Filistin Seçimleri ve Hamas’ın Yükselişi
Utku Kızılok, 5 Mart 2006

Burjuva demokrasisinin ikiyüzlülüğü!

Filistin’de 25 Ocakta yapılan seçimleri Hamas’ın kazanması dünya ölçeğinde geniş yankı uyandırmış bulunuyor. Öyle anlaşılıyor ki, başta ABD ve İsrail olmak üzere, Avrupalı emperyalistler ve bölgenin despotik rejimleri bu düzeyde bir sonuç beklemiyorlardı. Emperyalist temsilciler şaşkınlıklarını gizlemiyorlar. Hamas’ın seçimlerden zaferle çıkması Filistin’de El-Fetih liderliğinde oluşturulmuş statükoyu sarsmakla kalmadı, Ortadoğu’da yürüyen emperyalist hegemonya kavgasına yeni bir boyut kazandırarak pek çok olasılığı da gündeme taşıdı. Filistin’deki seçimlerin aynasına yansıyanlara bakarak şu tespitleri yapmak mümkün:

Birincisi, burjuva demokrasisi, emperyalist-kapitalist çıkarların üzerini örten bir kılıf, egemenlerin diktatörlüğünü meşrulaştıran bir araçtır. İkincisi, seçim sonuçları ve bilahare patlayan karikatür krizine Müslüman kitlelerin verdiği tepki dünya ölçeğinde işleyen patlayıcı dinamiklerin muhtelif biçimlerde dışavurumudur. Üçüncüsü, bir kez daha görüldü ki, Filistin direnişi Ortadoğu’daki emekçi kitleler için aynı zamanda bir vicdan meselesi niteliğindedir. Dördüncüsü, Filistin sorununda bu noktaya gelinmesi, sanıldığının aksine Hamas’ın uzlaşmaz ve anti-emperyalist oluşundan kaynaklanmıyor. Beşincisi, seçimler, öteden beri sıradan bir ulusal sorun veya “Filistin-İsrail çatışması” olmanın sınırlarını aşmış olan Filistin sorununun, Ortadoğu’yu merkez alan ve dünya ölçeğinde yürüyen emperyalist hegemonya kavgasının konusu olduğunu bir kez daha teyit etmiştir.

Emperyalist-kapitalist merkezlerin seçim sonuçlarına verdiği tepkiler tam anlamıyla bir sahtekârlık örneğidir; burjuva demokrasisinin ikiyüzlülüğünün resmidir. Sonuçlar belli olunca tez elden, Hamas’ın “terörist” bir örgüt olduğu hatırlatıldı ve muhatap alınmayacağı açıklandı. ABD emperyalizminin ve İsrail’in başını çektiği, AB’nin ise onları izlediği bir dizi açıklamanın özeti şu: “Hamas silahları bırakmalı, İsrail’i tanımalı ve denileni harfiyen yerine getiren uzlaşmacı bir çizgiye gelmelidir.” Aksi takdirde “Filistin Yönetimi”ne yapılan tüm yardımlar kesilecek ve Filistin halkı kaderiyle baş başa bırakılacak. Nihayetinde ABD emperyalizmi yardımları durdurmakla kalmadı, verdiği yardımları geri de istedi. İsrail, daha kapsamlı ambargo uygulayacağını açıkladı ve Filistin’e gitmesi gereken vergi fonlarını kesti. ABD, AB ve İsrail, Filistin halkının boynundaki boyunduruğu biraz daha sıkma gayretindedir.

Oysa emperyalist temsilciler daha düne kadar “demokrasi” ve “özgürlüğü” dillerinden düşürmeyerek Ortadoğu’ya demokrasi getirecekleri nutukları atıyorlardı. Seçimlerden Hamas’ın zaferle çıkmasıyla birlikte yüzlerindeki o yalancı gülücükler silinip gitti. Kadife eldivenin altındaki demir yumruğu Filistin halkına göstermekten bir nebze olsun geri durmadılar. Öyle ki, Bush ve Almanya Başbakanı Merkel, histeri krizine tutulmuşçasına Hamas’a esip gürlediler ve İsrail’i tanıması için tehditler savurdular. Hatta Merkel, histeri krizinin derinleşmesinden ötürü olsa gerek Hamas’ı Hitler’e bile benzetti. Görülüyor ki, “özgürlük” ve “demokrasi” havarisi kesilen ABD emperyalizmi, sadece emperyal çıkarları söz konusu olduğunda demokrasiyi savunmaktadır. Pek demokrat geçinen ve hatta demokrasinin beşiği (!) olarak kendini emekçi kitlelere yutturmaya çalışan burjuva Avrupa, yücelttiği burjuva demokrasisi çerçevesinde “tecelli eden” Filistin halkının iradesini yok saymaktadır.

