Halka Dayanan Jakobenizm, Tepeden İnmeci Kemalizm
Utku Kızılok, 1 Aralık 2010

Türkiye’de yaşanan siyasal dönüşüm, kavgaya tutuşan burjuva kesimler arasındaki ideolojik mücadeleyi de kızıştırıyor. Liberal kesimler, Kemalizmin ve bu bağlamda da CHP’nin tepeden inmeci, halkı küçümseyen, elitist siyasal düşüncesini ve eylemini olumsuzlamak amacıyla ona Jakobenizm damgası vuruyorlar. Böylece Jakobenizm kavramı olumsuz bir içerikle dolduruluyor, halktan kopukluğu ve tepeden inmeci yaklaşımları açıklamak üzere sahneye sürülüyor.

İşçilerin, emekçilerin, yoksulların, kısacası geniş halk kitlelerinin desteğine dayanan, hatta bu halk kitlelerinin ileri itmesinin bir sonucu olarak daha da radikalleşen bir burjuva devrimciliği ile halktan ölesiye korkan, onu küçümseyen ve sürecin dışına iten ve cebir yoluyla baskılayan tepeden inmeci sınırlı bir burjuva devrimciliği aynı olabilir mi? Birincisi Jakobenizm, ikincisi ise Türkiye’deki özgün formuyla Kemalizmdir. Jakobenizm, Fransa’da 1789’da başlayan ve geniş halk yığınlarına dayanan muazzam bir toplumsal devrim sürecini, Kemalizm ise devlet bürokrasisinden gelenlerin hayata geçirmeye çalıştığı tepeden biçimsel dönüşümleri temsil eder. Dolayısıyla Kemalizm, Jakobenizmin Türkiye’deki bir izdüşümü olmadığı gibi, onun karikatürü bile değildir. Liberal ideologlar, devrim düşüncesine duydukları nefretle tarihsel olayları baş aşağı çevirerek Jakobenizmde Kemalizm sureti keşfediyorlar.

Tarihsel gerçeklerin bu şekilde tahrif edilmesi ve Kemalizmin Jakobenizm katına yükseltilmesi, doğaldır ki suçlamadan ziyade bir iltifat yerine geçer. Nitekim bundan ötürüdür ki, cumhuriyet ve laiklik vurgusunu öne çıkartan Kemalist kesimler Jakobenizm yakıştırmasını canı gönülden kabul etmektedirler. Böylece bu kesimler, aslında kitlelerin aktif bir şekilde katılımının ve devrimciliğinin bir yansıması olan Jakobenizm olgusunun ardına saklanarak Kemalizmin halktan kopukluğunu ve tepeden inmeciliğini gözlerden gizlemeye çalışıyorlar.

Bu anomaliye bir katkı da sosyalist kılıklı Kemalist kesimlerden (en bariz örneği SİP-TKP’dir) gelmektedir. Kemalizmde, onda olmayan pek çok şeyin yanı sıra Jakobenizm de keşfeden bu solcular, liberallerin eleştirilerine yanıt getirirken ve Jakobenizmi savunur gözükürken esasında Kemalizmi savunmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Tepeden inmeci Kemalizmin cumhuriyetçilik ve laiklik anlayışıyla, kitlelerin devrimci eyleminin bir sonucu olan ve bu eyleme göre şekillenen Jakoben cumhuriyetçilik ve laiklik anlayışını bir ve aynı saymak, buradan hareketle de Jakobenizm üzerinden Kemalizmi savunmak kabul edilemez. Bunu yapanlar kendilerine sosyalist deseler de, gerçekte onlar sosyalizm postuna bürünmüş Kemalistlerdir.

Jakobenizmi tepeden inmeci olarak niteleyen ve ona adeta kin kusan liberaller, Marksizmi ve Bolşevizmi de aynı sepetin içine atarak karalamaya çalışırlar. Devrimci öncü kavramına, buradan hareketle de Leninist parti anlayışına saldıran sağ ve sol liberallere göre, işçi sınıfının devrimci öncüsünün yol gösterici tutumu tepedendir ve emir içermektedir. Liberallerin tepeden inmecilik olarak karaladıkları şey, devrimci öncünün kılavuzluğu, işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin bilinçli bir iktidar hedefine yöneltilmesi ve burjuva iktidarın devrim yoluyla alaşağı edilmesi düşüncesidir. Zaten, burjuvazinin öz evladı olan Jakobenizmi aforoz etmesinin nedeni de, onda olmayan tepeden inmecilik değil, ama onda cisimleşen kitlelerin devrimci mücadelesidir.

