Haftaya Bakış
Fransa, İngiltere ve İran Seçimleri Üzerine Bir Değerlendirme
Akın Erensoy, 11 Temmuz 2024

Haziran ayının ilk haftasında gerçekleşen Avrupa Parlamentosu seçimleri ve bu seçim sonuçlarının tetiklediği Fransa’daki 30 Haziran-7 Temmuz seçimleri, aşırı sağ/faşist partilerin güçlenmeye devam ettiğini teyit etmiş oldu. Fransa’da şimdilik Le Pen’in partisi birinci olamadı ama milletvekili sayısını dramatik şekilde artırdı. Keza İngiltere’deki seçimlerde Nigel Farage liderliğindeki faşist Reform UK Partisi yüzde 14 oy alarak parlamentoya 4 vekil gönderdi. Molla rejiminin meşruiyet krizinin sürdüğünü ortaya koyan İran’daki seçimleri bir kenara koyarak Avrupa’daki seçimlere odaklandığımızda, göçmen karşıtlığının aşırı sağ/faşist partilerin yükselişinin temel itici gücü olduğunu görürüz. Küresel göç dalgasını yaratan kapitalist sistemin aşılmaz krizleri olmasına rağmen, örgütsüz kitlelerin öfkesi aşırı sağ/faşist partiler eliyle göçmenlere yönlendiriliyor. Türkiye’de de göçmen karşıtlığı toplumun önemli bir kesimini ne yazık ki körleştirmiş durumda. Biriken kör öfke göçmenleri hedef alırken, içinden çıkılmaz devasa bir göçmen sorunu yaratan rejim ve özellikle onun dış politikası sorgulanmıyor. Ancak hem Avrupa’da hem de Türkiye’de faşist partilerin göçmenlere karşı daha kudurgan milliyetçi bir dil kullanmaları, Kayseri örneğindeki gibi pogromların yaşanması toplumun ve siyasal alanın daha fazla gerici temelde baskı altına alınması anlamına geliyor. Bunun da işçi sınıfının, emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmeyip daha da kötüleştireceği açıktır. Bu genel tablodan sonra, söz konusu ülkelerdeki seçimlere ayrıntılı bakalım:

Fransa

Hatırlanacağı üzere 6-9 Haziranda yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde faşist Le Pen’in Ulusal Birlik Partisi (Rassemblement National-RN) Fransa’da yüzde 31 oyla birinci olurken, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un partisi yüzde 15’lerde kalmıştı. Toplumsal desteği zayıflayan Macron, “apaçık bir çoğunluğa ihtiyaç duyduğunu” ve aşırı sağın kıtanın her yerinde ilerleyişine boyun eğmeyeceğini söyleyerek erken seçim kararı aldı. Fakat “kitlesel göçe son vermeye hazır olduğunu” söyleyen Marine Le Pen, 30 Haziranda yapılan birinci tur seçimlerinde oylarını yüzde 34’e yükselti. Bu seçimler için oluşturulan Yeni Halk Cephesinin (Nouveau Front Populaire) oyları yüzde 28’de, Macron’un oluşturduğu Cumhuriyetçiler İçin Hep Birlikte ittifakının oyları ise yüzde 20’de kaldı. İki tur halinde düzenlenen milletvekili seçimlerinde, hükümet kurmak için parlamentodaki 577 sandalyeden 289’unu kazanmak gerekiyor. Fakat bu çoğunluğa ilk turda ulaşılması pek mümkün olmuyor. Nitekim Le Pen’in Ulusal Birlik Partisi de ilk turda ancak 76 sandalye alabildi.

Toplumun faşizm karşıtı kesimlerinde alarm zilleri çalarken ve Le Pen’in nasıl önünün kesileceği tartışılırken, tekelci sermaye medyası ve Cumhuriyetçiler (LR) dâhil burjuva sağ partilerin Yeni Halk Cephesini hedefe koyması dikkat çekiciydi. Mesela Financial Times, patronların “sol tehlikeye karşı” Le Pen’e yanaştıklarını yazdı. Boyun Eğmeyen Fransa, Sosyalist Parti, Komünist Parti ve Yeşillerden oluşan Jean-Luc Melenchon liderliğindeki Yeni Halk Cephesi; net asgari ücreti 1400 avrodan 1600 avroya çıkartmayı, emeklilik yaşını 64’ten 60’a düşürmeyi, sağlık ve sosyal hizmetler için kamu harcamalarını artırmayı ve Fransa’nın Filistin devletini tanımasını vaat ediyor.

