ABD ve İngiliz emperyalizminin savaş makineleri Irak halkının üzerine tomahawk füzeleri yağdırırken, Türk burjuvazisinin kalemşorları tozu dumana katmış savaş güdüsüyle dizlerini dövüyorlardı. Çünkü Meclisten savaş tezkeresi geçmemiş ve Türkiye savaşa resmen savaşın bir parçası olmamıştı. Günlerce kitlelerin bilincini esir aldılar ve ABD’nin yanında savaşa girdiğimizde neler kazanacağımızı ballandıra ballandıra anlattılar. Efendim, 24 milyar dolarlık bir kredi gelecek, ABD Türk üslerinde girişeceği inşaatlara dolar akıtacak, Türkiye Irak paylaşılırken masada olacak ve savaşın ganimetinden pay alacaktı. Bir düşünün, krizde olan Türkiye ekonomisi krizden çıkacak, milli gelirimiz artacak, yani her şey “çok güzel olacaktı!” Ama işte olmadı. Yazık, çok yazık!
Tarih yine sürprizini yapmış, gerek burjuvazinin kendi içindeki mücadele, gerekse bir bütün olarak burjuvaziyle işçi sınıfı arasında yürüyen sınıf mücadelesi olgusu olayların gelişimine değişik bir yön vermiştir. Savaş tezkeresine ret oyu veren milletvekillerini işçi sınıfının savaş karşıtı gösterileri ve burjuvazinin iç çatışmaları etkilememiş olabilir mi? Elbette hayır! Büyük burjuvazi ve onun basındaki sözcüleri elleri tetikte bekliyorlardı; bir fırsat çıksa da ABD ile TC’yi yakınlaştırsak diye! Hatta TÜSİAD, ABD ve TC arasında arabuluculuğa soyundu, gerginleşen ilişkileri yumuşatmaya çalıştı. Nitekim bu girişimin sonucunda ABD Dışişleri Bakanı Powell Türkiye’ye geldi; ilişkiler bozulmamıştı ve stratejik ortaklık devam edecekti! Gül, Powell ile görüştükten hemen sonra TC’nin savaş koalisyonu içinde olduğunu açıkladı. Ama hemen arkasından da kıvırdı ve başka bir şeyi kastettiğini belirtti. Burjuvazi için ne hazin bir durum!
Büyük burjuvazi ulaştığı sermaye birikim düzeyi bakımından tam da “ulusal” sınırları aşıp uzak pazarlara ulaşacaktı ki, hayallerini yıkan bir şok dalgasıyla sarsıldı ve kendine geldi. 1 Martta tezkerenin burjuva Meclisten geçmemesi kapitalistlerin hayallerini kâbusa çevirdi; Irak’ta önlerine serilen fırsatlar gözlerinin önünden uçup gitti. Çünkü Amerikan emperyalizmi kendi stratejilerini Türkiye olmadan da hayata geçirebileceğini ortaya koydu. Üstelik savaşın mimarı olarak tanımlanan Wolfowitz açmış ağzını, yummuş gözünü ve Türkiye’ye verip veriştirmişti. Ama burjuvazi tüm bu olanlardan yılmamıştır. Türkiye her durumda, her fırsatta savaş koalisyonunun içinde olduğunu açıklamıştır. Nitekim ikinci tezkere burjuvazinin kendi içindeki çatlak ve çelişkilere rağmen bu yönde atılmış bir adım, burjuvazinin bir niyet belgesidir. Türkiye’nin büyük kapitalistleri kesinlikle savaşın dışında kalmak istememekte ve paylaşımdan karınca kararınca pay almaya çalışmaktadırlar.