Bu nedenle burjuvazi iki yüz yıldır, tarihinde kara bir leke olarak gördüğü Jakobenizmi tepeden inmeci yaftası vurarak ve hatta “terörist” ilan ederek unutturmaya çalışıyor. Örneğin, Türk Dil Kurumu’nun Jakobenizmin Türkçe karşılığına “tepeden inmecilik” yazması, esasında burjuvazinin Jakobenizm karşısındaki evrensel tutumunun bir ifadesinden başka bir şey değildir. Burjuvazinin ve liberallerin Jakobenizme saldırısı yeni değildir. Nitekim Troçki bir asır önce şunları söylüyordu: “Bugün Jakobenizm bütün liberal ukalaların ağzında bir kınama sözcüğüdür. Burjuvazinin devrimden nefreti, kitlelerden nefreti, sokaklarda yapılan tarihin gücünden ve büyüklüğünden nefreti, tek bir öfke ve korku çığlığında toplanmıştır: Jakobenizm!”[1] Troçki bu satırları 1905 devriminin küllendiği günlerde yazdı. 1905, işçi sınıfının iktidar organlarını (sovyet) kurarak ayağa kalkmasını, burjuvazinin ise kendi devrimine bile sahip çıkmayarak soluğu Çarlığın kucağında almasını ifade eder. İşçi sınıfından korkan burjuvaziye ve onun ideologu olan liberallere devrim ve kitlelerin şiddeti Jakobenizmi hatırlatıyordu.

Devam eden satırlarda Troçki, “komünizmin dünya ordusu olan bizlerse, Jakobenizmle tarihsel hesaplaşmamızı çoktan yapmışızdır” diye yazıyordu. Marksizmin, Jakobenizmin tarihsel sınırlarını ortaya koyduğunu, onun geleneklerine karşı mücadele ettiğini ve ondan koptuğunu, ama burjuvazinin bir dönemine ait olsa da işçi sınıfının devrimci geleneklere sahip çıktığını ifade ediyordu. Liberaller atalarının küllerine küfretmekteydiler, ama bu devrimci dönemde burjuva demokrasisi tarihinin en ileri düzeyine yükselmişti: “Liberalizme çekiciliğini veren Büyük Fransız Devrimi’nin gelenekleri değilse nedir? Burjuva demokrasisi başka hangi dönemde, 1793’ün Jakoben, sankülot (baldırı çıplak), terörist, Robespierci demokrasisinde olduğu kadar yükselebilmiş ve insanların yüreğini öyle büyük bir alevle tutuşturmuştur?”(Troçki, age, s.38)

1789’da yaşanan öz itibariyle bir burjuva devrimiydi ve ilerleyen süreçte iktidara gelen Jakobenler de burjuvazinin en devrimci kanadıydı. Ancak devrime ve böylece de Jakobenlere bir itilim verenler gerçekte müthiş bir tutkuyla devrime katılan ve mücadele eden yoksul kitlelerdi. İşçileri, emekçileri ve yoksul halkı ifade eden sankülotların[2] devrimci mücadelesi, Jakoben burjuvazinin elinde krallığa, soylulara, ruhban sınıfına ve uzlaşmacı burjuva kesimlere karşı bir silaha dönüşmüştü. Devrim, Jakobenlerin iktidarı döneminde doruğuna ulaşmış ve devrimin ilk döneminde soylular ile ılımlı burjuva kesimlerin uzlaşmacı tutumu sonucunda evrimsel bir çizgiye terk edilen toplumsal dönüşüm –yani feodal ilişkilerin tüm kurumlarıyla tasfiye edilmesi– gerçek anlamda bu iktidar altında hayata geçirilmiştir. Lenin, 7 Temmuz 1917’de Jakobenizm konusunda şöyle yazmaktadır: “Burjuva tarihçiler Jakobenizmi bir düşüş –«alçalma»– olarak görüyor. Proletaryanın tarihçileri onu ezilen sınıfın kurtuluş mücadelesinin en yüksek doruklarından biri olarak görür. … Yirminci yüzyılda Avrupa’da ya da Avrupa ve Asya’nın sınır hattında «Jakobenizm», devrimci sınıfın, yani yoksul köylülük tarafından desteklenen ve sosyalizme ilerlemek için mevcut maddi temelden yararlanan proletaryanın egemenliği olacaktır…”[3]

