Faşizm ve Gençlik
Gülhan Dildar, 21 Nisan 2018

İnsanlık tarihi nice zalimliklere, korkunç baskılara, kıyımlara tanıklık etti. Ancak zalimlerin karşısında her daim direnenler, zulüm karşısında boyun eğmeyenler de oldu. İnsanlığın yakın tarihi on milyonlarca insanın yaşamını kaybettiği, sakatlandığı iki büyük emperyalist savaşa ve bu iki savaş arasındaki süreçte burjuva sınıfın kanlı diktatörlüğü olan faşizme tanıklık etti. Bu tarihsel kesitte de savaşa ve faşizme direnenler oldu. 1917 Ekim Devriminin ardından Birinci Dünya Savaşı kısa sürede sona erdirilmek zorunda kalınmıştı. Başta Avrupa ülkeleri olmak üzere tüm dünya devrimci atmosferden etkilenmişti. Savaştan istediği sonucu elde edemeyen İtalya ve yenik çıkan Almanya’da kitleler yükselen işsizlik, açlık ve sefalet koşullarına karşı baş kaldırmaya başlamışlardı. Devrimci buhranların baş gösterdiği Almanya’da 1918’de Kasım Devrimi patlak verirken, İtalya’da 1920 Eylülünde fabrika işgalleri gerçekleşiyor, işçi konseyleri kurularak bazı sanayi kentlerinde yönetimi ele alıyordu. Ne yazık ki Bolşevik tarzda devrimci bir önderlikten yoksun kitlelerin devrimci enerjisi bir kez daha sosyal demokrat önderlikler eliyle berhava edildi. Tarih, devrimle oyun oynanamayacağı gerçeğini acı derslerle bir kez daha ispatlayacaktı. İşçi iktidarıyla taçlandırılamayan devrimler, işsiz ve yoksul kitleleri umutsuzluğa ve yılgınlığa sürükleyerek en geri kesimlerini yükseliş halindeki karşı-devrimci güçlerin demagojilerine açık hale getirecekti.

Umut arayan işsizlerin geri kesimleri, lümpen proletarya, ekonomik krizin vurduğu küçük-burjuvazi ve köylüler, ayrıcalıklarını kaybeden devlet memurları ve beyaz yakalıların önemli bir bölümü, devrim korkusunu üzerinden atamayan burjuvazinin önünü açtığı ve yeni bir düzen kuracağını iddia eden faşist liderlerin arkasına takıldılar. İtalya’da faşizmin isim babalığını yapan Mussolini’nin 1922’de iktidara gelişini, 1932’de Portekiz’de Salazar ve 1933’te Almanya’da Hitler iktidarları takip etti ve faşist iktidarlar yıllar içerisinde bir veba salgını gibi Avusturya, İspanya, Polonya, Bulgaristan, Yunanistan gibi diğer Avrupa ülkelerine de sıçradı. İrili ufaklı pek çok tarihsel deneyimi sondajlayıp tarihin derinliklerinden bugünlere taşıdığımızda görüyoruz ki, ne kadar baskı uygulanırsa uygulansın toplumda mutlak bir boyun eğme olmamıştır. Bir süreliğine sessiz kalınmışsa da beklenen an geldiğinde diplerde mayalanan tepki ve öfke gürül gürül akan bir nehre dönüşmüştür. Bu ülkelerde, özellikle faşist iktidarların hedefledikleri toplumun yaratılması için kitleler üzerinde çocukluktan itibaren yoğun ve incelikli çalışmalar yürütmelerine rağmen rejime muhalif gençlerin varlığının sürmesi ve gençliğin faşizme karşı direnişi dikkat çekicidir. Geçmişten bugünlere taşıdığımız pek çok deneyim, bu açıdan geleceğe umutla bakmamızı ve sabırla hazırlık yapmamız gerektiğini ortaya koyuyor.

