Faşizme Giden Yolda Maraş Katliamı
Akın Erensoy, 4 Aralık 2005

Dünya ölçeğinde kendini hissettiren ekonomik ve siyasi istikrarsızlık giderek derinleşiyor. Dünya ekonomisinin eş zamanlı kriz eğilimi emperyalist-kapitalist sistemi çelişkilerin keskinleştiği, emperyalist hegemonya savaşının kızıştığı bir sürecin içine çekmiştir. ABD’nin başını çektiği emperyalist hegemonya savaşı dünyanın her köşesine yayılarak genişliyor; savaş, çoktandır günümüzün olağan gündemi haline gelmiş bulunuyor.

Ekonomik kriz ve emperyalist hegemonya savaşının basıncı burjuva devletlerin militarist yönünü öne çıkarmakta, bu durum, anti-demokratik uygulamalarla kendini açığa vurmaktadır. Sözümona “uluslararası terör”ü önlemek bahanesiyle başta ABD ve İngiltere olmak üzere tüm emperyalist-kapitalist ülkeler polis devleti uygulamalarını hayata geçiriyorlar. Anti-demokratik yasalar ve faşizan uygulamalar, kapitalist sistemin ekonomik bunalımı ve süren hegemonya savaşı derinleştikçe işçi-emekçi kitlelere karşı daha fazla hayata geçirilecektir. Sınıf mücadelesinin yükseldiği ve kapitalizmin işçi-emekçi yığınların devrime dönüşecek başkaldırısıyla tehdit edildiği her ülkede burjuvazi faşizm gibi olağanüstü rejimlere başvurmaktan çekinmeyecektir.

Nitekim Fransız burjuvazisi de geçtiğimiz günlerde patlak veren isyan karşısında burjuva devletin baskıcı ve militarist yüzünü emekçi kitlelere göstermekten geri durmamıştır. Üç aylık sıkıyönetim ilan edip isyanın yayılıp güçlenmesini engellemek isteyen Fransız burjuvazisi, bir taraftan da anti-demokratik ve faşizan içerikli yasaları gündeme getirmiştir. Beri yandan ise, dünyanın birçok köşesinde ve Avrupa’da faşist hareket çoktandır kıpırdanmakta ve işsizlik ve yoksulluğun pençesinde kıvranan yığınların en bilinçsiz kesimlerini de yanına çekmeye çalışmaktadır.

Türkiye’de ise faşist hareket hep diri kalmıştır; 1980 öncesinde oynadığı uğursuz role her vesileyle soyunma peşindedir. Kürt halkına ve devrimcilere dönük linç saldırılarıyla faşist hareketin kendine alan açmak istemesi dikkatlerden kaçmamalıdır. Milliyetçilik işçi sınıfının gözüne takılmış bir burjuva bağdır; örgütsüz ve gerçek komünist önderlikten yoksunsa işçi sınıfı, burjuvazinin peşinden gitmeye mahkûm olur. Girmiş olduğumuz dönem, gerçekten de pek çok gelişmeye gebedir ve bu nedenle savaş, devrim ve karşı-devrim olarak özetlenebilecek bu süreçte faşizm meselesini her vesileyle ele almakta yarar var.

Maraş: faşizmin iktidara tırmanışında önemli bir basamak

12 Eylül rejiminin faşist karakterini reddedenler daha ziyade, bu rejimin kitle hareketini arkasına alan faşist bir partinin iktidara gelmesi şeklinde kurulmadığı iddiasını öne çıkarmışlardır. Oysa faşizm iktidara, her yerde Almanya veya İtalya’daki klasik örneği tıpatıp izleyerek gelmemiştir. Askeri diktatörlük biçiminde kurulan faşist diktatörlükler bile, darbeyi önceleyen süreçte sivil faşist hareketleri örgütleyip işçi sınıfının üzerine salmaktan, toplumu terörle sindirip kitle pasifikasyonu yöntemlerine başvurmaktan ve kitlelerde “düzen” beklentisi oluşturmaktan geri durmamıştır. İşte geriye dönüp baktığımızda, Maraş katliamının, tam da bu yöntemlerin bir örneği olarak, faşist bir darbenin hazırlanması sürecinde önemli bir basamak oluşturduğunu görürüz.

Maraş’ta 19 Aralık 1978’de başlayan kanlı saldırılar günlerce sürmüş ve kelimenin gerçek anlamıyla karşı-devrimci güruhun katliam ve yağmasına dönüşmüştü. MHP’nin başını çektiği muhafazakâr, mutaassıp küçük-burjuva ve lümpen kitleler “bugün cihat günüdür, Alevileri öldüren cennete gider”, “komünistleri bırakmayın” sloganları eşliğinde saldırılarını günlerce sürdürmüşlerdi. Saldırılar sonucunda 111 kişi ölmüş, Alevilerin ve solcuların evleri ve işyerleri yakılıp yıkılmış, Alevi nüfusun yüzde 80’i Maraş’ı terk etmişti.

