerin, Yahudilerin yok edilmesi gerektiğine inandırmak için eğitim sistemini, gazeteleri, radyoları ve kültürel kurumları kullandı. Başta işçi sendikaları, sosyalist parti ve örgütler başta olmak üzere tüm muhalif örgütler yasaklandı; on binlerce insan tutuklanıp kamplara gönderildi. Boyun eğmeyenler, bilim insanları, sosyalistler, Yahudiler kurşuna dizildi.
1940’ta Fransa işgal edildi. Kuzey şehirleri doğrudan Nazi kontrolüne girerken, güneyde kurulan Vichy hükümeti faşist işgalcilerin emrine girdi. Alman askerleri günlük yaşamda hâkimiyet kurdu; okulları, fabrikaları denetledi. Sokaklar propaganda afişleriyle dolduruldu, radyo yayınları Nazi propagandasının aracına dönüştürüldü.
Umutsuzluk ve karamsarlık toplumu etkisi altına almıştı ama aynı zamanda Hitler faşizmine karşı mücadeleyi, örgütlü ve silahlı direnişi seçenler de vardı. Faşizme karşı direniş gün geçtikçe büyüdü. Kadın ve erkek işçiler, gençler, komünistler, sendikacılar, aydınlar, sıradan insanlar, partizanlar olarak örgütlenip hem işbirlikçi hükümetin hem de faşist Alman işgalcilerin karşısına dikildiler. Yeraltında gizlice bildiriler basıldı, fabrikalarda üretim yavaşlatıldı, yollar ve lojistik hatlar sabote edildi. Bu eylemlerle birlikte faşizme karşı direniş, partizanlar öncülüğünde kolektif bir karakter kazandı.
Türkiye’de Pencere Yayınları’nın bastığı “Hayatı Seviyorlardı” kitabında sayısız mektup var. Bu direnişin, sayısız partizanın faşizme karşı mücadelesini ölümsüzleştiriyor. En karanlık dönemde bile, birilerinin çıkıp bu karanlığı yırtmak için mücadele ettiğini, bu uğurda hayatlarını verdiklerini ortaya koyuyor. Eğer onların ve sayısız kuşağın sömürüsüz dünya mücadelesi olmasaydı, insanlık belki de çok daha karanlık günlerin yaşandığı bir çukura yuvarlanacaktı. Onlar hayatlarını verirken, gelecek kuşakların daha iyi yaşamasını ve kendilerini de unutmamasını istiyorlardı.
Havacı, sendikacı ve sonra belediye başkanı olan Jean Grandel, boşuna olmadığını bilerek ölüme gittiğini ve geride kalanların cesaretle yaşamaya devam etmesi gerektiğini yazıyor son saatinde: “Louise sevgilim, sevgili Jannou’muz için yaşayacaksın bundan böyle. Ben nasıl öldüysem öyle. Cesaretle yaşamak gerekiyor. Ben halkın iyiliği için yaşadım; ölümümün boşa gitmeyeceğini bilerek, bu uğurda ölüyorum. Geleceği her zamankinden çok güvenim var. Görev yerine getirildiğinde, ayrılık zor değil.”
Kimya işçileri sendikasının sekreteri René Perrouault, insanlığın gelecekte kapitalizmin zincirlerinden kurtulacağını söyleyerek, insanlığın kurtuluşu yolunda mücadele ettiğini yazıyor: “İnsanlığın kurtuluş yolunu hep bilinçle izledim; bütün ömrümü özgürlüğe ve insanlığın ilerlemesine adadım. Bu çabaya katkıda bulunmuş olmaktan gurur duyuyorum, yarın kapitalizmin zincirlerinden kurtulacak bir dünyada, daha güzel günler doğacak.”
Birçok devrimci/partizan, çocuklarının dürüst, cesur ve mücadeleci insanlar olmasını ister ve eşlerine bu doğrultuda düşüncelerini yazar. Makine işçisi ve aynı zamanda kâğıt-karton işçileri sendikasının sekreteri Désiré Granet eşine şunları yazıyor: “Benden hep istediğin gibi, cesurum ve ölümden korkmuyorum. Yavrumuzu benim gibi sev sen de; yürekli ve namuslu bir insan yetiştir; hatırama sadık ol. Senin kimsesiz kalmayacağına emin olarak gidiyorum; annem, babam ve arkadaşlarımın duyduğun acıya katlanmanda sana yardımcı olacaklardır.”