Faşist liderler iktidara gelebilmek için türlü manipülasyonlarla kitle psikolojisini etkiliyor, akıllarını, vicdanlarını teslim alarak milyonlarca insanı kendi tabanı haline getiriyorlardı. Ancak faşist ideolojiye ve hareketlere karşı propaganda yürüten, faşist iktidarların ve onların çıkaracağı savaşın halklar için felâketten başka bir şey getirmeyeceğinin farkında olan örgütlü ve örgütsüz kesimler de vardı. Faşizmin en uç örneğinin yaşandığı Hitler Almanya’sında bile Sosyal Demokrat Parti (SPD) ve Komünist Partinin (KPD) ciddi hatalarına ve ihanetine rağmen faşizmin iktidara gelişi kolay olmamıştı. Hitler 1924’te gerçekleştirdiği başarısız darbe girişiminin ardından faşist iktidarının kurulması için 1933’e dek bekleyecekti. Bu yıllar içerisinde Hitler faşizminin Kahverengi Gömleklileri (SA) vurucu güç olarak kullanılıyor ve sosyalistler, komünistler, mücadeleci işçiler, muhalifler faşist saldırılara uğruyorlardı. Komünist Partinin gençlik örgütleri bu dönemde çalışmalarına zorlu koşullarda da olsa devam ettiler. Alman Komünist Gençler Birliği, açıktan ajitasyon ve propagandanın yapılamadığı koşullarda illegal olarak çalışmalarını sürdürmeye çalıştı. Yayınlar dağıttı, yazılamalar yaptı. KP’nin yarı silahlı örgütü Kızıl Cephe Savaşçıları Birliği, komünistlere, sosyalistlere, grevlere ve sendikalara saldıran, toplumu terörize ederek baskı altına almaya çalışan faşist paramiliter güçlerle çatışıyor, mücadele veriyordu. (Bu örgüt üye sayısını 1927’de 110 bine çıkarmıştı.) Örneğin, 200 bin işçinin Berlin’de toplandığı ve 33 kişinin yaşamını kaybettiği 1929 1 Mayıs kutlamalarına saldıran Fırtına Birliklerine (SA) karşı mücadele etmiş, kitleyi korumaya çalışmıştı.

Ne yazık ki faşizmi küçümseyen ve ciddiye almayan KPD ve SPD vaktinde gerekli müdahalelerde bulunmayarak kendi mezarlarını da kazmış oldular. 1933 Şubatında aslında kendilerinin tertiplediği Reichstag yangınını bir fırsat olarak değerlendiren Naziler, suçu komünistlerin üzerine yıktı ve vakit kaybetmeksizin parlamenter rejime dönük saldırılara girişti. Ardından da Hitler hızlı bir şekilde iktidara yerleşti. Bu süreçte önce KPD kapatıldı ve binlerce komünist tutuklanırken, toplama kamplarına sürülürken, her türlü toplanma, örgütlenme ve yayın özgürlüğü kaldırıldı. SPD ve diğer tüm partilerin de kapatılmasıyla artık 14 Temmuz 1933 itibariyle “Almanya’nın tek partisi” Nasyonal Sosyalist Partiydi. Faşist iktidar kendi iç temizliğini de gerçekleştirerek (1934 meşhur uzun bıçaklar gecesi) başıbozuk SA’lardan kurtulmuş ve burjuvazinin güvenini kazanmıştı. Cumhurbaşkanı Hindenburg ölmek üzereyken çıkartılan bir yasayla cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık yetkileri Hitler şahsında birleştirilmişti. Artık faşist rejimin önünde bir engel kalmamıştı. Faşist rejimin en sadist unsurlarından biri olan Himmler’in yönetiminde Gestapo (Gizli Devlet Polisi) kurularak “devletin güvenliğini” sağlamak adına faşist terör bu kez devlet eliyle en üst düzeye çıkarıldı.

Gerçekleştirilen işkenceler ve saldırılarla tam bir korku toplumu yaratılıyor, bireyler ajanlaştırılıyordu. Yıllar içerisinde aynı işyerlerinde, fabrikalarda çalışan insanlar birkaç kelimenin haricinde neredeyse bir şey paylaşamaz olmuşlardı, aile içi unsurların bile birbirini ihbar ettiği yıllar yaşanmıştı. Dönemin Almanya toplumu için “dilini kaybetmiş, adeta dilsiz bir toplumdu” denilmesi çok şey ifade etmektedir. Elbette ki böylesi “dilsizleştirilmiş, körleştirilmiş, sağırlaştırılmış” bir toplumun yaratılması için ciddi “emek” harcanması gerekiyordu. Toplumun tek tipleştirilmesi için eğitimden çalışma alanına, evlilikten çocuk yapmaya hayatın her alanına faşist ideoloji nüfuz etmeliydi. “Ustalıklı” bir propagandanın yanı sıra hayatın her alanı faşist iktidarın çıkarları temelinde yeniden örgütlenmeli ve kitleler asla kendi başlarına bırakılmamalıydılar. Bu anlamıyla faşist iktidar, kadınlar ve gençlerle özel olarak ilgileniyordu. Kendini bağımsız bir birey olarak gören ve davranan kadının, itaat etmeyen, sorgulayan gençlerin varlığı ve bu gençlerin dinamik enerjisini örgütlü bir güce dönüştürme potansiyelleri faşist iktidar için tam anlamıyla belâ demekti. Bu açıdan toplum derhal kontrol altına alınmalıydı ve bunun da yolu öncelikle gençlerin kontrol altına alınmasından, “Führer”e bağlı, itaatkâr bir gençlik yaratılmasından geçmekteydi. Çocuklar küçüklükten itibaren itaatkâr, otorite karşısında uslu, terbiyeli, düzenin istediği ahlâk yapısına uygun bir şekilde yetiştirilmeliydi. Daha gençlik dönemlerinde haksızlıklara karşı isyan edilmemesi öğretilmeliydi. Böylece artık kişi faşist rejime uyumlu, her türlü aşağılanmayı, ezilmişliği sineye çeken itaatkâr bir kul haline getirilmiş olurdu. 