Le Pen’in birinci turda inanılmaz şekilde oylarını yükseltmesi, toplumun faşizm karşıtı kesimlerinin hızla seferber olmasına neden oldu. Başta Paris olmak üzere birçok kentte “No Pasarán–Geçemeyecekler” sloganıyla coşkulu ve kararlı gösteriler düzenlenirken, Macron’un partisi üzerindeki baskı arttı. Nitekim Macron’un oluşturduğu ittifak 200 adayını geri çekerek Ulusal Birlik karşıtı partilere oy çağrısı yapmak zorunda kaldı. Faşizm karşıtı toplumsal kesimlerin taktik oy kullanmasının ve ikinci turda seçime katılım oranının 20 puan artarak yüzde 67’ye yükselmesinin (son 30 yılın en yüksek katılımı) de etkisiyle Yeni Halk Cephesi 182 vekil alarak birinci oldu. Macron’un oluşturduğu ittifak 168, Le Pen’in partisi ve oluşturduğu ittifak ise 143 vekil çıkardı. Fakat her ne kadar Ulusal Birlik’in birinci parti konumuna yükselmesinin önüne geçildiyse de, aşırı sağ/faşist partinin çarpıcı tırmanışı durdurulamadı. 2017 seçimlerinde sadece 8 vekil kazanan Ulusal Birlik’in 2022’de bu sayıyı 89’a çıkarttığı ve şimdi de 143 vekille parlamentoda 3. parti konumuna yükseldiği düşünüldüğünde, bu durum daha iyi anlaşılır.

Macron, erken seçim gerekçesini açıklarken “aşırı sağa boyun eğmeyeceğini” söylüyordu. Oysa Fransa’da Le Pen’in, Almanya’da AfD’nin, İtalya’da Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri Partisinin ve Avrupa’nın tamamında aşırı sağ/faşist partilerin sürüp giden yükselişinin sorumlusu Macron ve onun gibi burjuva liderlerin uyguladığı neoliberal kapitalist politikalardır. Son 40 yıldır durmaksızın “sosyal devlet” uygulamalarına ağır darbeler indirilerek işçi sınıfının ekonomik ve sosyal kazanımları yok edildi. Tırmanan işsizlik kalıcılaşırken işsizlik ödeneği kırpıldı, emeklilik yaşı defalarca uzatıldı, esnek ve güvencesiz çalışma yaygınlaştırıldı, ücretler düşürüldü ve hayat pahalılığı daha fazla can yakmaya başladı. Emeklilik yaşını 60’tan 64’e yükselten Macron, bu yasanın geri çekilmesini isteyen, kamu hizmetlerinin artırılması, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının düzeltilmesi için sokaklara dökülen emekçileri aşağılıyor, hor görüyordu. Sarı Yelekliler hareketinin mücadelesini ezmek için polis zorbalığını devreye sokmaktan geri durmadı. Tüm bunlara rağmen Macron’un yeniden cumhurbaşkanı seçilmesinin nedeni halkın onu istemesi değil, Le Pen karşısında başka bir alternatifin olmamasıdır, çıkışsızlıktır.[1] Mevcut durumda kitlelerin bir taraftan Le Pen’in faşist partisine, diğer taraftan ise Yeni Halk Cephesine yönelmesi nedeniyle burjuva siyasi merkez ve Macronculuk büyük ölçüde çökmüştür.  