Kemalizmi Jakobenizm katına yükseltenler ve Jakobenizme tepeden inmecilik damgası vuranlar tarihsel gerçekleri tam anlamıyla eğip büküyorlar. 1789’da başlayan süreçte geniş halk yığınları giderek daha fazla ve daha aktif olarak devrime katılır ve tüm toplumu hallaç pamuğu gibi attırırken, Türkiye’de durum bunun tam tersidir. Türkiye’de Kemalist devrim sürecinin başlangıcı olarak sunulan Milli Mücadele, daha baştan Osmanlı bürokrasisinden gelen askeri erkânın kontrolüne sokulmuş ve sivil kesimler denetim altına alınmıştır. Süreç ilerledikçe mücadeleye katılan halk kesimleri de temsilcileriyle birlikte tasfiye edilmişlerdir. 1923’te, Cumhuriyet, halk kitlelerinin hiçbir şekilde katılımı ve müdahalesi olmadan, akşamdan sabaha tepeden ilan edilmiştir. İşte tam da bunlardan ötürü Kemalist tepeden devrim, yoksul emekçi sınıfların büyük bölümü tarafından benimsenmemiş ve Fransa’daki gibi toplumsal bir dönüşüm gerçekleşmemiştir.

Gerçek bir halk devrimiyle tepeden devrimler arasında muazzam farklar vardır, ne biçim ne de içerik yönüyle birbirlerine benzerler. Örneğin, tepeden devrimler neredeyse istisnasız olarak kişi adlarıyla tarihe geçmişlerdir, onların isimleriyle anılırlar. Ve ne ilginçtir ki, genel itibariyle tepeden devrimin liderleri devlet bürokrasisinden gelmektedirler: Bismarck, Mustafa Kemal, Nasır… Tepeden devrimlerin tersine, geniş halk kitlelerinin eseri olan devrimler şu ya da bu kişinin ismiyle anılmazlar. Bu tip devrimler çok daha zengin bir toplumsal deneyim yaratmış ve buradan beslenen çeşitli siyasal akımlar ve örgütlülükler doğurmuşlardır. Nitekim feodal sınıflara karşı kitlelerin devrimci eyleminin cisimleşmesi olan Jakoben akıma, ismini ve anlamını veren de devrimin alevli sürecidir.

Jakobenizmin sahneye çıkışı

Fransa’nın borç batağına batması, soyluların ayrıcalıklarını terk etmeyerek vergi vermemesi, hazinenin çökme noktasına gelmesi, süreklileşen açlık ve yoksulluk dolayısıyla oluşan siyasal krizi aşmak üzere kral 16. Louis, 5 Mayıs 1789’da Krallık Meclisi denen “zümreler meclisi”ni toplantıya çağırdı. Bu zümrelerden birincisi soylular, ikincisi ruhban sınıfı, üçüncüsü ise burjuvazinin de dahil olduğu diğer halk kesimleriydi. Soylular ve ruhban sınıfı her zümrenin bir oyu olması gerektiğini savunuyorlardı. Buna göre her zümre kendi arasında toplanacak, tartışılan konular hakkında söz konusu zümrenin oyunun ne yönde olması gerektiğini belirleyecek ve “genel zümreler meclisi”nde açıklayacaktı. Bu durumda, mecliste feodal sınıflardan daha fazla temsilcisi olmasına rağmen burjuvazi azınlıkta kalacaktı. Bu nedenle de bunu kabul etmedi ve halkı temsil ettiğini açıklayarak “üçüncü zümre”nin meclisini önce “milli meclis”, birkaç hafta sonra ise “kurucu meclis” olarak ilan etti.