Hitler faşizminin eğitim sistemi tornası

Nazi Almanya’sında eğitim sistemi, anasınıfından üniversitelere dek çocukların, gençlerin beynine faşist ideolojiyi işlemek üzere inceden inceye planlanmıştı. Okullar fikirlerin yayılmasında önemli bir rol oynuyordu. Faşist eğitim sisteminden geçen gençlerin adeta bir torna makinesinden çıkmış parçalar gibi tek tip olması isteniyordu. “Führer’e yürekten bağlı, Almanların üstün ırk olduğu, komünistlerin Almanya düşmanı, vatan haini olduğu, Yahudilerin aşağı ırktan olduğu” düşüncesine sahip olunmalıydı. İlkokul okuma kitaplarından çizgi filmlere varıncaya kadar tüm araçlar bu amaç doğrultusunda hazırlanıyordu. Kitaplar sansürleniyor, Hitler sevgisini, devlet otoritesini, militarizmi, ırkçılığı aşılamak amacıyla yeni kitaplar basılıyordu. Kitapların ilk sayfaları “Heil Hitler” sözcükleriyle başlıyor, okuma yazmayı yeni öğrenen çocukların kitapları Nazi sembolleriyle, gamalı haçlarla dolduruluyor, Nazizme sempati yaratılmaya çalışılıyordu. Meselâ 1938 tarihli ilkokul Almanca okuma kitabında işsizlik ve yoksulluktan bunalan, patates çorbasından başka bir yiyecek bulamayan bir ailenin hikâyesi anlatılıyor ve faşist rejim onları sefalet koşullarından kurtarıyordu. Birinci Dünya Savaşında ayağından vurulmuş, işsiz baba, bir gün gururla eve dönüyor, 200 kişiyle birlikte yeni bir köprünün inşaatında çalışmaya başlayacağını ailesine müjdeliyordu. Kitaplarda, Nazi ideolojisinin bütün öğeleri bulunuyordu. Bilim, Eğitim ve Ulusal Kültür Bakanı Bernhard Rust, 1934’teki bir konuşmasında okul ders kitaplarının ne amaçla basıldığını açıkça dile getiriyordu: “Bu kitaplar, genç Alman halkının ideolojik eğitimini sağlamalı, onları ulusal topluluğun hizmet etmeye ve fedakârlığa hazır birer bireyi haline getirmeyi amaçlamalıdır.” Faşist ideolojiye göre “sakıncalı” olan kitaplar ise bir an önce imha edilmeliydi.

Kitapların yanı sıra çocukların oyunları bile ırkçı faşist ideoloji temelinde şekillendiriliyordu. Oyunlarda Yahudiler dışlanıyor, aşağılanıyordu. Peri masalları bile Nazi ideolojisine göre farklılaştırılıp çocuk filmlerine konu oluyordu. Örneğin Ekim 1939’da gösterime giren “Kırmızı Başlıklı Kız” adlı filmde, küçük kızı kötü kurttan SS üniforması giymiş bir adam kurtarıyordu. Pamuk Prenses’in babası, doğuya doğru Almanların Rusya seferini andıran bir savaşa gidiyor, Çizmeli Kedi bir Hitler figürü gibi çocukların “Heil Çizmeli Kedi! Sen bizim kurtarıcımızsın!” tezahüratıyla karşılanıyordu. Nazi ideolojisi adeta bir dine dönüştürülmüştü. Hitler efsanevi, kutsal bir kişi olarak algılatılıyordu. Özellikle Hitler’in suikastlardan kurtulması bu düşünceyi besliyordu. Küçücük çocukların beynine bu düşünceleri yerleştirmek daha kolay ve ilerleyen yıllarda daha kalıcı hale getirilebilirdi. Bu nedenle de anasınıflarında çocuklara “Hitler duası” okutularak Hitler’e şükran duymaları sağlanır, onun “yüce” kişiliği beslenirdi. Çocuklar yemeklerden önce el ele tutuşturulur ve dua ederlerdi: “Ellerini aç, başını eğ ve Adolf Hitler’i düşün. Hitler bize rızkımızı verir ve bizi yokluktan kurtarır. Amin.”