Tekelci sermayenin istekleri doğrultusunda geleneksel burjuva sağ ve sol partiler işçi sınıfının kazanılmış haklarına saldırma konusunda yarışırken, örgütsüz ve öfkeli kitleler, özellikle devrimci sosyalist hareketin zayıf olduğu koşullarda aşırı sağ/faşist partilere yöneliyorlar. Tarihsel sınırlarına ulaşmış dünya kapitalist sistemi bir krizler yumağı yaratmış durumda. Yayılan emperyalist savaştan tık nefes ekonomiye, kalıcılaşan işsizlikten göç sorununa kadar düzen yarattığı krizleri aşamayıp kitlelerin öfkesini artırdıkça burjuva siyaseti daha fazla gericileşiyor ve burjuva demokrasisi git gide daha fazla kabuğa dönüşüyor. Geleneksel burjuva sağ ve sol partiler siyaset alanında tuttukları yeri kaybediyor, bunlardan oluşan siyasi merkez çökerken faşist partiler kitleselleşip büyüyor. Avrupa sermaye sınıfı, hem göçmen karşıtlığı üzerinden toplumsal öfkeyi düzen kanallarına akıttıkları hem de kitlelerin daha sol/sosyalist ve devrimci bir dil kullanan partilere yönelmesinde dalga kıran işlevi gördükleri için aşırı sağ/faşist partilerden memnundur. Tekelci burjuvazi, düzenin selameti doğrultusunda bu partileri törpülüyor. Mesela aradan geçen zaman içinde Marine Le Pen, babasının kullandığı Yahudi karşıtı (soykırımı reddediyordu) dili terk ederek Nazizm ile arasına mesafe koyarken; kadınların, gençlerin, beyaz yakalı işçilerin özdeşleşebileceği genç birisini partinin başına getirdi. Birçok uzman, partinin başına geçirilen Jordan Bardella için “içi boş kabuktan ibaret” ama “yakışıklı faşist” değerlendirmesi yapıyor. Sermaye sınıfına “kullanılabilir” kıvama geldiğini ispatlamaya çalışan Le Pen, burjuva medyanın ve elbette birikmiş toplumsal sorunların da etkisiyle artık geniş kitleler için “oy verilebilir” birisi konumunda. Nitekim 2022’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 41 oranında oy alması, son milletvekili seçimlerinde ulaştığı oy oranı ve vekil sayısını çarpıcı şekilde 143’e çıkartması durumun ne denli ciddi olduğunu ortaya koyuyor.

Çıkışsız kapitalist sistem neredeyse her basit sorunu kriz yumağına dönüştürürken, Fransa’da yeni siyasal krizlerin patlaması ve toplumsal mücadelenin yükselmesi kaçınılmazdır. Seçimlerden birinci çıkan Yeni Halk Cephesi, hükümeti kurma görevinin kendisine verilmesini istiyor. Ancak Yeni Halk Cephesi hükümeti kuracak çoğunluğu elde edemedi ve bu yüzden yeni ittifaklar kurması gerekiyor. Boyun Eğmeyen Fransa Partisi lideri Melenchon, doğru bir tutum alarak neoliberal yıkım politikalarının uygulayıcısı Macron ile işbirliği yapmayacaklarını, hükümeti kurduklarında ise Filistin devletini tanıyacaklarını açıkladı. Hem Yeni Halk Cephesinin emekçilere verdiği vaatler hem de İsrail karşısında Filistin’i desteklenmesi Fransa siyaseti açısından patlayıcı konular. Eğer işçi sınıfı ve genç kuşaklar çok daha kitlesel bir şekilde toplumsal mücadele cephesine çekilemezse, çelişkilerin keskinleştiği ve siyasi krizlerin büyüdüğü bir ortamda faşist Le Pen’in önü daha fazla açılabilir. Ancak son seçimlerin de gösterdiği gibi meydanlarda Enternasyonal marşını söyleyen ve “No Pasarán” sloganını yükselten anti-faşist damar Fransa’da güçlüdür. Bu damarın daha fazla güçlendirilmesi ve faşist partilerin geriletilmesi için birikmiş toplumsal sorunlardan bıkan kitlelerin tepkisi anti-kapitalist bir temelde örgütlenmelidir.