Türkiye burjuvazisinin emperyalistleşme arzusu onu savaş alanına çekmektedir. Ancak savaş ekonomik, askeri ve siyasi güç demektir. Türkiye ise ekonomik olarak zayıftır. Yani sermayenin siyasi ufku ile ekonomik gücü örtüşmemektedir. Dolayısıyla, Türkiye kapitalistleri emperyal niyetlerini ancak ve ancak uluslararası düzeyde yürüyen emperyalist hegemonya savaşının bir tarafı, bir parçası olmak koşuluyla gerçeğe dönüştürebilirler. AB’ye girerek entegrasyon sürecini derinleştirmek ve Avrupa pazarlarına ürünlerini daha rahat satmak isteyen burjuvazi, başka bir taraftan da kendi bölgesinin hegemon gücü olmak istemektedir. Bu ise Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya kadar olan bölgeyi kendi hegemonyasına almak isteyen ABD emperyalizminin şemsiyesi altına girmekle mümkündür. Lakin iki taraflı bir oyunu burjuvazi sonuna kadar götüremez ve er geç bir tarafta netleşmek zorundadır. Nihayetinde bu durum Türkiye burjuvazisini giderek sıkıştırmakta ve Türkiye emperyalist hegemonya mücadelesinin ortasında kalakalmaktadır. Türkiye burjuvazisinin kendi kapitalist çıkarları ile emperyalistlerin çıkarları çakışmadığı ölçüde Türkiye mengeneye sıkışmaktadır. Kıbrıs ve Kürt sorunu bu bağlamda Türk burjuvazisinin canını yakan sorunlarken, emperyalistler için şantaj malzemeleridir.
Fakat burada bir noktayı aydınlatmak gereklidir. Emperyalist sistem içinde çıkarlar hangi tarafla çakışırsa sermeyenin devleti de o tarafa yönelir, ilişkiler geliştirir. Bugün Türk burjuvazisinin emperyalistleşme niyetlerine ABD olanaklar sunarken yarın AB veya başka bir emperyalist güç bu olanağı sunabilir. Bu durum sürekli değişkenlik gösterir. Öyle ya, AB’ci olan ve Kıbrıs konusunda “güvercin” tutumu takınan büyük burjuvazinin Irak savaşında “şahinleşerek” ABD emperyalizmine yakınlaşmasının başka ne anlamı olabilir?
ABD emperyalizmi emperyalist hiyerarşideki yerini sağlamlaştırmak için uzun soluklu bir savaş başlatmıştır. ABD emperyalizmi önüne koyduğu hedefler doğrultusunda her ülkeye bir rol, bir misyon biçmektedir. ABD’ye göre müttefik ülkeler var ve bunlar çantada keklik, bir de hizaya getirilecek ülkeler var ve bunlar düşman! Bu bağlamda Türkiye ABD’nin müttefikleri içinde yer almaktadır. Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya üçgeninde oturan Türkiye’ye ABD stratejisi içinde önemli bir rol biçilmektedir. Türkiye, bölgede orta büyüklükte bir devlet ama önemli silahlı bir güç ve etkin kabiliyetli vurucu unsur olarak görülmektedir. ABD hegemonyasının yeniden tesis edilmesinde merkezi bir rol alabilir diye bakılmaktadır. Fakat ABD egemenleri, Irak savaşında Türk egemenler görevlerini yapmadılar diye oldukça kızmış, hayal kırıklığına uğrayarak sert açıklamalar yapmışlardır.
ABD emperyalizmi Türkiye’nin kendisine mutlak surette tâbi olmasını, ona biçtiği misyon çerçevesinde davranmasını isterken, Türk burjuvazisi tarihsel mirasını da yaslanarak kendi bağımsız çıkarlarının hayat bulmasını arzulamakta ve çizilen sınırların dışına çıkmak istemektedir. Osmanlı’dan gelen emperyal gelenek TC’nin zihninde hülyalar yaratmakta ve geleceğe ilişkin düşler kurmasını sağlamaktadır. Bu ise birçok çelişkinin bir araya gelmesine, burjuvazi içinde bir zıtlaşmaya ve sürtüşmeye yol açmaktadır. Yani burjuvazi de kendi içinde homojen bir örgütlenmeye sahip değildir. Aynı şekilde, ABD ve Türk sermayesi arasında da bir sürtüşmenin yaşandığı gözlemleniyor.