Almanya’da faşizm döneminde 6 yaşından 18 yaşına kadar bütün kız ve erkek çocuklar için çeşitli örgütler oluşturulmuştu: Pimpf (6-10 yaşındaki erkek çocukları), Alman Gençliği (10-14 yaşındaki erkek çocukları), Hitler Gençliği (14-18 yaşındaki erkek çocukları), Alman Kızları Birliği (10-14 yaşındaki kızlar), Alman Genç Kızları Birliği (14-18 yaşındaki kızlar). Bu örgütlerde faşist ideolojinin yanı sıra erkek çocuklara spor ve askeri eğitim; kız çocuklara ise ev işleri, rahat bir gebelik ve doğum için jimnastik eğitimi veriliyordu. Hitler Gençliği örgütü, Hitler faşizminin geleceği açısından büyük öneme sahipti. Bir yanda gençler buradan askere seçilebilecek hale getiriliyor, diğer yanda ise Gestapo ile kurulan bağla gençler ihbarcılığa teşvik ediliyordu. Gençler, mahallelerinde, okullarında hatta ailelerinde en ufak bir şüpheye kapıldıklarında Gestapo’ya rapor etmek yani ihbar etmek mecburiyetindeydiler. 1933 yılında 50 bin üyesi olan Hitler Gençliğine, 1 Temmuz 1936’da bütün “ari” Alman gençlerinin katılmaları zorunlu hale getirildi.

Hitler, faşist ideoloji beyinlerine işlenmeden gençlerin okuldan ayrılmalarını istemiyordu: “Hiçbir kız veya oğlan çocuk, saf kanın gerekliliği ve önemini tam olarak anlamadan okuldan ayrılmamalıdır.” Tarih derslerinde öğrencilere “efsanevi” bir Alman tarihi okutuluyordu. Tarih kitaplarında Prusya Kralı Büyük Friedrich’in bütün Avrupa’yı yendiği, I. Wilhelm döneminde Fransa’nın ezilerek “İkinci Reich”ın kurulduğu dönemler parlatılıyor, askeri kahramanlık temalarıyla militarizm körükleniyordu. Bu örneklerle Hitler ve faşist iktidarı arasında bağlar kuruluyordu. Fizik, biyoloji, matematik gibi derslerde de müfredat ideolojik saldırılarla doluydu. Matematik problemlerinde bile engelli bireyler, Yahudiler toplum üzerinde bir yükmüş gibi algılatılıyor, onların beslendiği paralarla kaç kişiye evlilik kredilerinin verilebileceği hesaplatılacak kadar vicdandan yoksun, ırkçılığın fışkırdığı sorular soruluyordu. Alman faşizmi beden eğitimi derslerine ayrı bir önem veriyordu. Beden eğitimi, bu militarist rejimde, bütün ders saatlerinin %15’ini kapsıyordu. Hitler spora ve beden eğitimine verdiği önemi şöyle dile getirmişti: “Genç bir Alman, bir tazı gibi çevik, deri gibi sert, Krupp çeliği gibi sağlam olmalıdır.” Öğretmenlerin %97’si Nazi Öğretmen Birliği, %33’ü ise doğrudan Nazi Partisi üyesiydi ve okula Nazi üniformalarıyla geliyordu. Hitler faşizmi üniversitelerde de kıyıcılığını ortaya koymuştu. 1933-1934’te Almanya’daki üniversitelerde 1800 akademisyen işten çıkarılmıştı. Özellikle büyük kentlerdeki üniversitelerin kadroları tam bir kıyımdan geçirilmişti. Aydın düşmanlığı körüklenmiş, Nazilere biat etmeyenler cezalandırılmıştı. 10 Mayıs 1933’te meydanlarda kitaplar yakılmıştı. Üniversitelerdeki öğrenci sayısında ciddi bir düşüş vardı. Üniversitelerdeki kız öğrenci sayısı %10 ile sınırlandırılmıştı. Genç kızlara üniversitelerde boşuna zaman kaybetmemeleri ve kutsal annelik görevlerini yerine getirmeleri salık veriliyordu.

Alman faşizminin tornasından geçirilemeyen asi gençler

Tüm bu baskıcı, dayatmacı tablo karşısında yine de faşist ideolojinin teslim alamadığı gençler vardı. Ve zaman ilerledikçe, İkinci Dünya Savaşının acı sonuçları hissedilmeye başlandıkça, sorgulayan, faşizme karşı çıkan gençlerin sayısı artıyordu. Hitler Gençliği’ne katılmaya itiraz eden olursa Gestapo, aileleri çocuklarını alıp yetimhaneye götürmekle tehdit ediyordu. Bu tip tehditler ve baskılar karşısında bile faşist gençliğin bir parçası olmayı reddeden, faşist iktidarın tek tip yaşam biçimine, kurallarına ve Hitler zulmüne, savaşa, işgale karşı direnen gençlik grupları oluşmaya başladı. Swing Gençliği, Jazz Gençliği, Edelweiss Korsanları, Beyaz Gül gibi gruplar çeşitli biçimlerde faşizme karşı direniş sergileyenler arasındaydılar.