İngiltere

4 Temmuzda İngiltere’de düzenlenen seçimleri Labour/İşçi Partisi ezici üstünlükle kazandı. İşçi Partisi 650 sandalyeli parlamentoda 411 vekille hükümet kurma çoğunluğu elde ederken, (hükümet kurmak için 326 vekil gerekiyor), Muhafazakâr Parti (Tory) 237 vekil kaybederek ağır bir darbe aldı. Kuşkusuz Muhafazakârların bu denli ağır yenilgi almasının esas nedeni, özellikle keskin bir şekilde yükselen enflasyon karşısında alım gücünün düşmesinin ve işçi sınıfının yaşam koşullarının kötüleşmesinin doğurduğu tepkidir. Sağlık sistemi dâhil kamu harcamalarının kısıtlanmasının doğurduğu sorunları da eklemek lazım… Hatırlanacağı üzere, Ukrayna savaşının da etkisiyle gıda ve enerji fiyatları dünya genelinde fırlamış, yükselen enflasyon karşısında reel ücretler erimiş ve ülke genelinde genel grev dalgası patlamıştı. Bir başka önemli faktör ise Muhafazakâr Partinin tepeden tırnağa çürümesi ve bitip tükenmez krizlerle, skandallarla gündeme gelmesidir.

Muhafazakârların oyları faşist Reform UK Partisi dâhil diğer partilere giderken, “dar bölge ve çoğunluk esasına” dayalı seçim sistemi sayesinde İşçi Partisi avantajlı hale geldi. Bu sistemde İngiltere 650 seçim bölgesine bölünüyor ve en çok oyu alan kişi vekil seçiliyor. Bu kısım önemlidir çünkü sosyalist/mücadeleci çizgiyi ezmek üzere İşçi Partisi liderliğini ele geçiren tekelci sermayenin sözcüsü Keir Starmer’in özel bir başarısı söz konusu değildir. Mesela İşçi Partisini daha mücadeleci bir çizgiye çeken ve gençlerin yoğun desteğini alan Jeremy Corbyn, 2017’deki seçimde oyların yüzde 40’ını almıştı. Keza tekelci sermaye medyasının ve Starmer/Tony Blair kliğinin sabotajlarına rağmen Corbyn 2019’daki seçimde yüzde 32 oy aldı. Oysa “büyük zafer” elde ettiği ileri sürülen Starmer’in başındaki İşçi Partisinin oy oranı yüzde 34’tür. Çok daha çarpıcı olan ise, Corbyn’in aldığı yüzde 32’lik oyun karşılığı 10 milyon 200 bin oyken, Starmer’in aldığı yüzde 34’lük oyun rakamsal karşılığı 9 milyon 700 bindir. Artan hayat pahalılığına, genel grevlerle kendini dışa vuran işçi sınıfı hoşnutsuzluğuna ve Muhafazakâr Parti krizlerle sarsılmasına rağmen, Starmer, İşçi Partisinin öncüsü olduğu bir toplumsal dalga yaratabilmiş değildir.

Starmer’in seçim akşamı “değiştirdiğimiz İşçi Partisine güvendiğiniz için teşekkürler” diye X’te açıklama yayınlaması ve sonraki günlerde aynı vurguyu sürdürmesi yeterince aydınlatıcıdır. Uluslararası sermaye medyası Starmer’in neden kazandığını değerlendirirken, onun, söylemini Corbyn karşıtı bir çizgiye oturttuğuna dikkat çekiyordu. Buradan da anlaşılacağı gibi hâlihazırdaki İşçi Partisi, Corbyn’in başında bulunduğu bir parti değildir. Tekelci sermayenin çıkarları doğrultusunda özelleştirmeleri sürdüren, “sosyal devlet” uygulamalarına darbe indiren, kamu harcamalarını kısan, ABD’yle birlikte Irak ve Afganistan’ı işgal eden Tony Blair çizgisinin devamıdır. 12 Aralık 2019’da Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi Muhafazakâr Parti karşısında yenilince, Starmer/Blair kliği partiyi ele geçirmek üzere harekete geçti. “İşçi Partisinin düşük oy almasının nedeni Corbyn’in ‘aşırı sol’ politikalardır” propagandası üzerinde yükselen bu saldırı hareketinin amacı, parti içindeki sosyalist/mücadeleci çizgiyi tasfiye etmek ve gençlikte düzene karşı uyanan değişim isteğini ezmekti. The Guardian’dan bir yazar, Johnson’ın İngiltere’yi Trump gibi yönetmesinin önünü Corbyn’in açtığını ve buna da onun “aşırı sol” politikasının neden olduğunu, sol sekter politikanın terk edilmesi gerektiğini yazıyordu. Corbyn’in açıkladığı program, 1920’lerden kalma, idealist, gerçeklikle bağdaşmayan bir anlayış olarak mahkûm edilmek istendi.