Zira kapitalist düzendeki demokrasi, burjuvazinin egemenliğini ezilen kitlelere kabul ettirmesi için kullandığı bir araçtır. Diktatörlüğün meşrulaştırılması için yalnızca bir araç! Eğer burjuva demokrasisi, emperyalist-kapitalistlerin çıkarları doğrultusunda bir sonuca yol açmayarak ezilen kitlelerin politik arenaya girişinin veya isteklerinin tezahürü olmuşsa, o zaman pek “özgürlük sever” “pek demokrasi sever” emperyalistler, seçim kazanmış bir partiyi tez elden “terörist” ilan etmekte duraksamazlar. Filistin seçimleri vesilesiyle bu gerçek bir kez daha kanıtlandı.

Emperyalistlerin öncelikle derdi demokrasi veya özgür seçimler değil, kimin iktidara geldiğidir. Nitekim ABD emperyalizmi Hamas’ı “terörist” ilan ederken kendi hegemonyası altındaki El-Fetih’e seçimlerde kullanması için 2 milyon dolar yardım yapmaktan geri durmamıştır. Hamas’a dönük tecrit kampanyasının altında çeşitli faktörler olmakla birlikte, esas etmenlerden biri El-Fetih’i iktidara taşıyacak yeni bir seçim kararı aldırmaktır. Bu meyanda belirtelim ki, Rusya ve Türkiye’nin Hamas’ı kabul etmiş olması bu ülkelerin demokrasi aşığı olmalarından dolayı değildir; yürüyen emperyalist hegemonya kavgasında kendilerine alan açmaya dönük politik manevradır. Kaldı ki, Türkiye’nin Hamas ile görüşmesine ABD de göz yummuştur.

Hamas’ın zaferinin anlamı

Öncelikle belirtmek gerekiyor ki, birbirinden kopuk, duvarlarla çevrili, işgal altındaki topraklarda, İsrail silahlarının gölgesinde bir seçim yapılmıştır. Esarete mahkûm edilmiş bir halkın “özgürce” seçimlere gittiğini söylemek düpedüz dünyayla alay etmektir. Zira Filistin halkı özgür olmadığı gibi, ortada bağımsız bir Filistin devleti de yoktur. Sadece, İsrail işgali altında olan ve her an tankların ve buldozerlerin paletleri altında ezilerek dağıtılabilecek sözümona bir “Filistin Yönetimi” söz konusudur. Nitekim İsrail’in Hamas’ı muhatap kabul etmeyeceğini açıklaması, yardımları kesmesi ve Batı Şeria ile Gazze arasındaki geçiş noktalarını kapatarak vekillerin tek bir parlamentoda toplanmasının önüne geçmesi bu gerçeğin çarpıcı bir yansımadır.

Fakat her şeye karşın Filistin halkı seçimlere giderek işgale karşı direniş iradesini ortaya koymuştur. Hamas’ın seçimleri kazanması on yıllardır boynuna boyunduruk vurulan, işgal altında ezilen ve hor görülen Filistin halkının derinlerde biriken öfkesinin bir dışavurumudur kuşkusuz. Belirttiğimiz üzere Filistin seçimlerinin ortaya koyduğu sonuç ve karikatür kriziyle sokağa dökülen yığınların öfkesi, esasında dünyanın her yerinde huzursuz ve kaygılı olan işçi-emekçi kitlelerin yaşadıkları koşullara tepkisinin bir ifadesidir. Bu bakımdan oldukça önemlidir. Ancak kitlelerin yaşadıkları koşullara öfkelenmesi ile bu öfkenin örgütlü başkaldırı biçiminde kapitalist düzeni alaşağı edecek bir devrime dönüşmesi apayrı şeylerdir.