1930’ların sonunda ortaya çıkan Edelweiss Korsanları, faşizme ve başta onun gençlik örgütü olmak üzere tüm kurumlarına karşı kültürel ve politik olarak isyan ediyor, mücadeleye girişiyordu. İsimleri, yakalarına gizleyerek taktıkları ve topluluğa bağlılıklarını simgeleyen Edelweiss çiçeğinden geliyordu. Faşist iktidar çocukluktan itibaren gençleri saç kesiminden giyimine kadar tek tipleştiriyor, belli kalıplara sokarak uysallaştırmaya çalışıyordu. Ancak Edelweiss Korsanları, kıyafetleriyle, müzikleriyle otoriteye boyun eğmiyordu. Nazi Almanya’sında Alman müziği haricinde müzik dinlemek, kızlı erkekli dans etmek, gezmek neredeyse tümüyle yasaklanmıştı. Edelweiss Korsanları ise bu yasaklara tepki olarak saçlarını uzatıyor, yasak müzikler dinliyorlardı. Hitler Gençliği’nin söylediği marşların parodilerini hazırlıyor ve türlü enstrümanlarla çalıyorlardı. Bu gençlerin pek çoğunun babaları savaştan dönmüş ya da ebeveynleri komünist faaliyetler sebebiyle çalışma kamplarına gönderilmiş ve öldürülmüştü. Erken yaşlardan itibaren faşist cellâtların caniliklerine tanıklık eden bu gençler, faşist rejime büyük bir öfke duyuyor ve artık canları pahasına direnmekten başka bir çare görmüyorlardı. Bulundukları mahallelerde toplantılar yapıyor, Hitler Gençliği ile çatışarak mahallelerini savunuyorlardı. Hitler faşizminin gençlere ıssız dağlık, ormanlık alan gezileri yasağını tanımayarak yasaklı alanlarda kamplar düzenliyorlardı. Kısa sürede gençler arasında yaygınlaşan Edelweiss Korsanları’nın farklı bölgelerde pek çok alt grubu oluştu. Örneğin Köln’de 14-23 yaşlarındaki gençlerin oluşturduğu Ehrenfeld adındaki grup, çalışma kamplarından kaçmış komünistleri, Yahudileri, kısacası Nazilerle başı dertte olan herkesi gizliyor, korumaya çalışıyordu. Mahallelerde devriye gezen faşistlerle kimi zaman çatılardan tuğla atarak, kimi zaman silahlı olarak çatışmaya giriyorlardı. Sokaklarda yazılamalar yapıyor, bildiriler dağıtıyorlardı. Essen şehrinde de Farhtenstenze (Yol Arkadaşları) isimli başka bir grup vardı. Köln’de yine Navajolar diye anılan başka bir alt grup Hitler faşizmine karşı şarkılarıyla direniyordu:

Hitler kazanmış olabilir

Ama şimdilik…

Ve zincire bağlanmış olabiliriz

Ama şimdilik…

Bir gün parçalayacağız o zinciri

Ve özgürlüğe yürüyeceğiz yeniden

Zor anlar için yumruklarımız var

Bıçaklarımız ve birleşmiş kollarımız

Gençliğin özgürlüğü için

Navajolar dövüşüyor!

Biz Edelweiss korsanları

Ruhr ve Ren kıyısında yürür

Ve haklarız Hitler gençliğini

Şarkımız özgürlük, sevgi ve yaşam!

Tüm devlet aygıtını elinde tutan, Avrupa’nın pek çok ülkesini işgal eden faşist iktidar, en ufak bir muhalefet odağından bile ölesiye korkuyordu ve bu korkuları dönemin raporlarına da yansımıştı. Faşist şiddete, baskıya rağmen yaşamları pahasına direnen bu gençleri kontrolleri altına alamayan faşist iktidarın 1943’teki bir raporunda Edelweiss Korsanları hakkında şunlar dile getirilmişti: “Yaşları 12 ile 17 arasında değişen bu gençler, gece geç vakitte müzik enstrümanları ve genç kadınlarla etrafta dolaşıyorlar. Bu ayaktakımı, Hitler Gençliği’nin dışında büyük bir bölümü oluşturduğundan ve organizasyona karşı düşmanca bir tavır takındıklarından, diğer gençler için tehlike teşkil ediyorlar.” Faşist rejimin bekası açısından tehlike arz eden Edelweiss Korsanları’nın yükselen ve yayılan isyanına karşı derhal önlem alınmalıydı! Hitler Gençliği ilk başlarda devriyelerle gizli dansları ve kampları basıyordu. Ancak Edelweiss Korsanları “Hitler Gençliğiyle Ebedi Savaş” sloganıyla devriyeleri pusuya düşürerek önemli başarılar elde etti. Gestapo, zamanla alanını genişletince direnişçi gruplar üzerinde baskıyı arttırdı. Diğer gruplardan daha politik olan ve daha radikal eylemler gerçekleştiren Köln’deki Ehrenfeld Grubu, 1944’te Gestapo tarafından dağıtıldı ve 16-17 yaşlarındaki 12 üyesi asıldı. Benzer acı son Navajoların da başına geldi. Gençler yargılanmadan meydanlarda herkesin gözleri önünde idam edildiler. Faşist rejim, gerçekleştirdiği bu tür kıyımlarıyla her ne kadar toplum üzerindeki korku atmosferini sürekli kılmaya çalışsa da ne direnenleri tümden ortadan kaldırabilmiştir, ne de Hitler iktidarının sonunun gelmesine engel olabilmiştir.