Bu propaganda ve saldırı eşliğinde Starmer/Blair kliği parti liderliğini ele geçirdi. Mücadeleci çizgiyi tasfiye eden tekelci sermayenin uslu çocuğu Starmer, daha da ileri giderek Siyonist İsrail karşısında Filistin halkının özgürlük mücadelesini tavizsiz savunan Corbyn’i antisemitist suçlamasıyla partiden ihraç etti. Tekelci sermayenin çıkarlarıyla ve ABD-İngiliz emperyalist blokunun savaş politikalarıyla mutlak uyum içinde olan Starmer, seçimlerde son derece pasif bir söylem tutturdu. Örneğin enerji ve su şirketlerinin kamulaştırılması vaatlerinden derhal vazgeçti. Keza üniversite öğrencilerinin okul harçlarının iptal edilmesi önerisini, hükümetin bunu karşılayamayacağını söyleyerek geri çekti. İsrail’in Filistin’de yürüttüğü soykırımı “kendini savunma hakkı var” diyerek savunurken, Ukrayna savaşında ABD-İngiliz blokunun emperyalist siyasetini aynen desteklemektedir. Önümüzdeki dönemde Starmer’in burjuvazinin çıkarları doğrultusunda uygulayacağı politikalar emekçilerin bir kez daha hayal kırıklığına uğramasına ve kendini alternatif olarak sunan faşist hareketin güçlenmesine neden olabilir. Nitekim faşist Reform UK partisinin yüzde 14 oy alarak ilk kez parlamentoya 4 vekil göndermesi dikkat çekicidir. Elbette Starmer’in sermaye yanlısı politikaları İşçi Partisi içindeki mücadeleyi de yeniden açığa çıkartacaktır. Ayrıca Corbyn ve Filistin davasını destekleyen sol çizgideki dört kişinin tüm engelleri aşarak parlamentoya girmesini, İsrail karşıtı gösterilere katılanların İşçi Partisinin sol kanadını temsil etmesini dikkate alarak, Starmer’in istediği gibi at koşturamayacağını ifade edebiliriz.

İran

Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin şüpheli bir helikopter kazasında ölmesinin ardından İran’da da seçimler yapıldı. Öncelikle teokratik-faşist molla rejimi altında olağan demokratik bir seçim yapılmadığının altını çizelim. Nitekim molla rejiminde anayasa mahkemesi işlevi gören Anayasayı Koruma Konseyi, rejimin çizdiği çerçeveyi aşmayacak ve dini lidere bağlılık gösterecek 80 aday arasından 6’sının seçimlere katılmasına izin verdi. Bu adaylardan katı bir rejim elamanı olan Said Celili ile rejimin “reformcu” kanadına yakın duran Doktor Mesud Pezeşkiyan ikinci tura kaldı. 5 Temmuzdaki ikinci turda Pezeşkiyan toplam oyların yüzde 53,7’sini alarak cumhurbaşkanı seçildi. Fakat birinci turda seçimlere katılım zar zor yüzde 40’ı bulurken, ikinci turda rejimin baskı ve zorbalığının çıplak temsilcisi Celili’nin önünü kesmek için sandık başına gidenlere rağmen katılım yüzde 50’yi aşamadı ve 49,8’de kaldı. Bu tablo bir kez daha gösterdi ki İran toplumu ile molla rejimi arasındaki uçurum her geçen gün büyümektedir. Bu durum, kuşku yok ki molla rejimi açısından bir meşruiyet sorunu ve krizi yaratmaktadır. Zira ne kadar baskıcı olursa olsun, bir rejim, geniş halk kitlelerini uzun yıllar boyunca sadece açık şiddet ve zorbalıkla kontrol altında tutamaz.

