Fransa’da Neler Oluyor?
Utku Kızılok, 1 Mayıs 2007

Fransa tarihinin en yüksek katılımlı (%86) seçimi olan 22 Nisandaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunu, Halk Hareket Birliği (UMP) adayı Nicolas Sarkozy kazandı. Halihazırda İçişleri Bakanı olan Sarkozy toplam oyların %31’ini alırken, Sosyalist Parti adayı Ségolene Royal 25,8’ini, Fransa Demokrasi Birliği lideri François Bayrou 18,6’sını ve ikinci tura kalması beklenen Ulusal Cephe lideri faşist Le Pen ise 10,5’ini aldı. Buna karşın komünist ve diğer sol adaylar geçmiş dönemki oylarını koruyamadılar. 2002’deki seçimlerde toplamda %11 civarında oy alan Troçkist adaylar bu seçimlerde yalnızca %6 civarında oy alırken, Komünist Partisi de ancak %1,9 oranında oy alabildi.

Uzun bir dönemdir her vesileyle altını çiziyoruz. Dünyadaki tüm siyasal gelişmeleri koşullandıran ve belirleyen şey, kapitalizmin içine düştüğü tarihsel bunalım ve bunun bir sonucu olan emperyalist savaştır. Emperyalist çürüme ve siyasal gericilik özellikle emperyalist savaş dönemlerinde daha belirgin bir biçimde açığa çıkıyor. Militaristleşme, anti-demokratik yasaların yürürlüğe konması ve polis devleti uygulamaları bu dönemlerin özgün karakteridir. Bu dönemlerde gericilik burjuva siyasetinin her rengine damgasını basar. Milliyetçilik yükseltilir, ırkçılık körüklenir ve faşizan örgütlenmeler artar. Tüm bunların bir sonucu olarak işçi sınıfının kazanılmış haklarının yanı sıra, sendikal ve siyasal örgütlenmelerine saldırılar artar ve baskılar yoğunlaşır.

Nihayetinde Fransa’daki seçimleri belirleyen ve şekillendiren de bu genel düzlemdir. Burjuva düzen partileri genelde seçim propagandalarını militarizm ve milliyetçilik zemini üzerinde yürüttüler. Yükselen milliyetçilik, ne yazık ki Fransız solunu da basınç altına almış ve onlar da şu ya da bu düzeyde ve tonda milliyetçiliğe sarılmışlardır.

Bu siyasal verili koşullarda Fransız burjuvazisinin gönlünde yatan aslan Sarkozy’dir. Fransız emperyalizminin bu hırslı temsilcisi büyük ihtimalle ikinci turda da seçilecek ve efendilerinin programını en hızlı şekilde hayata geçirmeye girişecektir. Fransa’da iş saatlerinin görece kısalığı, emek maliyetinin görece yüksekliği ve işçi sınıfının sosyal kazanımlarını belirli düzeylerde hâlâ koruyor olması burjuvaziyi geriyor. Sarkozy, uzun bir dönemdir gündemde olan ve fakat kitlelerin tepkisi nedeniyle hayata geçirilemeyen sosyal güvenlik, eğitim, sağlık, emeklilik, toplu sözleşme ve iş yasasına yönelik değişiklikleri yeniden gündeme getireceğini açıklamıştır. Sarkozy sadece işçi sınıfının kazanımlarına saldıran programı değil, aynı zamanda emperyalist savaş programını da hayata geçirmek istemektedir.