Burada birkaç olgu iç içe geçerek gelişen olaylara değişik bir yön vermektedir. Birincisi, tekelci sermaye AB’ye girmek isterken, devlete hâkim olan ve siyasi gücünü buradan alan burjuva kesimler AB karşıtı bir tutum sergilemektedirler. Siyasal alanda belirleyici bir güç olan ordu, AB’ye entegrasyon sürecinde siyaseten zayıflayacağı endişesiyle, ikinci kesimin mevzilerinden sesini yükseltmektedir. Lakin bu değişmez değildir.
İkincisi, tekelci sermeye Türkiye’nin bölgede hegemonik bir güç olarak şekillenmesini istiyor, bunun için ABD’ye yakınlaşıyor. Ulus-devletin siperlerine sığınan burjuva kesimler de böylesine bir niyet beslemelerine rağmen, ekonomik ve siyasi olarak kendilerine güvenmiyorlar. Mevcut konumlarını kaybetmekten korkuyorlar.
Üçüncüsü, Kıbrıs ve Kürt sorununda burjuvazi yekpare davranamıyor. Birinci kesim AB’ye yakınlaşmak için Kıbrıs’ta tavizler vererek çözümden yanayken, ikinci kesim aynı şekilde Kıbrıs’ı kontrol etmek istemektedir. Ordunun tavrı ikinci kesimden yanadır. Fakat ABD, Kıbrıs’ta Türk tezini desteklemek için Türkiye’nin kendi yanında savaşa girmesini ve Kürt sorununda esnek olmasını istemektedir. Bu ise burjuvaziyi, özellikle ikinci kesimi sıkıştırmaktadır.
Dördüncüsü, burjuvazinin iki kesimi de Kuzey Irak’a girmekten yanadır. Ama birinci kesim ABD’nin şemsiyesi altında stratejik konumunu pazarlayarak “uzaklara” açılmak isterken, ikinci kesim bir Kürt devletinin kurulmasının önünün alınmasını amaçlamaktadır. Ordu savaşa aktif olarak girmenin neler getirebileceğini öngöremediğinden statükoyu korumayı seçmiştir. Fakat bu, orduya göre ancak savaşın içinde olmakla mümkündür. Yani bir Kürt devletinin kurulmasını engellemek için savaşa girilecek ve ABD ile ilişkiler bozulmadan stratejik ortaklık devam edecek, mevcut dengeler Türkiye aleyhine bozulmayacak! Ordunun tezkere Mecliste reddedildikten sonra yaptığı açıklamalar bu yöndedir. Bu, bakış açısı ve hedef çelişkili ve tutarsız olabilir ama Türkiye egemen sınıfının nasıl bir çelişkiler yumağı içinde olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
Beşincisi, ABD Türk büyük burjuvazisinin kendi yanında savaşa girmesini desteklerken, bu kesime Kürt sorununa geniş bir ufukla yaklaşmasını öğütlemektedir. Türk ordusunun Kuzey Irak’a girmesine kesinlikle karşıdır. ABD, Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya uzanan hat üzerindeki stratejisini herhangi bir faktörün bozmasını kesin suretle istememektedir. Dolayısıyla şöyle bir tutum almaktadır: “Benim çizdiğim sınırlar ve isteklerim içinde savaşa evet! Senin çıkarların benim yanımdadır. Ama benim stratejimin yara alacağı merkezkaç güç oluşturmaya hayır! Sana sunduğum fırsatları iyi değerlendirmiyorsun! Bana ters düşersen her şeyi burnundan fitil fitil getirim!” Bu durum Türkiye’yi sıkıştırmakta ve denge politikasının, statükonun devamından yana tavır koymasına neden olmaktadır. Burjuvazinin kendi içindeki çatlaklar, emperyal arzuları ile ekonomik gücü arasındaki açı onu böylesine bir çıkmaza itiyor. 1 Mart 2003’teki birinci tezkerenin reddedilmesi ve sonrasındaki gelişmelere bağlı olarak ikinci tezkerenin onaylanması böyle bir çıkmazın ve çelişkinin ürünüdür.
ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’in ve Dışişleri Bakan Yardımcısı Marc Grosman’ın açıklamalarının amacı, denge politikasından vazgeçilmesini sağlayarak Türkiye’yi yanlarına çekmektir. ABD stratejisinin, hedefine dosdoğru sorunsuz şekilde ilerlemesini sağlamaktır. Bunu ise tehdit ve azarlama yoluyla yapmaktan geri durmuyorlar. Wolfowitz’in konuşmasında iki nokta öne çıkıyor: Birincisi, büyük sermayeye sesleniyor ve çıkarlarının ABD’nin yanında olduğunu söylüyor. Wolfowitz bu kesimin şöyle düşünmesini istiyor: “Amerikalılarla beraber değerlendireceğimiz bir fırsat var. Bu fırsata katkıda bulunabilmek için elimizden geleni yapmalıyız.” İkincisi, orduyu eleştiriyor ve büyük sermaye ile AKP’yi statükocu kesimlere ve orduya karşı kışkırtıyor. “Ordu, hangi nedenle olursa olsun, o önemli ve de oynamaları gereken liderlik konumuna tam olarak sahip çıkmadı…”
6 Mayıs 2003’teki konuşmasında Wolfowitz AKP’yi orduya karşı desteklemekten de geri durmuyor. “Türk parlamentosunda sadece yeterince çoğunluğu sağlayamadık diyelim, ya da geçiremediler, onaylamadılar diyelim” diyor. Burada öne sürülen ve suçlanan, liderlik görevini oynamayarak tezkerenin onaylanmasına yardımcı olmayan ordudur. Hatta ordunun statükocu tutumunun kırılması ve denge politikasının son bulması için uluslararası düzeyde faaliyet gösteren İngiltere kökenli IISS (düşünce kuruluşu), “Ordu AKP hükümetine karşı darbe yapabilir” açıklamasında bulunarak uluslararası arenada orduyu sıkıştırmak istemiştir.
Sonuç itibariyle Wolfowitz Türkiye’yi savaşın bir parçası olarak, savaşın içinde tutmaya çalışıyor. ABD, Türk burjuvazisini sıkıştırmak için kendisinden özür dilemesini istemekten bile geri durmuyor. Wolfowitz ilk önce güç gösterisi yapıyor ve sonra dönüp Türkiye’nin önüne bir parça havuç atıyor. Olmadı, Powell devreye giriyor ve havuç-sopa oyunu yumuşayarak devam ediyor. E, emperyal niyetler besleyip bunu da emperyalistler arası denge politikalarına indirgemek kolay olmasa gerek! Fakat Türkiye burjuvazisi, Wolfowitz’in konuşmasını, tanrının sesini duymuş gibi sevinç çığlıklarıyla karşılıyor. Burjuvazinin kalemşorları köşelerinde, “peygamberlerinin” azarlayan bir tarzda da olsa el uzatmasıyla yeniden imana geldiler. ABD’nin kızdırılmaması ve öfkesinin geçmesinin beklenmesi için adeta bir “milli birlik” politikasının oluşturulması gerektiğinden dem vuruyorlar. Wolfowitz’in konuşması burjuvazinin yüreğine su serpmiştir. Burjuvazi Wolfowitz’in ve Grosman’ın sözünü ettiği çabanın bir parçası olmaya oldukça heveslidir, yeter ki bir fırsat verilsin!
Şunu söyleyebiliriz ki emperyalist savaş devam edecektir ve Irak bu savaşın yalnızca duraklarından biridir. Önümüzdeki süreçte bu coğrafyada oldukça önemli değişiklerin meydana gelmesi mutlaka beklenmelidir. Türkiye’nin denge politikası uzun süremez. Bu politika savaşın gelişimine bağlı olarak mutlaka parçalanacaktır.
18 Mayıs 2003