İran yıllardır ardı ardına isyanlarla sarsılmaktadır. Kısaca hatırlayalım: 28 Aralık 2017’de patlayan isyanı 15 Kasım 2019’daki isyan izledi. Bu halk isyanları birbirinin devamı niteliğindedir ve talepleri de ortaktır. 2019’da yaptığımız değerlendirmede şöyle yazmıştık: “Molla rejiminin varlığının yarattığı sorunlar, kapitalizmin tarihsel sistem kriziyle birleşerek İran’da mollalar ile emekçiler, sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki uçurumun derinliğini ve genişliğini alabildiğine büyütüyor. Öylesine patlamalı toplumsal koşullar ve uluslararası konjonktür oluşmuş durumda ki, İran burjuvazisi ve molla rejimi yeni isyanların sahneye çıkmasının önüne geçemez. Rejim, yıllardır kitleleri milliyetçilikle ve mezhepçilikle zehirlemeye çalışıyor ama aç karınları Amerikan karşıtlığı ve sahte anti-emperyalizm nutukları doyurmaz. Diğer taraftan dünyanın dört bir köşesinde ardı ardına gelen emekçi isyanlarının İranlı emekçileri etkilememesi ve cesaret vermemesi düşünülemez.”[2] Nitekim 16 Eylül 2022’de, “başörtüsünü düzgün bağlamadığı” gerekçesiyle “ahlak polisi” tarafından gözaltına alınan Mahsa Jîna Amini’nin katletmesinin tetiklediği protestolar hızla tüm İran düzeyinde yeni bir halk ayaklanmasına dönüştü. Rejim yüzlerce kişiyi katletmesine, idamlara, toplumda öne çıkan figürleri cezaevine atarak gözdağı vermesine rağmen isyan aylarca sürdü.

Günümüz dünyasında kadınların zorla ve şiddet yoluyla kapanmaya zorlanmasının mantıksız olması, dolayısıyla bu dayatmanın toplumsal meşruiyetten yoksun oluşu kitle hareketine muazzam bir direnç kazandırdı. Böylece o günlerde kadınlar sokaklarda başlarını açarak dolaşmaya ve eylemlere de bu şekilde katılmaya başladılar. Başörtüsü ya da çeşitli biçimler alan örtünme, molla rejiminin varlığının ve baskıcı niteliğinin bir sembolüdür. Rejim açısından bir sembol ve baskı aracı olan başörtüsü, aynı zamanda onun yumuşak karnını oluşturuyor. Çünkü kadınlar başlarını açıp özgürlük istediklerinde, aslında doğrudan rejime de meydan okumuş oluyorlar. Başörtüsünden kurtulma mücadelesi rejimin tüm zorbalığına ve katliamına rağmen toplumun çoğunluğu tarafından meşru görüldü, görülmeye de devam ediyor. İsyan ateşinin kitleleri sardığı günlerde, eski cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani’nin danışmanı Gulamali Recai şöyle diyordu: “Toplum, hicap konusunu aşmış. Zorla daha hiçbir şey yapılmaz. Toplumu geri götürmezsiniz.” Nitekim güçlü bir meşruiyet zemini kazanan bu özgürlük mücadelesi, aynı zamanda diğer tüm toplumsal sorunların kendini dışa vurduğu bir kanala dönüştü. Başörtüsünü yakmak aynı zamanda molla rejiminin baskı ve zorbalığına, işsizliğe ve yoksulluğa da “artık yeter” demek anlamına geliyordu. Burjuva anlamda bile örgütlü bir önderlikten yoksun olan isyan ve devrimci durum geri çekildi ama İran toplumunun çoğunluğu ile molla rejimi arasındaki düşmanlık ve giderek büyüyen çelişkiler olduğu yerde duruyor. Yeni isyan dalgalarını tetikleyebilecek bu durum, molla rejimi açısından güvensizlik anlamına gelmektedir.