Esasında Maraş’ta başlayan katliam, Anadolu kentlerinde ve kasabalarında süren bir dizi saldırı ve yağmanın ardından gelmişti. 1978 yılı boyunca faşist hareket, Alevi ve Sünni kökenli nüfusun yoğun olarak yaşadığı kentlerde mezhep ayrılıklarını kışkırtan provokasyonlar düzenlemiş ve birçok yerde çatışmalar çıkmıştı. Türkeş’in 19 Aralık 1978’de İzmir’de Mussolini’den esinlenerek başlattığı “büyük yürüyüş” açıkça iç savaş ilanı anlamına geliyordu ve devam eden günlerde faşist saldırılar her yerde artacak ve kitlesel kıyımlara dönüşecekti. Maraş olayları öncesinde Malatya, Sivas ve Elazığ gibi kentlerde büyük çatışmalar yaşanmış, kısa zaman içinde çatışmalar tüm Anadolu kent ve kasabalarına yayılmıştı.

İşçi sınıfının hâkim olduğu kentlerde tüm çabasına rağmen tutunamayan MHP’nin örgütlenmesini, sermayenin tekelleşmesi karşısında tükenen küçük-burjuvazinin hâkim olduğu Anadolu kent ve kasabalarına kaydırması tesadüf değildir. Bunun altında, kapitalist gelişmenin sıçramalı temposu daha geri olan bu bölgeleri sarsması ve sermayenin tekelleşmesi ve mali-sermayenin her sektörü ahtapot gibi sarması karşısında küçük-burjuva kentli ve köylü sınıfların yıkıma uğrayarak umutsuzluğa kapılması yatıyordu. Tekelci sermaye karşısında tükenen ve yükselen devrimci mücadele ile huzuru kaçan küçük-burjuva yığınlar, devletin sıcak kollarına kendilerini bırakıp kredi imkânlarından yararlanarak düzen ve istikrar içinde yaşamayı arzulamaktaydılar. Unutmamak gerekiyor ki, “düzen” küçük-burjuvazinin amentüsüdür! İstikrarsızlık ve “düzensizlik” küçük-burjuva yığınlar için küçük mülklerini hepten kaybederek tükenebilecekleri korkulu süreçlerdir.

Faşizm, küçük-burjuva ve işsiz-güçsüz lümpen kitlelere yaşadıklarının sorumlusunun “komünizm” (yani yükselen devrimci işçi hareketi) olduğunu söyleyerek düzen ve istikrar vaat etmekteydi. Bir taraftan da tıpkı Maraş’ta olduğu gibi mezhepsel farklıkları kaşıyarak Alevilere ve devrimcilere karşı gerici kitleleri; “komünistler camiyi yaktı”, “Aleviler camiye bomba attı”, “komünistler ve Aleviler silahlanıyorlar” yalanlarıyla galeyana getirerek harekete geçiriyordu. 3 Eylül 1978’de Sivas’ta başlayan katliam ve yağmada gerici kitlenin, “dinsizleri yok edersek malları bize kalacak” sözleri, faşist hareketin nasıl bir zemine oynadığını çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır.

Maraş olayları, faşist karşı-devrimci hareketin en kanlı girişimlerinden biri değildi sadece, aynı zamanda 1980 darbesine giden sürecin önemli bir basamağıydı da. O güne kadar faşist hareketin durmaksızın tekrarladığı “sıkıyönetim ilan edilmeli ve askerler sokağa çıkarak devlete sahip çıkmalı” söylemi böylece bir gerçeğe dönüşüyordu. Devam eden günlerde CHP hükümeti ve onun başındaki “Karaoğlan” Ecevit, 13 ilde sıkıyönetim ilan edecek ve bilahare sıkıyönetim tüm Türkiye ölçeğine yayılarak ‘80 faşist darbesiyle pekişecekti.

Sıkıyönetim silahı, burjuvazi için gerçekten de vazgeçilmez değerdedir; emekçi kitleler ne zaman kapitalist düzene karşı devrimci başkaldırıya girişmişlerse, burjuvazi hareketi ezmek, pörsütmek ve sönümlendirmek için sıkıyönetim silahını kullanmış ve devrimci hareketi kontrol altına almaya çalışmıştır. TC’nin Kürt halkını kontrol altında tutmak amacıyla yıllarca “olağanüstü hal” uygulaması ve Fransız burjuvazinin geçtiğimiz günlerde patlak veren isyan karşısında hemen sıkıyönetim silahına sarılması bunu bir kez daha tanıtlamıştır.