Hitler faşizmine karşı direnişte Swing Gençliği ve Jazz Gençliği gibi başka gençlik grupları da Edelweiss Korsanları’nı takip ettiler. Binlerce genç, militarist, cinsiyet ayrımcı Hitler Gençliği’ne katılmayı reddederek caz ve swing müziği dinliyor, dans ederek tepkilerini ortaya koyuyorlardı. Üstelik dinledikleri müzikler faşist iktidarın yasakladığı Afrika kökenli ve Yahudi müzisyenlere aitti. Nazi ideolojisine göre bu müzikler “dejenere müzik”lerdi ve dinleyenler “vatan haini”ydiler. Dolayısıyla bu müzikleri dinleyenler ya da dans edenler yakalandıklarında “cezası” da suçlama kadar ağır oluyordu. Swing gençleri, yüzlerce gençle bir araya gelerek swing müziğinin ve dansının yapıldığı konserler, partiler düzenliyorlardı. Gestapo ve Hitler Gençliği’nin işbirliğiyle yapılan takipler sonrasında basılan kulüplerde yakalanan gençler işkence görüyor, çalışma kamplarına gönderiliyorlardı. Hitler Gençliği’nin 1940’taki bir raporuna göre swing gençleri “ürkütücüydü”: “Dans müziği tamamen İngilizce ve Amerikan’dı. Sadece swing dansı yapılıyordu. Dansçıların ürkütücü bir görünüşü vardı. Hiçbir çift normal dans etmiyordu. Bazen iki erkek bir kızla dans ediyordu. Grup rumba çaldığında, dansçılar vahşi bir coşkuya kapıldılar. Vahşi hayvanlar gibi swing yaptılar.” Hitler faşizminin yerleştirmeye çalıştığı gençlik anlayışına bu tip dans ve müzikler, giyim kuşam, saç şekli aykırıydı. Faşist iktidar, onca propaganda aygıtına, eğitim sistemine rağmen bu isyancı gençliğin varlığını önleyemedi. Tren istasyonları gibi toplu alanlara anti-Nazi grafitiler yapan gençlik grupları, “Kahrolsun Hitler” gibi, cezası ölümle sonuçlanabilen sloganların yazılamalarını büyük bir cesaretle yapıyorlardı.

İkinci Dünya Savaşının ilerlemesiyle birlikte, yüz binlerce Alman gencinin cephelerde patır patır ölmesi ve başta Yahudiler olmak üzere işgal altındaki ülkelerin emekçilerinin yaşadıkları felâketler ve acı, gençlerdeki Hitler faşizmine ve savaşa olan öfkeyi daha da biledi. Her türlü sansüre rağmen gerçekleri görmeye başlayan, öfke duyan gençlerin sayısı artmaya başladı. Nazilerin gençlik örgütlenmelerine üye olan gençler dahi, Hitler’in yalanlarını, savaşı sorgulamaya başladılar. Ancak yıllar ilerledikçe faşist rejimin uygulamaları akıl almaz boyutlara ulaştı. Politika konuşmak ya da politika üzerine yazmak yasaktı. Hitler’i ve savaşı eleştirmek “vatana ihanet, bozgunculuk ve dış güçlerle işbirliği” gibi suçlamalarla karşı karşıya kalmak ve ağır şekilde cezalandırılmak anlamına geliyordu. Örneğin, 27 Temmuz 1943’te Fritz Göbbe, yakın bir arkadaşına “Hükümet istifa etmeli. Bizde de durum İtalya gibi olacak. Ölümlere son verilmeli. Göring ve Gobbels paralarını yurtdışına kaçırmış bile” dediği için idam cezasına çarptırılmıştı. 16 yaşındaki Walter Klingenbeck ise “Hitler savaşı kazanamaz, ancak uzatabilir” diye bir el ilanı yazdığı için, daha dağıtmasına fırsat kalmadan yakalanıp idam edilmişti.[*] Bu iki acı olay, Alman faşizminin kitlelerin gerçekleri görmesinin, sorgulamasının ve tartışmasının önüne geçmek için topluma yaydığı dehşetin boyutlarını somutluyordu.