Genel olarak baktığımızda son dönemde Ortadoğu’daki emekçi kitlelerin çeşitli vesilelerle tepkilerini ortaya koyduğunu görüyoruz. Ortadoğu, emperyalist savaş tarafından tam anlamıyla cehenneme çevrilmiştir ve çevrilmektedir. Bununla birlikte, yıllardır devam eden Filistin ihtilafı Ortadoğu’daki Arap kitleler için kanayan bir yaradır. Savaş, işgal, despotik rejimlerin nefes dahi aldırmayan baskısı, açlık ve yoksulluğun pençesine düşen işçi-emekçi yığınları yaşadıkları koşullara isyan etmeye zorluyor. Lakin işçi-emekçi kitlelerin tepkisini örgütleyerek kapitalist düzenin temellerine akıtacak bir uluslararası devrimci parti olmadığı için, yığınların gelişen tepkisi siyasal İslamın yükselişine can veriyor.

Ne yazık ki, Ortadoğu’nun Arap ülkelerinde anlamlı sayılabilecek ne bir işçi hareketi ne de devrimci hareket var. Bunun bir sonucu olarak, toplumsal kurtuluş fikrinin ve mücadelesinin yerini İslamcı hareketler doldurmaktadır. İran, Irak, Mısır ve Suudi Arabistan’da son dönemdeki seçimleri radikal İslamcılar kazanmış veya bu partiler anlamlı ölçüde oy almışlardır. İran’da emekçi kitleler seçimlerin ikinci tura kalmasını sağlayarak diplerde meydana gelen huzursuzluğu dışa vurmalarına karşın, ne yapacaklarını bilemediklerinden daha faşizan bir rejimi savunan ve Humeyni’nin takipçisi olan Ahmedinecat’ı seçmişlerdir. İşgal altındaki Irak’ta Şii ve Sünni İslamcı partiler oyların yarıdan fazlasını almayı başarırken, Hamas’ın uzantısı olduğu Müslüman Kardeşler örgütü Mısır seçimlerinde Mübarek despotizminin tüm baskılarına ve anti-demokratik uygulamalarına rağmen emekçi kitlelerden önemli ölçüde oy almıştır.

Hamas’ın seçimleri kazanmasıyla bir kez daha görüldü ki, Ortadoğu’da radikal İslam genel olarak yükselişe geçmiş bulunuyor. Önümüzdeki dönemde, bölgenin despotik rejimlerinin baskıcı kabuğu kırıldığı ölçüde, muhtemelen kitleler siyaset arenasına daha aktif giriş yapacaklar ve radikal İslamcı partilere yöneleceklerdir. Hamas ve Müslüman Kardeşler bu yükselişi yedekleyen partiler olarak öne çıkıyorlar, çıkacaklardır. Fakat yanılsamalara mahal vermemek gerekiyor; İslamcı partileri kurtuluş umudu olarak gören Ortadoğu’daki emekçilerin sandığının aksidir gerçek.

İki gerçeğin altını çizmek gerekiyor: Birincisi, tüm İslamcı partiler –Hamas ve Müslüman Kardeşler de dahil– kapitalist sömürü düzeninin bir parçasıdırlar. Onların amacı kapitalist sömürü düzenini ortadan kaldırarak sömürüsüz bir dünya kurmak değil, İslami temellere oturmuş, siyasal olarak şeriatla yönetilen (İran gibi) rejimler kurmaktır. Hamas’ın amacı işgalden kurtarılmış Filistin’de şeriat rejiminin egemen olduğu bir kapitalist devlet yükseltmektir.

İkincisi, genel olarak Amerikan karşıtlığının anti-emperyalizm sayılmasıdır. Türkiye solu da dahil genel olarak dünya solu, Irak’ta yürüyen Amerikan karşıtı direnişi anti-emperyalizm olarak selamlamakla kalmamış, gelişen her anti-Amerikancı hareketi bu kategoriye atarak onların kuyruğuna takılmıştır. Nitekim Hamas’ın zaferi sonrasında anti-emperyalizm bayrağının Filistin’de yeniden dalgalandığı yazıldı çizildi ve Hamas bu bağlamda selamlandı. Ancak biliyoruz ki, anti-emperyalizm dünya kapitalist sistemini hedef alan devrimci Marksist bir perspektiftir; ve ne Hamas anti-emperyalisttir ne de sanıldığı gibi emperyalistlerle uzlaşmaktan kaçmaktadır.