Süren siyasal kriz, kralın meşrutiyetten yana olan liberal maliye bakanını görevden almasıyla tırmandı ve halk yığınları arasında zaten başlamış olan kaynaşma bir devrimci ayaklanmayla kendini dışa vurdu. 14 Temmuzda ayaklanan emekçi kitleler, feodal düzenin baskı ve zulmüyle özdeşleşen Bastille zindanını basıp tüm mahkûmları serbest bıraktılar. 14 Temmuzun ertesinde kral ve soylular “kurucu meclis”in, yani burjuvazinin iradesini kabul ettiler. Yeni rejim bir meşruti monarşi olarak şekillenirken, aristokratik sınıfın imtiyazlarına son verildi, burjuva mülkiyet ilişkilerini kutsayan ve biçimsel-hukuki eşitliği kabul eden İnsan Hakları Beyannamesi ilan edildi.

Ama buna rağmen aslında eski sınıflarla ılımlı burjuvazi arasında bir koalisyon kurulmuştu. Serflik kaldırılmıştı, fakat devlet topraklara tazminatsız el koyup karşılıksız olarak yoksul köylülere dağıtmadığı ve topraklara sahip olabilmek için yüksek düzeylerde paralar ödenmesi gerektiği için topraklar aristokratların elinde kalmaya devam etmişti. Kilise muazzam genişlikte topraklara ve servete sahipti, toplumsal alana müdahale etmeye devam ediyordu. Beri taraftan koalisyon kuran sınıflar, üç günlük işçi yevmiyesi tutarında vergi veremeyen herkesi seçme hakkından mahrum bırakarak, geniş yoksul emekçi kitleleri siyasal süreçten dışlamışlardı. Toplumsal çelişkilerin çözülmeden bu biçimiyle devam etmesi elbette olanaklı değildi. Bir denge rejimi olan meşruti monarşinin eski düzene mi yoksa tümüyle burjuvazinin iktidarına doğru mu çözüleceğini mücadele belirleyecekti.

Nefret sembolü haline gelen Bastille zindanının basılması geniş emekçi kitlelerin aktif olarak devrim sürecine katılması anlamına geliyordu. Nitekim üç-dört yıl boyunca geniş emekçi kitleler bir çağlayan gibi, zaman zaman önlenemeyen bir taşkınlıkla devrimin gelişim çizgisine müdahale edeceklerdi. En kritik dönemlerde siyasal krizi çözen şey yığınların devrimci başkaldırısıydı.

Toplumda biriken ve çözülmeyi bekleyen çelişkiler öylesine büyüktü ki, bu durum, devrime muazzam bir dinamizm veriyordu. Boyutları genişleyip derinleşen devrim kendine özgü araçlarını da yaratıyordu. Dernekler ve aslında şimdiki partilere tekabül eden “kulüpler” bu örgütlenme biçimlerinden bazılarıydı. Burjuvazinin devrimci kesimini bir araya getiren Jakobenler Kulübü[4] de bu kulüplerden yalnızca biriydi. Lakin asıl önemlisi, Jakobenlerin rollerini oynayabilecekleri devrimci organların devrim sahnesine çıkmasıydı. Örneğin, büyük şehirlerde komün (belediye) seçim bölgelerine ayrılmıştı ve Paris’te 60 seçim bölgesi vardı. Bu seçim bölgelerinin başlangıçta bir kere toplanması öngörülüyordu. Ancak öyle olmadı, devrimci yükselişle birlikte bu seçim bölgeleri, kendilerini “seçim çevresi şubeleri”ne dönüştürdüler ve meclise sürekli toplanma hakkını kabul ettirdiler. Kendi komitelerini de kuran “şubeler”, bu şekilde hareket halinde olan bir tür mahalli devrimci organ niteliğine bürünmüş oluyorlardı. Böylece “şubeler” ve bunların üzerinde yükselen komünler, kitlelerin olaylara müdahalesinin doğrudan aracı haline geldiler. “Ulusal Muhafız” adı altında örgütlenen devrimci milisi de kitlelerin müdahale araçları listesine eklemek gerekiyor.

