Emperyalist Savaşın ve Toplumsal Çelişkilerin Kıskacındaki Ülke: İran
Utku Kızılok, 5 Ağustos 2005

İran’daki şeriat devleti bugün 26 yaşında. Uygulanan tüm baskıya rağmen toplumsal çelişkiler keskinleşiyor İran’da; birçok şehirde grevler ve direnişler oluyor. Tüm baskılara ve açık şiddete karşın işçiler, kadınlar ve gençler mevcut rejime karşı mücadeleye girişmekten geri durmuyorlar. Kitleler şeriat rejiminden bıkmış durumdalar. İşsizlik, açlık, yoksulluk katlanılmaz hale geliyor; toplumsal çürüme yayılıyor. Varoşlarda yaşayan kent yoksulu emekçiler çaresizlik içinde kıvranıyorlar. 68 milyon nüfuslu İran’da yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranı nüfusun %40’ını geçerken, işsizlik %20’nin üzerinde. İşsizlik gençler arasında hızla yaygınlaşıyor. Diğer taraftan kitleler en sıradan burjuva demokratik haklardan bile mahrum bırakılıyor; kitle eğlencesine dönüştürülen idamlarla emekçi yığınlar açık şiddetle, terörle terbiye edilmeye çalışılıyor.

Emperyalist hegemonya savaşının kıskacına alınan İran, alt-emperyalist bir ülke olmaya çalışan, bölgesel güç olma peşinde koşan bir ülke. Bu durum çelişkili gibi gözükebilir; oysa emperyalist-kapitalist düzeni ne kadar da güzel özetlemektedir. Ancak unutmamak gerekiyor ki, her ülke kendi iktisadi ve siyasi/askeri gücü oranında etkili olabilir. Emperyalist hiyerarşinin orta basamaklarında bulunmasına rağmen kendi bölgesinde bir etkinlik kurma gayretindeki ülkeler, bu çabalarını, tüm dünyayı ve en başta da emperyalist metropollerin tümünü karşılarına alarak değil, çatışma halindeki emperyalist gruplardan birine sırtını yaslayarak sonuca ulaştırabilirler ancak. Örnek verecek olursak, Türkiye ve İran gibi ülkeler kendi bölgelerinde etkili bir rolü, ancak emperyalist metropollerden ya da emperyalist ittifaklardan birinin yanında yer alarak, onun koruyuculuğunu kazanarak oynayabilirler. Kendi başına hareket etmeye ve büyük kapitalist güçlerin göz diktiği nüfuz alanlarına müdahale etmeye kalktıklarında emperyalistlerden zılgıtı yemekle kalmazlar, onların gazabına da uğrarlar.

İran, kapitalist bir ülke olarak, petrol ve doğalgaz zenginliğinin avantajlarını kullanarak bölgedeki ülkelere taşmaya, onların üzerinde nüfuz kurarak bölgesel bir güç olmaya çalışıyor. İşçi sınıfını şeriat rejimi ile baskı altına alarak korkunç bir sömürü gerçekleştiren İran burjuvazisi, çoktan beri kabına sığmıyor. İran tekelci burjuvazisi geldiği aşama itibarıyla hem uluslararası sermayeyle entegrasyonu daha fazla derinleştirmek, uluslararası pazarlara daha fazla açılmak istiyor, hem de bölgesel düzeyde siyasi/askeri etkisini güçlendirmeye çalışıyor. Bugün ulaştığı iktisadi ve siyasi/askeri düzey dolayısıyla, bölgesel bir güç olma hülyalarına nesnel bir zemin buluyor.

Yürüyen emperyalist hegemonya savaşının baş aktörü ABD, çoktandır İran’ı hedef tahtasına oturtmuş durumda. 11 Eylül’ü müteakiben ABD emperyalizmi, emperyalist savaşını haklı ve meşru göstermek maksadıyla İran, Suriye ve Kuzey Kore’yi “şer mihveri” olarak adlandırmıştı. Nitekim İran’a karşı başlatılan kampanya bu senenin ilk yarısında hız kazandı. ABD iki yıl önce Irak üzerinde tezgâhlanan oyunu bu kez de nükleer silah ürettiği bahanesiyle İran üzerinde oynamaya başladı.