Ancak faşist iktidarın dehşetine rağmen ölümü dahi göze alarak üniversitede faşizm ve savaş karşıtı çalışmalar başlatan gençler vardı. Münih Üniversitesi öğrencilerinin kurduğu Beyaz Gül adlı direniş grubu bunlardan biriydi. Bu grup düşünme ve konuşma gibi temel insan hakları özgürlüğü, savaşın ve Yahudilere karşı gerçekleştirilen katliamların durdurulmasını istiyordu. Savaş ve faşizm karşıtı bildiriler yazarak posta yoluyla insanlara ulaştırıyorlardı. Yabancı radyo dinlemenin dahi yasak olduğu ve faşist iktidarın medya aygıtlarından militarist bir propaganda eşliğinde savaşın gerçek seyrinin aksine zafer nidalarının kitlelere yayıldığı bir dönemde bu bildiriler oldukça tehlikeliydi rejimin bekası açısından. Fransa ve Rusya cephesinde sağlıkçı olarak bulunan Hans ve arkadaşları bizzat kendileri cephede olup bitenlere tanıklık etmiş ve kendilerine canavar gibi gösterilen Rusların hiç de anlatılanlar gibi olmadığını görmüşlerdi. Sovyet askerleriyle sohbet eden bu gençler, hem savaşın gerçek seyrinde Almanya’nın yenilgisinin yakın olduğunu görüyor hem de asıl düşmanın halkların başına nice felâketler getiren faşist rejimin kendisi olduğunu bilince çıkarıyorlardı. Gencecik insanların cephede on binlerle, yüz binlerle öldüğünü gören Hans ve arkadaşları kaleme aldıkları bildirilerinde bu gerçeklere işaret ediyor, halkı çocuklarının yaşam hakkına sahip çıkmaya ve savaşa karşı durmaya çağırıyorlardı.

Beyaz Gül grubu önce Alexander Schmorell, Hans Scholl ve Cristoph Probst olmak üzere üç üniversite öğrencisinden oluşuyordu. Sonra bu üç arkadaşa Münih üniversitesinde felsefe profesörü olan Kurt Huber, Hans’ın kız kardeşi Sophie ve başka gençler katılmaya başladı. Beyaz Gül grubunun büyük çoğunluğu öğrencilerden oluşuyordu ancak öğrencilerin dışında yetişkinler de maddi ve manevi olarak destekliyorlardı. Aydınlar, sanatçılar da grubu destekleyenler arasındaydı. Kimisi parasal destek sunuyor, kimisi toplantılarının gerçekleştirilmesi için evini açıyordu gençlere. Kimisi bildirilerin çoğaltılması için baskı makinesini kullandırıyor, kimisi bildirilerin posta kutularına bırakılmasını sağlıyor, kimisi ise bildirilerin basımı için kâğıt veriyordu. Münih’te çalışmalarını başlatan grup, Bavyera’nın diğer kentlerine de bildirilerini ulaştırmaya başlayınca sempatizan sayısı artmaya başladı. Beyaz Gül grubu Berlin, Hamburg, Stuttgart ve Viyana’daki işçi ve öğrenci gençlerle bağ kurdu, bildiriler ulaştırdı. KDP ve SPD’nin yeraltı ağlarıyla da ilişkiye geçme çabasında olan örgütün buna vakti yetmedi. Scholl kardeşlerin üniversitede bildiri dağıtırken yakalanmalarının ardından Scholl kardeşler, Probst, Huber ve Schmorell 1943’te idam cezasına çarptırıldılar. Bu cezadan sonra bile az sayıda kişi tarafından da olsa yazdıkları son bildiri postayla dağıtılmaya devam edildi. Bildirilerin Hamburg’a da iletilmesi sonucunda Hamburg’da da bir grup oluşmuştu. Ne yazık ki Hamburg’daki grup da mahkemeye verildi ve ağır cezalara çarptırıldı.

Beyaz Gül grubu homojen bir örgüt değildi. Aralarında komünistlerin, Katoliklerin, Protestanların ve başkalarının da yer aldığı, özü itibariyle faşizmin vahşetini durdurma çabası uğrunda bedel ödemeyi göze almış, vicdanını, onurunu faşist iktidarın ideolojisine teslim etmemiş insanlardan oluşuyordu. Mevcut koşullar altında yapılabilecek ne varsa onu yapmak için ellerinden geleni yapmaya çalıştılar, insanlığı faşist karanlıktan kurtarıp güneşli günlere taşımanın kavgasını verdiler. Scholl Kardeşler ve Probst, sadece birkaç gün içerisinde çok hızlı bir şekilde sorgulanıp, düzmece bir mahkemede yargılandılar ve mahkemenin idam kararını verdiği gün idam edildiler. 20’li yaşlarındaki bu gençler, ulaştırdıkları bildirilerle Hitler rejimini sorgulatmaya çalışmışlardı. “Koskoca” Nazi iktidarı bu “bir avuç” gencin iradesi karşısında çılgına dönmüş, kudurganca saldırmıştı. Ancak iradeleri teslim alınamayan bu onurlu gençler, mahkeme salonunda faşist kurmaylara verdikleri cevaplarıyla da isimlerini tarihin direnç sayfalarına yazdırdılar. “Mutlaka birinin başlaması gerekiyordu” diyen gençler verdikleri mücadeleden asla pişman olmadılar. Scholl Kardeşler, mahkeme heyetine “bizim yargılandığımız bu yerde yakında sizler yargılanacaksınız” demişlerdi ki tarih onları haklı çıkardı. Kısa bir süre sonra faşizm yenilgiye uğradı. Dünya halkları faşizmi lanetledi. Münih Üniversitesi Scholl kardeşlerin adıyla anılır oldu.