FKÖ/El-Fetih’in çöküşüne giden yol

Yaklaşık kırk yıldır Filistin halkının resmi temsilcisi, Arafat önderliğindeki FKÖ/El-Fetih idi ve Oslo süreciyle başlayan tüm anlaşmaların altında bu örgütün imzası vardı. 1993’te başlayan ve bugünkü “Filistin Yönetimi”yle sonuçlanan Oslo Anlaşmasının hedefi bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasıydı. Ancak gelinen aşamada ortada bir Filistin devleti olmadığı gibi, İsrail’in gömdüğü Oslo Anlaşmasının üzerinde otlar yeşermiş bulunuyor. Oslo sürecinden sonra İsrail, Filistin topraklarını işgal etmeye ve Yahudi yerleşim alanları açmaya devam etmiştir. 2000 yılında yapılan, Oslo Anlaşmasının revize edilmesinden başka bir şey olmayan ve İsrail’e yeni tavizler veren Camp David zirvesinden de bir sonuç çıkmamıştır. Baskı ve şiddet çözümsüzlükle birleşince Filistin halkı ikinci intifadayı (ayaklanma) başlatmıştır.

2003 yılına gelindiğinde emperyalistler “Yol Haritası” adıyla sözümona yeni bir plan ileri sürdüler. ABD emperyalizminin mimarlığını yaptığı, AB, Rusya ve BM’nin de desteklediği “Yol Haritası”nın en temel hedefi 2005 yılına kadar bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasıydı. Ancak 2006’nın ortalarına doğru ilerlerken ortada ne bir Filistin devleti var ne de “Yol Haritası”. Bu yıllar içinde pek çok harita ve plan üretildi ve çöpe atıldı; fakat Filistin halkının üzerine kurşun yağmaya devam etti, binlerce insan öldürüldü ve evleri İsrail buldozerleri tarafından başlarına yıkıldı. İsrail, Batı Şeria’daki Yahudi yerleşim bölgelerinin etrafını duvarlarla çevirerek Filistin topraklarını adacıklar haline getirerek birbirinden kopardı. Böylece Filistin topraklarının çeşitli yerlerinden duvarlar geçiyor, bu duvarlar/surlar Filistin halkının hem birbiriyle hem de İsrail ile ilişkisini kesiyordu. İsrail’de çalışan binlerce işçi işsiz kalarak açlığa terk edilirken, Filistin halkı kendi topraklarında dolaşamayarak tecrit hayatı yaşamaya mahkûm ediliyordu.

1993’te Oslo Anlaşmasıyla oluşturulan “Filistin Yönetimi” baştan aşağıya Filistin Ulusal Özgürlük Hareketinin (El-Fetih) kontrolünde inşa edildi. Ortada bir devlet olmamasına karşın kısa zamanda bürokratik bir aygıt oluştu ve bu aygıt El-Fetih tarafından fethedildi. Aslında “Filistin Yönetimi” tarihi bir gerçeğin trajik biçimde de olsa doğrulanmasıdır. Daha devlet bile olmadan ortaya çıkan burjuva bürokratik aygıt, tez zamanda çürümüş ve diğer burjuva devletlere benzemiştir. Filistin’e akan paralara bu aygıta yerleşen El-Fetih üst bürokrasisi el koyarken, zamanla ekonomik ve siyasi ayrıcalıkların oluşması kaçınılmaz olmuştur. Ortaya çıkan devletçikle iç içe geçen, çıkarları onunla bütünleşen El-Fetih’in önemli bir kesimi giderek mevcut durumu, yani siyasi ve ekonomik ayrıcalıklarını savunmaya başlamıştır. Bu durum, eşyanın tabiatına uygun bir sonuç doğurmuş ve bu kesimler İsrail karşısında daha fazla uzlaşmacı bir çizgiye evrilmişlerdir.