Sarkozy, ırkçı ve faşizan tutumuyla Fransa’da faşizmin kıdemli temsilcisi Le Pen’i bile hayretlere düşürdü. Le Pen’in kızının “Sarkozy bizim fikirlerimizi çalıp kazandı, o bir light Le Pen” demesi manidardır. Emperyalist çürümenin ve siyasal gericiliğin temsilcisi olan Sarkozy, –seçimleri de hesaba katarak– uzun dönemdir ırkçı ve faşizan bir söylemle birlikte “yeni bir Fransa” ya da “kanun ve nizam” gibi sloganları kullanıyor. Nitekim seçim sonrasında muzaffer bir edayla şunları söyledi: “Tek bir dileğim var. Fransız halkını yeni bir Fransız düşü etrafında birleştirmektir.” Bu “Fransız düşü” ve “kanun ve nizam”ın içeriğini, Ulusal Güvenlik Konseyinde ifadesini bulan merkezileşmiş güçlü bir devlet, ordunun savaş gücünün artırılması, polisin yetki alanının genişletilmesi, kilisenin etkin kılınması ve en önemlisi de stratejik görülen sektörlerde grevlerin yasaklanması gibi unsurlar oluşturuyor. Sarkozy’nin programı ve kullandığı temalar Mussolini ve Hitler’in söylemlerine oldukça benzemektedir. Hitler, kitlelere güçlü bir devlet, güçlü bir ordu, kanun ve nizam vaat ediyordu. Hitler ırkçı söylemini Yahudi düşmanlığı üzerine oturtmuştu, Sarkozy ise göçmen düşmanlığı üzerine.

Le Pen’in alâmeti farikası olan göçmen düşmanlığını Sarkozy devralmış bulunuyor. 2005 Ekiminde göçmen isyanı patlak verdiğinde Sarkozy, isyan edenleri “pislik” ve “çeteci” olarak damgaladı ve Fransız işçi kitlelerini göçmenlere karşı kışkırttı. Fransız işçi kitlelerinin sahiplenmediği isyan bastırıldıktan sonra olağanüstü hal ilan edildi ve bilahare anti-demokratik yasalar yürürlüğe sokuldu. Sarkozy %11’lere varan işsizliğin ve düşük ücretlerin müsebbibi olarak göçmenleri gösteriyor. Nitekim bir Milli Kimlik ve Göçmen Bakanlığı kuracağını açıklayarak ırkçı ve faşizan tutumunu kurumsal bir düzeye ilerletmiştir. Bu bakanlık göçmenlere “Fransız kimliği”ni dayatmakla kalmayacak, onları sınır dışı edebilecek ve ülkeye göçmen girmesine ya engel olacak veya sadece kalifiye işçilere izin verecek.

Sosyal kazanımlarını yitiren, ücretleri düşen, iş saatleri uzayan işçi kitleleri ve işsiz yığınlar, çıkışsızlık ve umutsuzluk içinde ne yazık ki göçmen işçileri kendi durumlarının sorumlusu olarak görebiliyor. Sorunların kaynağının kapitalizm olduğunu kitlelerin bilincine çıkartacak ve kitlelerin öfkesini kapitalizmin temellerine yönlendirecek bir devrimci önderliğin olmadığı koşullarda emekçi sınıflar pusulayı şaşırıyorlar. Ve Sarkozy gibi gerici liderlerin “kanun ve nizam”la desteklenmiş “yeni bir Fransa” veya “Fransa düşü” vaatlerine daha fazla kulak veriyorlar. Dolayısıyla da geçen seçime bakıp Le Pen’in oy kaybettiğini ve faşizmin taban yitirdiğini söyleyenler fena halde yanılmaktalar. Sarkozy’nin faşizan bir söylem kullanarak kitlelerden oy toplaması ve geçen seçimde Le Pen’e oy verenlerin Sarkozy’ye yönelmesi gerçeği dikkate alınırsa faşizmin taban yitirmediği görülecektir.

Birinci emperyalist savaştan yenik çıkan Alman emperyalizmi bu durumu kabul etmemiş ve dünyanın yeniden paylaşılması için yeni bir savaşa hazırlanmaya başlamıştı. Savaş hazırlığının başarıya ulaşması için içeride proleter kitlelerin bastırılması, devletin tepeden tırnağa militarist tarzda örgütlenmesi ve her şeyden önemlisi de kitlelerin yeniden savaş cephelerine gönderilmeye ikna edilmesi gerekiyordu. İşte bu olağanüstü süreç, siyaset sahnesinin ön saflarına Hitler’i fırlattı. Açlık, yoksulluk ve işsizlik içinde kıvranan işçi kitlelerini, mülkünü kaybetmiş kentli ve köylü küçük-burjuvaziyi ve terhis edilerek sokağa atılmış asker yığınlarını Hitler, “güçlü bir Almanya”, “kanun ve nizam” demagojik söylemleriyle peşine taktı. Sonrasında ne olduğu herkesin malûmu…