Scholl kardeşlerin üniversitede bildiri dağıtımından birkaç gün önce Münih Üniversitesinde faşist rejimin kadına bakış açısını ağzından salyalar akıtarak anlatan Güney Almanya valisi Giesler’in konuşması olay yaratmıştı. Üniversiteyle hiçbir ilişkisi olmayan Giesler, üniversitenin en büyük salonunda bir konuşma yapacağını ve tüm öğrencilerin katılımının zorunlu olduğunu duyurmuştu. Katılmayan öğrencilere ise bir sonraki yarıyılda derslere girmesinin yasaklanacağı duyurusu yapılarak kalabalık öğrenci kitlelerinin toplanması sağlanmaya çalışılmıştı. Ancak tüm bu tehditlere rağmen gençlerin bir kısmı faşistlerin bu tip toplantılarına, mitinglerine katılmıyordu. Giesler, Münih Üniversitesinde yaptığı konuşmasının sonuna doğru “Kız öğrenciler burada böyle anlamsız işlerle uğraşacaklarına (üniversite eğitimi alacaklarına) Führer’imize çocuk hediye etsinler. Eğer kendileri bunda yardımcı olacak kimse bulamazlarsa benim SA delikanlılarım göreve hazırdır” demiş ve salondaki öğrencilerin şiddetli tepkisine yol açmıştı. Kadını aşağılayan, zayıf cins ve sadece annelik görevini yerine getirmesi gereken bir obje olarak sunan bu konuşmayla birlikte kız öğrencilerin büyük kısmı salonu terk etmiş, erkek öğrenciler ise SA’larla kavga etmişlerdi. Ertesi sabah üniversitenin duvarları gençler tarafından “Kahrolsun Hitler, Kahrolsun Faşizm” sloganlarıyla doldurulmuştu. Münih’e yayılan bu olay muhaliflerde umut yaratmıştı. Scholl kardeşlerin bildirileri üniversitede dağıtmasını tetiklediği de düşünülen bu olayın kendisi de gençlerin bir kesiminin artık faşist rejimin aşağılamalarına, birey olarak görülmemelerine tahammüllerinin kalmadığını gösteriyordu.

***

İşçi sınıfının gençliği, direngenliği ve cesaretiyle daha pek çok ülkede faşizme karşı verilen çeşitli mücadelelerde yerini aldı. İtalya’da gerek işçi kentlerinde yürütülen grevlerde, gerekse Partizan hareketinin silahlı eylemlerinde, faşistlere yönelik gerçekleştirilen sabotajlarda gençler yerlerini aldılar. Benzer şekilde faşist iktidarların işgaline uğrayan Fransa, Yunanistan, Yugoslavya, Arnavutluk gibi pek çok ülkede de gençler, faşist baskıdan ve işgalden kurtulmak için direnç gösterdiler, mücadele ettiler. Gençler, direnişlerde niceliksel olarak dikkat çekmelerinin yanı sıra cesaret ve dinamizmleri açısından niteliksel olarak da önemli bir yer tutmaktadırlar. Kapitalistlerin ve onların totaliter rejimlerinin gençlik üzerinde türlü türlü çalışmalar yürüterek onların bilinçlerini teslim almaya çalışmaları, onları kapitalizmin ebediyetine ikna etmeye çalışmaları ya da olağanüstü dönemlerde kendi faşist örgütlenmelerinin tabanı haline getirmeye çalışmaları boşuna değildir! Ancak burjuvazinin ve onun totaliter rejimlerinin aldatmacaları, baskıları beyhudedir. Yukarda verdiğimiz örneklerde de görüldüğü üzere ne kadar kudretli görünürlerse görünsünler faşist rejimler gün gelip yıkılmaya mahkûmdurlar.

Faşizm ve Kitle Psikolojisi


[*] Prof. Dr. Emel Huber, Faşizme Karşı Direniş Beyaz Gülhttps://issuu.com/aypa/docs/20150427-emel-huber-fasizme-karsi-d (Emel Huber, Beyaz Gül grubu üyesi olan ve idam edilen felsefe profesörü Kurt Huber’in gelinidir.)

İlgili yazılar