İtalyan kökenli, İspanya iç savaşında faşistlere karşı savaşırken yaralanan, gençlik örgütlerinde çalışma yürütmüş olan muhasebeci Marcel Bertone, ölüme yürürken kızına nasihatte bulunur, mektubunun dördüncü maddesinde ona mücadeleyi öğütler: “Hayata irade gücü ve ihtirasla sarıl. Soylu ve yüce işler için kendini feda etmeye hazır ol. Yaptığın fedakârlığın yersiz, boşuna olduğuna seni inandırır gibi görünen şeylere kapılıp yolundan dönme.”
Metal işçisi Maurice Lacazette, ölüme giderken bile dağ yürüyüşlerinin hayalini kuruyor: “Çantalar sırtımızda, gençliğimizdeki gibi yola koyulmak! Alpler, Pireneler, Bretanya… Tuhaf, insan tam öleceği zaman hayatta neler özleyebiliyor.” Bu satırları okurken Nâzım Hikmet’in Yaşamaya Dair şiiri geliyor aklıma:
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Kitapta, daha 17 yaşında olan Guy Môquet’in mektubuna da yer veriliyor. Kurşuna dizilmeden önce ailesine gönderdiği mektupta, Moquet şunları yazıyordu: “Öleceğim! Sizden istediğim, özellikle senden anneciğim, cesur olmanızdır. Ben cesurum ve benden önce gidenler kadar cesur olmak istiyorum. Elbette yaşamak isterdim. Ama bütün kalbimle dileğim o ki, ölümüm bir işe yarasın. (…) Umarım elbiselerimin hepsini sana yollarlar, Serge’e yarayabilirler belki ve o da herhalde bir gün onları giymekten gurur duyar. (…) On yedi buçuk yıl; hayatım kısa geçti! Hiçbir şeyden pişman değilim, sizlerin hepinizi bırakıp gitmekten gayri.”
Fernand Zalkinov, Paris’te okuyan, Almanca öğretmeni olmayı hayal eden bir gençti. Fransız Komünist Partisi Gençlik Örgütü üyesiydi ve 19 yaşında kurşuna dizildi. Kurşuna dizilmeden hemen önce şöyle yazıyordu: “Hayatta bir şey uğruna, her zaman büyük bir aşkla hizmet ettiğim, dâva uğruna yaşamış ve ölmüş olacağım. Hayatımı feda ettiğime de hiç yanmıyorum. Boşuna olmayacağını biliyorum çünkü.”
Bir genç olarak Zalkinov’un ölüm karşısında cesur ve gelecekten umutlu olması, bize yaşamın anlamını sorgulatıyor, sorgulatmalı! İnsanlığın büyük davası uğruna mücadele ederek ancak öz saygımızı kazanabilir ve saygı görebiliriz.
Georges Wodli ise bir demiryolu işçisi, komünist ve sendikacıydı. 1942’nin Kasımında tutuklandı ve 2 Mayıs 1943’te asılarak idam edildi. Ölümün eşiğinde, sehpaya çıkarken celladına haykırıyordu: “Hayatım ezilenlerin, acı çekenlerin kurtuluşu için mücadeleyle geçti. En son düşüncem kader olsun. Yoldaşlar uğruna yaşadığım ve uğruna ölmeye hazır olduğum yüce partimizdedir.”
1915 Ermeni kırımından kaçıp Fransa’ya yerleşen, Fransız Komünist Partisine katılan, Göçmen İşçiler Örgütü üyesi olan ve faşist işgale karşı direnişte önemli bir rol oynayan Misak Manuşyan’ın eşine yazdığı mektup da kitapta yer alıyor.
Direnişçilerin mektupları, ölümün gölgesinde bile ideallere ve insanlığın büyük davasına sarsılmaz bağlılığın belgesidir. Onların cesareti, kararlılığı ve fedakârlığı, geçmişin gölgesinde parlayan bir ışık gibi bugüne yansıyor!
“Hayatı Seviyorlardı” okurken, faşizmin ne büyük bedeller pahasına durdurulduğunu ve özgürlük mücadelesine adanmış hayatların nasıl da büyük saygıyı hak ettiğini düşündüm. Her satırda, ölüme rağmen yılmayan bir ruhun, dayanışmanın ve özgürlük arzusunun sesi yankılanıyor. Bu ses bugün hâlâ kulaklarımızda çınlıyor ve fısıldıyor: “Mücadele etmeye devam edin!”
Ehrenburg’un “Fırtına”sı: Faşist Barbarlığın, Körleşmenin, Savaşın ve Direnişin Öyküsü