Aynı günlerde İran ile Suriye ABD’ye karşı ortak cephe kurduklarını açıkladırlar. Fakat Almanya ve Fransa ABD’nin tepkilerini yumuşatmaya girişerek, konuyu diplomasi alanında çözmeyi üzerlerine aldılar. İran’ın nükleer silah üretmesini dondurma görüşmeleri başlatılırken, ABD, savaşa meşru bir zemin sağlamak amacıyla konuyu BM platformuna taşıdı. Esasında tüm bu süreç, bir taraftan emperyalistlerin kendi aralarında kozlarını paylaştığı, fakat öte taraftan da savaşın hazırlığının yapıldığı bir süreç olarak işlemektedir. Almanya ve Fransa yine ABD’nin karşısında tutunmaya, onu kendi nüfuz alanlarına girmemesi için engellemeye çalışıyorlar. Yaşanacak muhtemel bir savaş kuşkusuz ki Irak savaşından çok daha büyük ve yıkıcı olacaktır. Sadece bu kadar değil, savaşın yankıları ve niteliği emperyalist hegemonya kavgasının düzeyini de değiştirecektir.

Muhtemel savaşın arka planı

1979’da Şah rejimi devrilmiş ve iktidar Humeyni önderliğindeki mollaların eline geçmişti. Daha Şah devrilmeden ve henüz Humeyni İran’a gelmeden ABD ile pazarlıklar yapıldığı, ABD’nin eski müttefiki Şah’ı gözden çıkardığı biliniyor. Nitekim Humeyni sürgünde olduğu Irak’tan Paris’e geçmiş ve emperyalist ülkelerin istihbarat örgütleri ile görüşmeler yapmıştı. O günlerde Şah, “benim arkamdan oyun oynuyorlar” derken, Amerika Dışişleri Bakanı Vance ise şunu söylüyordu: “Yeni rejim ister monarşi, ister İslâm cumhuriyeti olsun, bizim için ikisi de bir.” ABD emperyalizminin öncülüğünü yaptığı emperyalist kampın amacı başlayan devrimin bir işçi devrimiyle sonuçlanmamasıydı; zira İran’da yaşanacak muzaffer bir proleter devrim o günün tüm siyasi dengelerini sarsmakla kalmayacak, devrim, işçi sınıfının ayağa kalktığı Türkiye gibi ülkelere sıçrayarak genişleyecekti. Emperyalistler İran’da işçi sınıfını ezecek ve halk devrimini durduracak olan Humeyni’nin önünü açtılar; çünkü onlar için önemli olan İran’da da kapitalist düzenin bekasıydı.

Kendi siyasal hareketlerini “İslam devrimi” olarak adlandıran mollalar, İran’daki halk devrimi sürecinde daha baştan hegemonyayı ele geçirmiş olsalar da, siyasal iktidarı diğer güçlerle paylaşmaktaydılar. Ama daha sonra diğer güçleri tasfiye edip, iktidarı tamamen ele geçirmeleriyle birlikte halk devriminin daha ileriye gidişini durdurmuş oldular. Humeyni ekibi, İran halk devriminin ilerleme olasılığı karşısında ehven-i şer görülüp emperyalist güçlerce desteklenmiş olsa da, iktidar tekelini kurduktan sonra emperyalistlerin İran’daki çıkarlarını baltalayan uygulamalara girişmişti. Böylece ABD ile mollaların arası açılacaktı.

Mollaların örgütlediği “Devrim Muhafızları” ABD elçiliğini işgal ederek içerdekileri rehin aldılar. ABD, havadan bir operasyonla rehineleri kurtarmaya giriştiyse de başarılı olamadı. Daha sonraki günlerde ABD, İran’a ambargo uygulamaya başladı ve iki ülke arasındaki tüm ilişkiler koptu. ABD’nin esas hedefi İran’ı tecrit etmek ve mollaların etkisini kırmaktı. Bu amaçla şimdi işgal ettiği Irak’ın eski diktatörü Saddam Hüseyin’i askeri olarak desteklemiş ve İran’ın üzerine salmıştı. Ancak Irak’ın İran’a savaş açması Humeyni önderliğindeki rejimi pekiştirmekten başka bir işe yaramadı. ABD soğuk savaş sürecinde SSCB’nin yanı başındaki İran’da siyasi nüfuzunu kaybetmişti.