İçinden geçtiğimiz emperyalist savaş konjonktüründe de burjuvazi, çıkışsız ve umutsuz kitleleri peşlerine takarak burjuvazinin savaş programını hayata geçirecek liderlere ihtiyaç duyuyor. Sarkozy de Fransız emperyalizminin savaş programını hayata geçirmeye çalışacaktır. Fransa ekonomisi uzun bir dönemdir büyümüyor ve kapitalistlerin kâr oranları düşüyor. En önemlisi de Fransız emperyalizmi hegemonya kavgasında arzuladığı noktada değildir. Çatlamaya başlayan AB’nin geleceği meçhul. AB güçleri arasında Alman emperyalizminin etkisi giderek artmaktadır. Beri yandan ABD ve İngiltere’nin paylaşım alanlarına silah zoruyla dalmaya başlaması Fransız emperyalizminin bu alanlardan iyice dışlanmasına neden olmuştur. Fransız emperyalizmi bu dışlanmışlıktan ve sıkışmışlıktan kurtularak emperyalist paylaşımda daha aktif olmayı arzulamaktadır.

Daha savaşkan bir politika arzulayan Fransız burjuvazisi –en azından baskın bir kesimi–, Fransa’nın geleneksel ABD karşıtı, De Gaulle’cü çizgisini şimdilik bir kenara bırakmış bulunuyor. Sarkozy’nin başında bulunduğu UMP, De Gaulle’ün kurduğu bir partidir. De Gaulle, ABD emperyalizminin hegemonyasını kabul etmeyerek karşıt bir kutup yaratmaya çalışmıştı. AB’nin varlığı ve bugünkü düzeye ilerletilmesi de bu karşı koymanın bir parçasıdır. Lakin tüm çabalarına karşın Fransız emperyalizmi ABD karşısında yeterince etkili olamamıştır. Gelinen aşamada ise ABD’nin karşısında durmaktansa onun yanında yer alarak emperyalist paylaşımdan pay kapmayı tercih etmektedir. Sarkozy’nin Ruslardan çok Amerikalıları sevdiğini açıklamasının ve ileri sürdüğü “Atlantik ötesi yeni politika”nın esbabı mucibi budur. Lakin bu yeni politika, Fransa’nın ABD karşısında Avrupa merkezli bir kutup oluşturmaktan stratejik olarak vazgeçtiği anlamına da gelmiyor.

Yukarıda genel hatlarıyla ortaya koyduğumuz tabloya bakarak Fransa’da faşizmin iktidara yürüdüğünü söylemek elbette ki mümkün değil. Fakat emperyalist siyasal gericiliğin ve çürümüşlüğün kendini belirgin bir şekilde dışa vurduğu günümüz koşullarında, faşizmin güncel bir tehlike olduğu da bir gerçektir. Fransa’da olanlar bu tehlikenin görmezden gelinemeyeceğini ayan beyan ortaya koyuyor.

Solun ezeli zaafı: milliyetçilik

Esasında kitlelerin hayati çıkarlarına saldıracağı açık olan Sarkozy gibi liderin ön plana geçmesi ve pek muhtemelen başkanlık koltuğuna oturacak olması, perşembenin gelişi çarşambadan bellidir sözüne uymaktadır. Bunda başlıca sorumluluk işçi sınıfını temsil iddiasında olan sol partilerin, derece derece farlılıklar olsa da, bağımsız bir sınıf siyasetinden daha da uzaklaşmaları, sınıfa ihanet tutumlarını ilerletmeleridir. Fransız kapitalizminin yaşadığı tıkanıklık ve sermayenin işçi sınıfı üzerinde arttırdığı basınç karşısında bu sol partiler geri çekilmeyi ve türlü biçimler altında boyun eğmeyi seçmektedirler. Bu durum kaçınılmaz olarak burjuvazinin elini güçlendirmekte ve işçi kitlelerin de bir yandan bu partilerden soğuyup uzaklaşmasına, bir yandan da gerici burjuva demagojilerine daha fazla kulak kabartmasına yol açmaktadır.