Burjuvazi işçi sınıfının yükselttiği mücadele bayrağını 12 Mart 1971 darbesiyle yere düşürmeye çalışmış, ama bunu başaramamıştı. Tüm engellemelere ve sürecin darbeyle kesintiye uğratılmasına rağmen işçi hareketinin 60’larda başlayan yükselişi durdurulamadı. Sınıf mücadelesinin yükselmesiyle, emekçi kitlelerin politikleşmesinin önüne çekilen duvarlar yıkılıyor ve tüm toplum politik sürece dahil oluyordu. Devrimci yükselişin toplumu politize etmesiyle sosyalist fikirler işçi-emekçi kitleler nezdinde hızla itibar kazanıyor ve kapitalist düzene karşı işçi sınıfının devrimci örgütlülüğü büyüyordu. 1977 1 Mayısına 500 bin kişinin devrim şarkıları eşliğinde katılması sınıf hareketinin geldiği politik düzeyi ortaya koyarken, burjuvaziye ise alarm zilleri çaldırtıyordu. Devrim/karşı-devrim ikilemi keskinleşmişti.

Bu yıllar aynı zamanda, burjuvazinin tekelci mali-sermaye sentezine ulaştığı ve içe dönük sermaye birikim modelini terk ederek dış pazarlara açılmak istediği yıllardır. Tekelci sermayenin ihtiyaç duyduğu ekonomik ve siyasi yapısal dönüşümler elbette ki, işçi sınıfının kapitalist düzeni devrimci başkaldırıyla tehdit ettiği bir ortamda hayata geçirilemezdi. Böylesi bir gerçekle karşı karşıya kalan tekelci sermaye, düzenin bekası ve selâmetini sağlayacak, devrim tehdidini bertaraf ederek önünü açacak faşist hareketi destekledi ve ‘80 faşizminin koşullarını hazırlatmaya girişti. Bu yıllarda MHP merkezinden Türkeş’e verilen bir raporda “işadamlarında ve sermaye çevrelerinde büyük ilgi vardır, ‘bizi koruyan Türkeş’in adamlarıdır’ demektedirler” yazmaktaydı.

1975’te kurulan Milliyetçi Cephe Hükümeti, 12 Mart cuntasının ezemediği devrimci yükselişin olağanüstü yöntemlere başvurularak durdurulmasını isteyen burjuvazinin özleminin bir ifadesiydi. Demirel’in başında bulunduğu AP, MSP ve MHP’den müteşekkil bu cephe, işçi sınıfına karşı savaş ilan etmişti. Demirel, adeta Mussolini gibi konuşuyordu: “komünizm ile mücadelemiz devam edecektir. Gerekirse bu mücadelede şehadet mertebesine de ulaşırız. Bozguncuları behemehal bozguna uğratacağız.” MHP, iktidar olmanın avantajlarını kullanarak tüm devlet kademlerine yerleşirken, emekli subay ve polislerin eğitiminden geçirilen Ülkücü faşist hareket, adeta asker ve polisten sonra ikinci silahlı güç haline gelmişti. 1976’da MHP’nin Hergün gazetesine bir demeç veren Demirel, “ülkücü gençlik milletimizin teminatıdır. Ülkücüleri suçlayanların devleti yıkmak isteyenler olduğu bellidir” demekteydi.

Karşı-devrimci güçler 1973’ten başlayarak işçi grevlerine, mitinglere ve devrimcilere saldırarak yüzlerce devrimciyi öldürdüler. Toplumun korkutulmasını ve pasifize edilmesini amaçlayan tedhiş/terör yöntemleriyle kitleler, “düzen isteriz”, “artık bu çatışmalar bitsin” noktasına getirilmek isteniyordu. Her gün onlarca saldırı oluyor; kahvehaneler, üniversiteler, grevler basılarak kurşunlanıyordu. Planlı saldırılarla, devrimci hareketle doğrudan bağı olmayan solcu aydın ve yazarlar dahi öldürülüyor, karşı-devrimci terör, dehşete kapılmış kitleleri korkutup sindirmeyi amaçlıyordu. 1978’den sonra karşı-devrimci terör daha bir yaygınlaştırılacak ve hemen her şehirde çatışmalar baş gösterecekti. Burjuvazinin ‘80 faşist darbesini kitlelerin gözünde meşrulaştırmak üzere ileri sürdüğü “kardeş kardeşi öldürüyordu” söylemi, bu dönemdeki karşı-devrimci faşist terörün sonucuydu.