2004 yılının sonlarına doğru Arafat’ın ölümü kuşkusuz önemli bir dönemeçti. Filistin kurtuluş mücadelesiyle özdeşleşen Arafat, tüm tutarsızlıklarına rağmen kitleler tarafından destek görüyordu. Esasında kitlelerin Arafat’ı sahiplenmeleri ve beklentileri onun daha fazla taviz vermesinin de önüne geçiyordu. Arafat’ın sahneden çekilmesi hem El-Fetih üst bürokrasisini hem de Filistin burjuvazisini rahatlatmıştır. Filistin burjuvazisi parçalı da olsa bir devlete sahip olmak istediğinden, ortaya çıkan devletçiği başından itibaren sahiplenmiş ve El-Fetih’i desteklemiştir. Ebu Mazen (Mahmut Abbas) önderliğinde öne çıkan hâkim Filistin burjuvazisi, emperyalistlerin ileri sürdüğü “Yol Haritası”nı canlandırmak amacıyla onların tüm isteklerini yerine getirmeye çalışmıştır. İntifada bitirilerek emekçi kitleler kontrol altına alınırken, silahlı örgütlerin denetime sokulması ve hatta silahlarını bırakması yönünde baskı uygulanmaya başlanmıştır. 2005’in başlarında El-Fetih içerisindeki genç ve “duygusal” kesimlerin kontrol altına alınması, birçok silahlı örgütün İsrail’e karşı ateşkese zorlanması ve Hamas’ın ateşkes ilan etmesi bu dönemin ürünüdür.

Sonuç olarak, yolsuzluklara gömülmüş, İsrail karşısında sürekli tavizler veren, mücadele yerine uzlaşmayı seçen El-Fetih, Filistin emekçileri nezdinde tüm itibarını yitirmiştir. Bütün bu yaşananlar ulusal kurtuluş mücadelesinin ateşinde pişmiş Filistin halkını zamanla Hamas gibi radikal İslamcı örgütlere kaydırmıştır.

Hamas’ın yükselişi

Bugün Filistinli yoksul kitlelerin umudu haline gelen Hamas (Hareket el Mukaveme el İslamiye – İslami Direniş Hareketi), birden bire peyda olmadı. Nasıl ki ABD emperyalizmi, zamanında Bin Ladin ve Taliban’ı yarattıysa, Hamas’ın bağlı olduğu Mısır kökenli Müslüman Kardeşler örgütünü de bir dönem desteklemişti. 1987’de Müslüman Kardeşler’in Filistin örgütü olarak kurulan Hamas, anlaşılacağı üzere ABD emperyalizminin “yeşil kuşak” projesinin ürünüdür. SSCB’yi çökertmek isteyen ABD emperyalizmi, “soğuk savaş”ın kızıştığı ‘70’li yıllardan başlayarak İslamcı hareketleri desteklemiş, serpilip gelişmeleri için her türlü yardımı yapmıştır. Nasır’ın ölümünden sonra iktidara gelen ve ABD’nin nüfuzuna giren Enver Sedat, Müslüman Kardeşler’i Mısır’a bizzat kendisi davet ederek Ortadoğu düzeyinde örgütlenmesi için imkân ve olanak yaratmıştır.

Bu yıllarda Filistin’de başlayan ulusal direniş ve FKÖ’nün eylemleri Arap halkları arasında büyük bir sempatiyle karşılanıyordu. SSCB’den de destek alan FKÖ, milliyetçi-sol, ulusal kalkınmacı bir anlayışa sahipti. Kitlelerin sola sempati duyması ve anti-Amerikancı temellerde yükselen Arap milliyetçiliği gerek ABD’yi gerekse nüfuzundaki despotik rejimleri tedirgin ediyordu.

ABD emperyalizmi ve İsrail, FKÖ’ye karşı Hamas’ı desteklemeye başladılar. 1987’de başlayan birinci intifada sırasında kurulan Hamas geniş kitlelere rahatça ulaşabilme imkânı buldu. FKÖ “terörist” olarak ilan edilip yasaklanırken, Hamas’ın önü açılmaktaydı. Hamas, İsrail’in herhangi bir yasaklamasıyla karşılaşmadan Şeyh Ahmet Yasin önderliğinde rahatça örgütlenebiliyordu. Nitekim bugün Gazze’de güçlü olmasının nedeni o dönemde hiçbir engele takılmadan örgütlenebilmiş ve kök salmış olmasındandır. Oslo görüşmeleri sürecinde dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin Hamas’ı desteklediklerini itiraf edecekti.

Fakat SSCB’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle dünyadaki tüm siyasi dengeler değişti. “Yeşil kuşak” projesinin ürünü İslamcı örgütler boşa çıkmakla kalmadılar, ABD’ye cephe alarak bulundukları ülkelerde burjuvazinin çeşitli kesimlerini temsil eder hale geldiler. Bu meyanda ulusal kurtuluş hareketleri de SSCB’nin çökmesiyle merkezsiz kalmış ve burjuva doğalarına uygun olarak emperyalistlere yanaşmaktan geri durmamışlardır. O güne kadar Arafat önderliğindeki FKÖ’yü “terörist” addeden ABD ve İsrail, Filistin halkının temsilcisi olarak onunla masaya oturmaktan geri durmayacaktı.

İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmemesi ve Yahudi yerleşim bölgelerini genişletmesi, Batı Şeria’nın duvarlarla parçalanarak halkın tecrit edilmesi, “Yol Harita”larının boşa çıkması, kısacası Filistin sorununun çözümsüz kalarak kangrenleşmesi Hamas’ı iktidara taşıyan bir kaldıraca dönüşmüştür. El-Fetih’in uzlaşmacı çizgisi her geçen gün daha da belirginleştikçe, Hamas yoksul kitleleri kazanmak amacıyla militan söylemini sertleştirmekteydi. 2000 yılında başlayan ikinci intifada sırasında militan bir direniş sergileyen Hamas, onlarca “feda eylemi” (intihar eylemi) yaptı. Bu militan çizgi, kitlelerce sempatiyle karşılanmakla kalmadı, Hamas’ın Filistin halkının önderliğini kazanmasına da yol açtı. Denilebilir ki, zamanında FKÖ’nün oynadığı rolü 2000’lerden sonra Hamas oynamaya başlamıştır.

Bununla birlikte, Hamas’ı iktidara taşıyan temel etmenlerin başında, yoksul kitlelere yardım ederek onlarla dayanışma içinde olması geliyor. Hastaneler, okullar, spor kulüpleri, çocuk yuvaları açması, evleri yıkılan, çocukları İsrail tarafından öldürülen ailelere yardım yapması, yoksulluğun pençesinde kıvranan işçi-emekçi yığınları Hamas’a yönlendirmiştir. Filistin halkı, oluşan devletçik üzerinden kendine iktidar olanağı yaratıp bürokratik aygıtla iç içe geçerek çürüyen, yolsuzluklara gömülen El-Fetih karşısında, militan bir direniş çizgisi izleyen ve kitlelerle iç içe yaşayarak dayanışmacı bir pratik sergileyen Hamas’ı tercih etmişlerdir. Fakat bu durum, kitlelerin Hamas’ın şeriatçı düşüncelerine oy verdikleri anlamına gelmiyor.

Sonuçlar ve olasılıklar

Emperyalist hegemonya kavgasının yeni boyutlar kazanarak dünya siyasal konjonktüründe değişiklikler meydana getirdiği bir süreçte Hamas’ın seçimleri kazanması, Filistin sorununda pek çok olasılığı gündeme taşımış bulunuyor. Öyle gözüküyor ki, Filistin sorununda yeni bir perde açılmış bulunuyor. Ancak bu Hamas’ın İsrail devleti karşısında uzlaşmaz, kararlı tutumundan değil, bilâkis, Filistin ihtilafının her zamankinden daha fazla emperyalist hegemonya kavgasının bir konusu haline gelmesinden kaynaklanıyor. Hamas’a da manevra alanı yaratan bu gerçekliktir. Açılan süreç zayıf bir olasılıkla bağımsız bir Filistin devletiyle sonuçlanabileceği gibi, tüm Ortadoğu’yu içine alan bir savaşın başlangıcı da olabilir.

Hamas’ın zaferi Filistin’de oluşmuş tüm siyasi statükoyu parçalamakla kalmadı, El-Fetih aracılığıyla Filistin halkını ve dolayısıyla da “sorunu” kontrolünde tutan ABD emperyalizmini de zora soktu. ABD, AB ve İsrail, Hamas’a şiddetle tepki gösterip muhatap almayacaklarını açıklarken, Rusya Hamas’ı muhatap almaktan geri durmamıştır. Bilahare Türkiye ve İran Hamas’ı davet ederek görüşmelerde bulunmuştur. Tüm bu ülkelerin niyeti Hamas üzerinden Ortadoğu merkezli yürüyen emperyalist hegemonya kavgasında kendilerine yer açmaktır kuşkusuz. Önümüzdeki dönemde Çin, Rusya, İran eksenli bir “cephe”nin Hamas’a sahip çıkarak Filistin üzerinden ABD’yi çelmelemeye girişmeleri muhtemeldir.