Anayasa referandumu, göçmen işçilerin isyanı ve Yeni İş Sözleşmesi yasası üzerine daha önce yazdığımız yazılarda, Fransız solunun, hareketlenen kitlelerdeki yanlış eğilimleri törpüleyip, dar bakışı aşacak bağımsız bir sınıf çizgisi izlemediğini belirtmiştik. Bunun yerine izledikleri reformist ve milliyetçi siyasetin ise son tahlilde Sarkozy’ye yarayacağını vurgulamıştık. Bugün bunlar doğrulanmaktadır. Uzun vadeli eğilimlerin ötesinde bugün somut olarak bunun bedeli ödenmektedir.

O gün gerekeni yapmayanlar burjuva siyasetine giderek daha fazla uyarlandılar. Bu seçim sürecinde öne çıkarılan temalar bunu fazlasıyla göstermektedir. Örneğin Sosyalist Parti adayı Royal’in temel sloganlarından biri “her eve bir bayrak”tı; bu pek sosyalist hanımefendiye göre herkes milli marşı gerektiği gibi söylemeli ve içtenliklerini belli etmeliydi. Açıktır ki, sol genel olarak milliyetçiliğe karşı duramamıştır. Sosyalist Parti milliyetçi temaları sosyal Avrupacı bir çizgiyle birleştirmiştir. Milliyetçi çizgiyi güçlendirmek için Sarkozy’nin vazgeçtiği De Gaulle’cü geleneğe de sahip çıkmıştır.

Fransız Komünist Partisi ise eskiden beri süre gelen “onurlu Fransa” çizgisini takip etti. Milliyetçilik öylesine etkin bir hale geldi ki, faşist Le Pen’in partisine katılan ve halen kendisine Marksist diyen yazar Alain Soral, utanıp sıkılmadan “eğer Marx yaşasaydı oyunu Le Pen’e verirdi” diyebildi.

Buna karşın devrimci çevreler de ne yazık ki milliyetçiliğe karşı sert bir çizgi ortaya koyamadılar. Yukarıda da vurguladığımız üzere, Troçkist adaylar geçen seçimlerde %11 oy almalarına rağmen bu seçimlerde ancak %6 civarında oy alabildiler. En büyük yenilgiyi de Lutte Ouvriere (İşçi Mücadelesi) aldı. Lutte Ouvriere daha önceki seçimlerde %5,7 oranında oy almıştı. Ancak bu çevre ezelden beri ekonomist-sendikalist bir çizgi izliyor ve işçi kitlelerinin karşısına siyasal taleplerle çıkmıyor. Oysa, milliyetçiliğe ve şovenizme karşı çıkan, hedefine açıkça kapitalizmi koyan bağımsız bir sınıf perspektifi olsaydı, işçi kitleleri umutsuzluk ve çıkışsızlık noktasında Sarkozy’ye değil devrim cephesine yönelirlerdi.

Unutulmamalı ki, emperyalizm çağı ve özellikle savaşlarla karakterize olan süreçler bağırlarında proleter devrimleri de taşırlar. Lenin’in ifadesiyle savaşlar devrimlerin anasıdır. Ekonomik krizler, açlık, yoksulluk ve savaşlar kitlelerin yaşamını derinden etkiler ve eski göreceli “mutlu” günlerine son verir. Derin bir huzursuzluk içinde kıvranan kitleler, en küçük umuda sarılır, onları bu huzursuzluktan kurtaracağını vaat eden partilerin veya liderlerin peşinden sürüklenirler. Sonuç olarak, bugün Türkiye’de de yakından tanığı olduğumuz gibi, içinde yaşadığımız dönem benzeri bunalımlı dönemlerin işçi-emekçi kitlelerin burjuvazinin milliyetçi, ırkçı, faşist tuzaklarına yakalanma riskini misliyle artırdığı gayet açıktır. Buna karşı kararlı ve anlamlı bir mücadele yürütmenin ise, sınıfın bağımsız devrimci politikasını güçlendirip yükseltmekten başka bir yolu bulunmuyor.

1 Mayıs 2007

İlgili yazılar