Faşist hareket, iç savaşı tırmandırırken bir taraftan da orduyu işbaşına çağıran bildiriler yayınlıyordu; “yetki ve sorumluluğun askeri yönetime devredilmesi”ni talep eden açıklamalar faşist hareketin tüm gayretinin ne olduğunu gözler önüne sermektedir. Maraş olayları ve ardından sıkıyönetim ilan edilmesi faşizmin iktidara tırmanışında önemli bir dönemeç noktasıydı. 1979 yılı boyunca faşist hareket, sıkıyönetim uygulamasından hiçbir şekilde etkilenmeden saldırılarını sürdürdü. İşçi sınıfına önderlik edecek ve devrimci yükselişi bir devrimle taçlandırarak faşizmi ezme perspektifini taşıyan enternasyonalist komünist bir önderliğin olmaması koşullarında faşist saldırılar emekçi kitlelerin pasifikasyonunu derinleştirdi. Sol kendi içinde bir çatışmanın içine çekilirken, işçi sınıfı içinde örgütlü bir güç olan TKP, burjuvazinin has temsilcisi olan CHP ile “ulusal demokratik cephe” gibi sınıf işbirlikçi politikalar peşinde koşuyordu.

Böylece kitleler karşı-devrimci şiddet sarmalının içine alınarak pasifize edildi ve faşizm askeri bir darbeyle iktidara yükseldiğinde karşısında örgütlü bir güç kalmamıştı. MHP liderlerinden Sadi Somuncuoğlu daha 1973’de, “12 Martta Ülkücü gençliğin nöbeti Mehmetçiğe devrettiğini” söylemişti! Esasında bu sözler ‘80 askeri faşist darbesinin rolünü ve yaşananları da özetleyecekti. Sivil faşist hareket iktidarın yolunu temizlemiş ve iktidara askeri görünümlü faşizm oturmuştu; görev tamamdı!

Askeri diktatörlük mü, faşist diktatörlük mü?

Türkiye’de faşizmin sivil bir hareket önderliğinde iktidara gelmemesi, 1980 askeri darbesinin niteliğinin ne olduğu tartışmasını da beraberinde getirmiştir. Faşizmin kitle tabanını oluşturan küçük-burjuva ve lümpen yığınların askeri darbede doğrudan rol oynamadığını ve faşizmin bir parti önderliğinde sivil hareket aracılığıyla iktidara gelmediğini ileri sürenler, ‘80 askeri darbesini faşizm olarak tanımlamaktan kaçınarak, “askeri diktatörlük” demeyi tercih etmekteler. Oysa görülmesi ve kavranması gereken şey, kurulan iktidarın taşıdığı niteliktir, askeri darbeyle nasıl bir iktidarın doğduğudur. İktidara tırmanan faşizm ile iktidardaki faşizm arasında ayrım yapmak gereklidir. Faşizm, her ülkede farklı görünümlere bürünerek iktidara gelebilir ve bu, Marksistler için hiç de şaşırtıcı olmamalıdır.

Faşizm olgusunu sadece Almanya ve İtalya örnekleri temelinde dondurarak ele alanlar, farklı görünümlere bürünerek gelişebilecek faşist iktidarların niteliğini kavrayamadıkları için, gerçekte işçi sınıfına doğru bir mücadele perspektifi de sunamazlar:

“Klasik faşizmde küçük-burjuvazinin desteğinin çok belirgin olduğu, askeri diktatörlük örneklerinde ise bu unsurun bulunmadığı düşüncesiyle bunların faşist olarak nitelenmesine karşı çıkanların bu husus üzerinde iyice bir düşünmeleri gerekiyor. Faşizmin hep faşist partilerin iktidara gelişiyle kurulduğu düşüncesiyle, hiçbir askeri diktatörlüğün faşizm kategorisi altında değerlendirilemeyeceğini iddia etmek, faşizmi yalnızca klasik biçimleriyle sınırlandırarak kavramaya çalışma tutuculuğu anlamına geliyor.” (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, s.112)

Yunanistan, Şili ve Türkiye örnekleri göstermiştir ki, faşizm, askeri bir görünüme bürünerek iktidara gelebilir ve ordu, sermayenin faşist programını örgütlü işçi sınıfını ve devrimci güçleri ezerek hayata geçirebilir. Kaldı ki “askeri faşist darbeler ansızın üstten geliyor gibi görünseler de, bir ön hazırlığa dayanmayan, iktidarı için önceden ortamı hazırlamayan bir askeri faşist diktatörlük düşünülemez.” “Kapitalizmin krizleriyle umutsuzluğa sürüklenen ve burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çatışmanın yarattığı istikrarsızlık koşullarından bezen küçük-burjuva, işsiz, lümpen kitlelerin askeri faşist bir diktatörlüğün iktidarına giden zeminin döşenmesinde üstlendikleri rol asla göz ardı edilemez.” (Elif Çağlı, age, s.111)