Bir tür ikili iktidar durumu söz konusuydu: Meşruti koalisyonu temsil eden meclise karşı, burjuvazinin radikal kanadı olan Jakobenlerin önderliğinde küçük-burjuva kesimleri, işçi ve yoksulları temsil eden komün ve şubeler! Esasında yoksul işçi-emekçi kitleler “şubeler”, komiteler, dernekler aracılığıyla Jakobenlerden ayrı bir örgütlenmeye sahiptiler, aristokrasinin ve kilisenin tümüyle bertaraf edilmesini, ekonomik ve siyasal eşitliği getirecek bir toplumsal dönüşümü arzuluyorlardı. Ancak Jakobenlerle pek çok noktada karşı karşıya gelmelerine rağmen, Jakobenlerden bağımsız bir politika izleyemediler ve onların eyleminin bir parçası haline geldiler. Jakobenler ise, geniş emekçi kitlelerin bu arzularını devrimin daha ileriye götürülmesi için devrimci şiddetin temeli yapmaktan geri durmadılar.

Hem içerideki devrimi bastırmak hem de Avrupa’nın önemli bölgelerini sömürge haline getirmek amacıyla Avusturya’ya açılan savaşın yenilgiyle sonuçlanması ve Fransa topraklarının işgal edilmesi üzerine, kitleler Jakobenlerin siyasal önderliğinde 10 Ağustos 1792’de tekrar ayaklandılar. Meclise gönderilen bir heyet, halkın kendinden başka bir egemen merci tanımadığını ilan ediyordu. 2 Eylülde 21 yaşını geçmiş herkesin seçime katılmasıyla seçilen yeni ulusal meclis (Konvansiyon), monarşinin kaldırıldığını açıkladı ve cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyet, doğrudan doğruya kitlelerin eyleminin eseri olmuştu.

Bu dönemden sonra devrimci şiddet dalgası giderek daha fazla siyasal alana egemen olmaya başladı. Kralın giyotinle idam edilmesi devrimci terörün bir işaret fişeğiydi adeta. Jakoben önderlerden Marat, Konvansiyon kürsüsünden şöyle haykırıyordu: “Özgürlüğü sağlamak için şiddet kullanmak zorunludur ve kralların despotluğunu ezmek için özgürlüğün despotluğunu geçici olarak örgütlemenin zamanı gelmiştir.” 1793’ün ikinci yarısından başlayarak tam bir sene hiç aralıksız, Jakoben iktidarı altında feodal sınıflara karşı devrimci terör uygulandı. Burjuvazinin büyük ve ticaretle uğraşan kesimini oluşturan Girondenler, ılımlı çizgilerini sürdürüp kralcılar ve soylularla bir uzlaşma yoluna girince bu kez devrimci terör onlara yöneldi. 1793 ilâ 1794’ün ilk yarısı Fransız devriminin en şiddetli dönemidir. Bu devrimci terör döneminde feodal sınıflara büyük bir darbe indirildi, büyük bir bölümü yurt dışına kaçan soyluların toprağına hiçbir tazminat ödenmeden zorla el konuldu. Kilisenin topraklarına da el konulurken, halk yığınları, o güne kadar kendilerini aldatan ve sömüren ruhban sınıfına karşı büyük bir mücadele başlattılar. Din devletten bağımsızlaştırılarak kişilerin özel hayatına bırakıldı.