Velayet-i fakih[3] denen ve devletin tepesinde oturan dini liderin tartışılmaz üstünlüğü esasına göre örgütlenen molla rejimi teokratiktir. Fakat Şii İslam ideolojisi üzerinde yükselen bu rejimin faşist karakterini de gözden kaçırmamak gerekiyor.[4]  Uzun zamandır molla rejimi altında egemen sınıf ikiye bölünmüş durumda. Nedeyse tüm devlet aygıtını elinde tutan, rejimin yarattığı vakıflarda muazzam servetleri kontrol eden din adamları (Ayetullahlar ve Müçtehitler), bürokrasi, camiler etrafında örgütlenmiş kesimler ve en önemlisi rejimin çekirdeğini oluşturan Devrim Muhafızları bir tarafta yer alıyor. Bu burjuva kesimler “muhafazakârlar” olarak adlandırılıyor ve ekonomik mekanizmalar gibi siyasal mekanizmaları da kontrol ediyorlar. Mesela Ali Hamaney Velayet-i fakih olarak mutlak yetkilerle devletin tepesinde otururken, bu kesimin denetimindeki Anayasayı Koruma Konseyi kimin aday olacağına karar vererek siyasal süreci yönetiyor. Diğer tarafta ise kendilerini “reformcular” olarak adlandıran burjuva kesimler yer alıyor. Bu kesimler molla rejiminin katı yapısının sürdürülemez olduğunu, başörtüsü yasağının ve baskısının gevşetilmesi gerektiğini, Batı ile ilişkilerin geliştirilmesini, İran kapitalizminin dışa açılmasını, “muhafazakârlar”ın devlet kaynakları üzerindeki mutlak hâkimiyetinin son bulmasını savunuyorlar.

Fakat katı “muhafazakâr” yapı, “reformcuları” siyaseten boğdu ve neredeyse tümden etkisiz hale getirdi. Bu nedenle “reformcular”, rejimden ve kapitalist düzenin yarattığı yıkıcı sorunlardan bıkan kitlelerin tepkisini örgütleyip düzen içi kanallara akıtmakta etkili olamıyorlar. Mevcut durumda, molla rejimini meşru görmeyen ve düşmanlık besleyen toplumun geniş kesimlerinin tepkisini yumuşatacak ve “rıza” üretecek ekonomik ve siyasi olanaklar yoktur. Anlaşılacağı üzere, ılımlı bir kişilik olan ve rejim açısından sorun yaratmayacak Pezeşkiyan’ın seçimlere katılmasına izin verilmesinin nedeni, rejimin daha fazla insanın sandığa gitmesini sağlama ve toplumun çoğunluğunda meşruiyet yaratma ihtiyacıdır. Ancak buna rağmen rejim hedefine ulaşamadı. Toplumun yarıdan fazlasının sandığa gitmemesi ve gidenlerin de Hamaney’in Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyindeki temsilcisi bağnaz Celili’yi değil ılımlı Pezeşkiyan’ı seçmesi, İran toplumu ile molla rejimi arasındaki uçurumun genişleyip kalıcılaştığının yeni bir gösteridir.

Kaotik Dünya, Belirsiz Gelecek: Çıkış Nerede?

[1] 24 Nisan 2022’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde toplumun faşizm karşıtı kesimleri, ikinci tura kalan Le Pen karşısında Macron’u desteklemişti. Macron oyların yüzde 58,5’ini, Le Pen ise yüzde 41,4’ünü almıştı.

[2] Utku Kızılok, İranlı Emekçiler Yeniden Dünya İsyan Sahnesinde, https://gelecekbizim.net/iranli-emekciler-yeniden-dunya-isyan-sahnesinde/#_ednref2 Ayrıca İran Devrimi ve mollaların iktidara gelişini, egemen sınıf içindeki iktidar kavgasını, kitle isyanlarını ele alan şu yazılarımıza da bakılabilir: Akın Erensoy, İran Devrimi. Utku Kızılok, Emperyalist Savaşın ve Toplumsal Çelişkilerin Kıskacındaki Ülke: İran. Akın Erensoy, İran’da Toplumsal Patlama, https://gelecekbizim.net/category/iran/

[3] Velayet-i fakih: Velayet yasal otorite, fakih ise şeriatın tüm bilgisine sahip bilgin anlamına geliyor. İran şeriat sisteminde anayasal bir kurum olan velayet-i fakih devletin tepesinde oturan, tartışılmaz dini ve siyasal otoritedir.

[4] Bu konuda bakınız: Utku Kızılok, İran Devrimi, Burjuva İç Kapışma ve Dersler, https://gelecekbizim.net/iran-devrimi-burjuva-ic-kapisma-ve-dersler/

 

İlgili yazılar