Türkiye’de de, işçi sınıfının devrimci yükselişine karşı faşist hareket bu kesimleri örgütlemiş ve karşı-devrimci bir güç olarak kullanmıştır. MHP önderliğinde, bir taraftan işçi sınıfı içinde alternatif sendikalar (Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu) yaratılmaya çalışılırken, öte taraftan lümpen, işsiz kitleler ve küçük-burjuva kesimler Ülkü Ocakları, Ülkücü Esnaf ve Sanatkârlar Derneği gibi örgütler altında bir araya getirilmiştir. “Komünizme karşı savaş dernekleri”ni de bu kapsamda saymak gerekiyor.

Görüldüğü üzere her düzeyde bir örgütlülük yaratılmaya çalışılmış ve karşı-devrim, yaygınlaştırdığı terörle toplumu pasifize ederek kendi stratejisini hayata geçirmeye çalışmıştır. Ancak faşist hareketin kapsamı ve ulaştığı kitlesellik, Almanya ve İtalya’daki gibi bir düzeye ulaşamamış, burjuvazi, işçi sınıfının ve devrimci hareketin örgütlülük düzeyini dikkate alarak, işini şansa bırakmadan devletin çekirdeğini yani ordusunu işbaşına çağırmıştır. Kuşkusuz faşizmin sivil bir hareket olarak iktidara gelmemesinde uluslararası etmenler olduğu gibi, burjuvazinin Almanya ve İtalya örneklerinden çıkardığı dersler ışığında, sivil faşist hareketin iktidara geldiğinde toplumda yaratacağı huzursuzluk ve çatışmayı göz almak istememesi gibi faktörler de söz konusudur. Zira ordu, solun da büyük katkıları sonucunda emekçi yığınların bilincinde “halkın ordusu” olarak yer tutmuş ve sanki “tarafsızmış” gibi algılanmıştır.

Faşizm, küçük-burjuva ve lümpen yığınları kapitalist düzeni tehdit eden işçi sınıfının devrimci yükselişini ezmek üzere bir koçbaşı olarak kullandıktan ve hareketi ezip iktidara geldikten sonra onu burjuva devletin çelik mengenesinde ezerek geldiği yere gönderir. Nitekim MHP’nin kapatılması ve faşist kadroların cezaevlerine tıkılması ve fakat buna karşın Türkeş’in “kendimiz içerideyiz ama, fikirlerimiz iktidarda” demesi manidardır.

Sonuç olarak, faşizmin Almanya ve İtalya’daki gibi, her daim faşist sivil parti önderliğinde, küçük-burjuva ve lümpen proleter kitlelerin üzerine basarak iktidara yükseleceğini söylemek ve bunu mutlaklaştırmak yanlıştır. Faşizmin genel olarak küçük-burjuva ve lümpen kesimler üzerine basarak bir kitle hareketi oluşturduğu doğrudur; fakat Şili örneğinde olduğu üzere, anlamlı sayılabilecek bir kitle desteğine sahip olmadan, doğrudan tankıyla, topuyla ve tüfeğiyle iktidara gelebileceğini de unutmamak gerekiyor.

Önümüzdeki süreçlerde kapitalist düzenin bir devrim tehdidi karşısında burjuvazi, faşizm gibi olağanüstü rejimlere başvurmaktan geri durmayacaktır. Kaldı ki, daha şimdiden emperyalist burjuvazi, geniş işçi-emekçi yığınlara başkaldırdıkları takdirde nelerin yaşanabileceğini uyguladığı devlet terörüyle göstermiş bulunuyor. ABD’de faşizan yasaların çıkarılması ve bir milyon kişinin ajan yapılmak istenmesi, toplumun geneline dönük fişleme ve baskı; İngiltere’de polisin olağanüstü yasalarla donatılmak istenmesi ve Fransa’da patlak veren isyan karşısında burjuvazinin emekçi kitlelere karşı devlet terörü uygulaması gelecek günlerde nelerin olabileceğinin işaretidir. Tarihsel olguları dondurmadan ve şabloncu bir bakış açısına saplanıp kalmadan, yaşananları Marksizmin ışığında, somut verili durum çerçevesinde değerlendirmek ve ona göre tutum almak gereklidir. 

4 Aralık 2005

İlgili yazılar