Ortadoğu’da anti-Amerikancı temellerde siyasal İslam’ın yükselmesi ve karikatür kriziyle oluşan İslami dalga yukarıda saydığımız etmenlerle birleşince Hamas’a beklenmedik ölçüde bir manevra alanı sunmaktadır. Önümüzdeki süreçte AB içinde çözülmelerin olması ve Hamas’ı muhatap alanların çıkması pek muhtemeldir. Ayrıca Latin Amerika’da ABD karşıtı popülist sol iktidarların varlığı da dikkate alındığında Hamas’ın manevra alanının genişlediği görülecektir. Hamas’ın ABD ve İsrail karşısında uzlaşmaz gözükmesinin nedeni budur; yoksa Hamas’ın gerçekten uzlaşmaz ve hatta anti-emperyalist olduğu tezi doğru değildir.

2004 sonunda gerçekleştirilen belediye seçimlerine katılan ve 2005 Ocağında yapılan başkanlık seçimlerini takip eden günlerde ateşkes ilan eden Hamas, böylece hem ABD ve İsrail’e hem de Filistin burjuvazisine düzene entegre olmak istediğinin ilk işaretlerini vermiş oluyordu. Hamas, son seçimlerde oldukça ılımlı bir çizgiye gelmiş bulunuyor. Seçimler süresince yapılan propaganda oldukça inceltilmiş bir çizgi üzerine oturtulmuş ve düzenle bütünleşme mesajları verilmiştir. Her ne kadar İsrail’i tanımayacağını ve direnişe devam edeceğini seçim propagandası olarak ileri sürmüşse de, “İsrail’i denize dökeceğiz” söylemi kullanılmamıştır.

Bu inceltilmiş politik manevra seçim zaferinin akabinde daha somut bir görünüm kazanmıştır. Ne İsrail’i tanıyacaklarını ne de silah bırakacaklarını açıklayan Hamas liderleri, gelinen aşamada İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilerek 1967 sınırlarını tanıması koşulunu ileri sürmeye başlamışlardır. 1967’de İsrail’in işgal ettiği topraklar hem BM tarafından hem de “Yol Haritası” tarafından Filistin devletinin sınırları olarak tanınıyor. Hamas önünde açılan manevra alanını, kendini meşrulaştırmak ve İsrail’i uluslararası düzeyde sıkıştırmak üzere kullanmak istemektedir.

Önümüzdeki günlerde ABD emperyalizminin Hamas ile görüşmesi sürpriz olmayacaktır. Türkiye’nin Hamas ile görüşmesine ABD’nin tepki göstermemesi ve “ne konuşulduğu, hangi mesajların verildiği” önemlidir açıklaması dikkat çekicidir. ABD’nin doğrudan Hamas’a cephe alarak onu tecrit etme ve kendi zeminine çekme planı, görüldüğü üzere, oluşan siyasal dengeler nedeniyle tam anlamıyla başarılı olamamıştır. Diğer taraftan ABD’nin muhatap almadığı bir Hamas’ın hükümet etmesi zor görünmektedir. Bu gerçekliği bilen Hamas liderleri bir taraftan önlerinde açılan manevra alanını kullanmaya çalışırken, öte taraftan da yumuşama mesajları vererek ABD ve İsrail tarafından muhatap alınmanın zeminini döşüyorlar.

Gerçekten de karmaşık, iç içe geçmiş pek çok olasılık gündeme gelmiş bulunuyor. Ancak görülen net bir gerçek var: Emperyalist hegemonya kavgasının dengelerinden bir Filistin devleti çıksa da (ki bu Filistin halkının meşru hakkıdır), emperyalistler, halklar arasında kardeşliği, barış ve huzuru sağlamaya muktedir değillerdir. Ezilen yığınlar için gerçek çözüm, ulusal sorun ile toplumsal kurtuluş hedefini birbirine bağlayan bir mücadele perspektifiyle kapitalist düzeni alaşağı etmektir. İsrail ve Filistin sorununu nihai olarak çözecek, “İsrail’i denize dökmek lazım” gerici yaklaşımını boşa çıkartarak halklar arasında kardeşliği ve barışı sağlayacak tek çözüm, bir proleter devrimle Ortadoğu İşçi-Emekçi Sovyetleri Federasyonunun kurulmasıdır. 

Mart 2006

İlgili yazılar