Liberaller Jakobenizmi eleştirirken, özellikle bu devrimci terör dönemini onun tepeden inmeciliğine kanıt olarak sunuyor ve halka karşı diktatörlük kurduğunu iddia ediyorlar. Evet, bu bir diktatörlüktü, ama Lenin’in ifadesiyle feodal sınıflara karşı küçük-burjuvazi ve proleter sınıflar tarafından desteklenen bir diktatörlük! Dolayısıyla da tepeden inmecilik yakıştırması zırvadan öte bir şey değildir. Takrir-i Sükûn yasasını meclisten geçirmek için milletvekillerinin kellesini uçurmakla tehdit eden Mustafa Kemal ile Robespierre’in geniş yığınların eylemini arkasına alarak devrimin ilerletilmesi için Konvansiyon’a baskı yapmasını aynı kefeye koyanlar, bilinçli olarak tarihsel gerçekleri çarpıtıyorlar. Jakoben iktidarı döneminde yeniden hazırlanan ve genel oy hakkını kabul eden, krallığı kaldıran, cumhuriyeti getiren anayasa referanduma sunulmuş ve bir milyon 800 bin kişi tarafından onaylanmıştır. Oysa Kemalist rejim altında halk kitleleri hiçbir şekilde dikkate alınmamıştır. Fransız devrimi öylesine büyük bir umut ışığı yakmıştı ki, Avusturya’ya açılan savaş yenilgiyle sonuçlanıp devrim tehlikeye girdiğinde, Avrupa monarşilerinin soylularla birleşerek devrimi boğmaması için tam bir milyon emekçi orduya katılmıştı. Çok açık ki, Jakobenizm kitlelerin devrimci eylemi üzerinde yükseliyordu, ama Kemalist rejim tepeden kurulan asker-sivil bürokrasinin diktatörlüğüydü! Kemalizm, Fransız devriminin Jakoben evresine benzetilemez. Olsa olsa, devrimci dalganın geri çekildiği, ama çalkantıların on yıl boyunca devam ettiği ve bunun üzerine egemen sınıfların iş başına çağırdığı Bonaparte diktatörlüğü dönemine benzetilebilir.

Bismarkçılık, Kemalizm ya da tepeden dönüşümler

Kemalizm, Jakobenizmin değil, Bonapartizmin bir türü olan Bismarkçılığın bir izdüşümüdür. Bonaparte, can çekişen ama sahneden çekilmeyen soylular ile burjuvazi arasındaki çatışmadan ve bu iki sınıfın proleter sınıflarla olan çelişkisinden yararlanarak diktatörlüğünü kurmuştu. Böylece devletin tepesine oturan Bonaparte bir hakem rolüne soyunurken, kurulan diktatörlük düzeni krizlerden çıkartarak tahkim ediyordu. İkinci Bonapartizm döneminde (yeğen Bonaparte dönemi), terazinin egemen sınıf kefesinde bu kez yalnızca burjuvazi oturmaktadır ve siyasal egemenliği eline geçiren bürokrasi, hakem görüntüsü altında işçi sınıfını baskılamaktadır. Devlet bürokrasisini siyasal olarak egemen pozisyona taşıyan ve burjuvazinin sorunlarını çözen Bonapartizmin bu özelliğinden dolayı Engels, Bismarkçılığı Bonapartizmin bir türü kapsamında değerlendirir. Engels’in bu yaklaşımı üzerinden yürüyen Elif Çağlı, konuyu şu boyutlarıyla açar:

“Fransa örneğinde Bonapartizm nitelemesindeki vurgu, kurulu burjuva düzeni korumak için tesis edilen olağanüstü rejim üzerindeyken, Prusya veya Türkiye gibi tepeden burjuva devrimlerde ise, burjuva düzenin daha baştan olağanüstü biçimde kurulması noktasındadır. Hatırlanacağı gibi Bonapartizm, burjuvazinin toplumsal egemenliğini koruyabilmesi için, devlet bürokrasisinin siyasal egemenliği ele geçirmesi anlamına gelir. Bismarkçılıkta ise devlet bürokrasisi, henüz gelişmekte olan burjuvazinin toplumsal egemenlik yolunu açmak üzere bir öncü güç gibi siyaseten egemenlik sürdürür.”[5]

Yani Bismarkçılık, bir işçi devriminden korkan ve pre-kapitalist ilişkileri tasfiye etmek üzere eski sınıflara karşı mücadeleye girişmeyen burjuvazinin ihtiyaçlarını tepeden dönüşümlerle yerine getirir. Bu Prusya tipi kapitalist gelişme çizgisi üzerine Çağlı şunları yazıyor: “Prusya’da yaşanan Bonapartizmin başlıca özelliği, burjuvazinin gerici büyük toprak sahipliğiyle devrimci yoldan hesaplaşmamasıdır. Prusya tipi kapitalist gelişme çizgisi ise, genelde, burjuvazinin kendi tarihsel görevini, devlet aygıtından gelen Bis­marcklara ve onların önderliği altındaki devlet bürokrasisine devrettiği ve kapitalist gelişmenin önünü bu yolla açtığı bir gelişme biçimini anlatır.” (age, s.200) İşte Kemalist diktatörlük de Bismarkçılığın bir türünden başka bir şey değildir. Savaş sonrasında bir ulus-devlet kurma, başta Kürt halkı olmak üzere ezilen halkları ve emekçi sınıfları şiddet yoluyla bastırma, düzeni koruma altına alma, son derece cılız olan burjuvazinin görevlerini üstlenerek onun adına, ihtiyaç duyulan dönüşümleri tepeden yerine getirme görevini Kemalist bürokrasi üstlenmiştir. Dolayısıyla da kurulan rejim daha baştan olağanüstü bir niteliğe sahiptir ve halk kitlelerinin katıldığı demokratik bir devrim söz konusu değildir.

Tepeden devrimlerin en tipik özelliklerinden birisi toplumsal ilişkilere dokunmamasıdır. Bismarck’ın tepeden reformlarına değinen Engels, toplumsal ilişkilerde hemen hiçbir değişiklik yapılmadığına dikkat çeker.[6] Örneğin, feodal toprak sahiplerine gereken darbe indirilmediği ve hatta işbirliği yapıldığı için kırın kapitalist dönüşümü uzun yıllara yayılmıştır. Engels bu çözülmeye, “yavaş giden menziline ulaşır” yaklaşımının hâkim olduğuna dikkat çeker. Durum Türkiye’de de farklı değildir. Mehmet Sinan bu konuda şunları yazmaktadır: “Kemalist iktidar, tarihsel bakımdan gerici bir konumda olan pre-kapitalist unsurları (toprak ağaları, şeyhler, mütegallibe vb.) tasfiye edecek yerde, bu unsurlarla uzlaşma yoluna gitmiş, hatta uzun süreli ittifaklar yapmıştır. Nitekim böyle yapıldığı içindir ki, Cumhuriyet rejimi gelişiminin hiçbir evresinde, pre-kapitalist unsurlara karşı gerçek anlamda ilerici-devrimci bir rol üstlenememiş ve bu bakımdan, burjuva anlamda bile demokratik bir rejim olamamıştır.”[7]

Tepeden devrimlerde dönüşüm, daha çok siyasal üst yapıda, kendini biçimsel düzenlemelerle ortaya koyar. Türkiye’ye bir bakalım: Örneğin, Cumhuriyet ilan edilmiş ve halkın tebaa olmaktan yurttaş olmaya geçtiği söylenmiştir. Ancak biçimsel bir değişiklik yapıldı ve cumhuriyet ilan edildi diye akşamdan sabaha toplum tebaa olmaktan çıkmaz. Keza fesin ve sarığın yerine şapka geçirildiği için insanların bilinçleri ileriye doğru bir değişim geçirmez. Şeyhülislamlığın kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla kitleler bir anda aydınlanmazlar. Hele tepeden baskı altına alındıklarında bunu hiç kabul etmezler. Toplumsal bir dönüşüm olmadan, kitleler bu dönüşümün bir parçası olmadan, söz konusu biçimsel değişiklikler sadece havada asılı kalır ve insanlara ulaşmaz. Zira bir toplumsal dönüşümün olabilmesi için kitlelerin devrim sürecinin bir parçası olması, talepleri etrafında mücadeleye sevk edilmeleri gerekir.

Oysa Osmanlı bürokrasisinden gelen Kemalist önderlik, devlet eliyle tepeden aşağıya, bir vuruşta, özlemini duyduğu Batılılaşmayı sağlayabileceği yanılgısı içindeydi. M. Kemal, bu inancını günlüğüne de yazmıştır. 6 Temmuz 1918’de gittiği Almanya’da, bir Osmanlı elçisiyle ve eşiyle buluştuğu otelde dans eden çiftleri izlerler. Elçinin eşi, “bizde böyle bir hayatın yerleşmesi ne kadar zor” deyince M. Kemal kızar ve ertesi gün günlüğüne şunları yazar: “Elime büyük yetki ve kudret geçerse, ben sosyal hayatımızda istenen devrimi bir anda bir darbeyle uygulayabileceğimi sanıyorum. Zira ben başkaları gibi bu işin halkın anlayışını yavaş yavaş alıştırmak suretiyle yapılacağını kabul etmiyorum. Buna ruhum isyan ediyor. Ben bu kadar yıl eğitim gördükten, uygar toplumları inceledikten ve özgürlüğümü elde etmek için hayatımı harcadıktan sonra, neden cahiller dünyasına ineyim. Onları kendi dünyama çıkartırım. Ben onlar gibi değil onlar benim gibi olsunlar.”[8]

Mehmet Sinan bu yaklaşımın neye yol açtığına şöyle değiniyor: “Gerçek bir Batılılaşma yerine, yani sosyo-ekonomik planda burjuva demokratik devrimin gerçekten tamamlanması yerine, daha çok biçimsel bir «Batılılaşma» ile ilgilenen ve bu konuda «totaliter bir kararlılık» sergileyen Kemalist bürokrasi, Türkiye’yi «çağdaş Batı uygarlığı düzeyine yükseltme» idealini, adeta ulus-devletin (TC’nin) resmi varoluş ideolojisi haline getirdi. İşte bu nedenledir ki, Türkiye’de «cumhuriyet» projesi, halkın yönetime demokratik katılımını sağlayan bir proje olarak değil, «kurtarıcı bir önder»in otoriter-bürokratik yönetimi altında devletin toplumu zorla modernleştirmesi olarak algılandı hep.”[9] Dolayısıyla da öz değişmediği için, daha en baştan, diyalektiğin yasası gereği, biçim ve öz bir çatışma halinde olmuştur.

Kemalizmin topluma giydirdiği deli gömleğinin yarattığı etki ve çelişkiler günümüze kadar devam etmiştir. Oysa aradan geçen dönemde kapitalist gelişme ilerlemiş, kentleşme dev boyutlara ulaşmış ve toplum Kemalizmin deli gömleğine sığmaz olmuştur. “Müesses nizam”ın, dolayısıyla da çıkar ve ayrıcalıklarının devam etmesini isteyen Kemalist çevreler ise, topluma giydirilen deli gömleğinin parçalamasına karşı çıkmaktadırlar.

Ancak tarih göstermiştir ki, bu tip dayatmalar toplumsal gelişme karşısında daima boşa çıkar. Topluma giydirilen deli gömleğini savunmak komünistlerin özgürlük anlayışı olamaz! Marksistler, Jakobenizme ve kitlelerin devrimci eylemine küfreden liberallere olduğu kadar, Kemalizmin tepeden inmeciliğini sosyalizm adına savunan sözde sosyalistlere de prim vermezler. 

1 Aralık 2010


[1]  Troçki, Sonuçlar ve Olasılıklar, Kardelen Yay., s.37

[2] Aristokratların, çoraplı külot yerine pantolon giyen devrimcilere verdiği isim. Yoksul halk kitleleriyle özdeşleşen sankülot kavramı, aslında “baldırı çıplak” anlamına geliyordu ve aristokrasi bu kavramı halkı aşağılamak için kullanıyordu.

[3] Lenin, Can “Jacobinism” Frighten the Working Class?www.marxists.org

[4] Burjuvazinin bu devrimci kanadı “Anayasa Dostları Cemiyeti” adı altında örgütlenmişti ve Jakoben manastırında toplandıkları için siyasal arenada bu isimle anılıyordu. Devrim sürecinde Jakoben Kulübü adı altında örgütlendiler.

[5] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.194

[6] Engels, Almanya’da Köylü Savaşı’na Önsöz, Sol Yay.

[7] Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar, MT, no 35

[8]  akt: Can Dündar, Mustafa

[9]  Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar, MT, no 37

İlgili yazılar