SSCB’nin çökmesiyle İran, açılan yeni pazarlar ve yatırım alanları üzerinde nüfuz sahibi olmak üzere harekete geçti. İki kutuplu dünyanın ortadan kalktığı bir konjonktürde, o güne kadar ABD’nin arkasına sıralanmış Avrupalı emperyalist ülkeler de artık sahneye inmişlerdi. ABD emperyalizmi tek küresel güç olduğunu kanıtlamak amacıyla I. Körfez savaşını başlattı ve yeni rakiplerine gözdağı vermeye başladı. Ancak doğada her şey hareket halinde olduğu gibi kapitalist düzende de hiçbir şey durağan değildir. Avrupalı emperyalistler Ortadoğu ve Kafkasya’ya açılmaya başladılar. Yine bu süreçte İran, bir taraftan Almanya ve Fransa ile ilişkilerini derinleştirirken, diğer taraftan da Rusya ile yakınlaşmaya, Hindistan ve Çin ile ilişkiye geçmeye başlamıştı.

Şu anda ABD bölgeye müdahale edecek koşulları oluşturma derdindedir. Hedefteki İran, petrol rezervleri açısından Suudi Arabistan’dan, doğal gaz rezervleri açısından ise Rusya’dan sonra ikinci sırada yer alıyor. İspatlanmış petrol rezervleri 12,3 milyar tondur, muhtemel petrol rezervleri ise 20 milyar ton civarındadır. İran petrollerinin müşterisi Fransa, İtalya, İspanya Almanya ve son zamanlarda Çin’dir. İran sadece zengin petrol ve doğal gaz yataklarına sahip olması bakımından değil, petrol ve doğalgaz boru hatlarının olası geçiş bölgesi üzerinde olması bakımından da stratejik bir ülke. Örneğin Kazakistan, Azerbaycan ve Türkmenistan petrollerinin Batı’ya taşınması bakımından en kârlı olan yolun İran olduğu söylenmektedir. Basra Körfezinin büyük bir bölümü İran’ın kıyısıdır; söz konusu ülke petrolleri doğrudan İran üzerinden Basra Denizine indirilerek Batı’ya taşınabilir. Görüldüğü üzere, ABD’nin İran ilgisinin gerçek nedeni bellidir.

Elbette ki ABD, göz diktiği petrol sahibi bir ülkenin nükleer silahlara sahip olmasını arzulamaz. Zira İran’ın nükleer veya biyolojik silahlara sahip olması demek, ABD emperyalizminin Ortadoğu ve Kafkasya’da Rusya’dan sonra ikinci bir güçle daha rekabet etmesi, hareket alanının sınırlanması anlamına gelir. İran çoktan beri bir silahlanma içerisindedir. Rusya ve Çin, İran’a bu konuda bir hayli yardımcı olmaktalar ve çok önemli silah anlaşmaları imza altına alınmış bulunuyor. Rusya İran’a nükleer silah üretecek malzemeleri satmakla kalmıyor, başka silahlar da satıyor. Çin ile İran arasında geçen aylarda yapılan bir anlaşma oldukça geniş kapsamlıdır ve uzun yıllara yayılmaktadır. Çin, günde 2,4 milyon varil ham petrol ithal ediyor ve bunun %15’i İran’dan geliyor. Yapılan anlaşmayla 25 yıl süresince Çin İran’dan petrol alımını artıracak ve yılda 10 milyon metreküp sıvılaştırılmış doğalgaz alacak. Buna mukabil, Çin petrol şirketleri İran’a yatırım yapacak, petrol arayacak vs. Varılan anlaşmanın mali boyutlarının 100 milyar dolar olduğu söyleniyor ve önümüzdeki yıllarda bunun 200 milyar dolara çıkacağı öngörülüyor.

Bu, devasa büyüklükte bir anlaşmadır; İran ile Çin, emperyalist hegemonya savaşında aynı kamp içinde bir araya gelmelerinin zeminini döşemiş bulunuyorlar. Çin, aynı zamanda Rusya, Kazakistan ve Hindistan’ı kapsayan Şanghay beşlisine dahildir. İşte ABD, hem başka bir nükleer rakip gücün ortaya çıkmasını istemiyor, hem de enerji kaynaklarını diğer nüfuz alanları ile birlikte kendi hegemonyası altında güvenceye kavuşturmak istiyor. ABD’nin özlemi bölgede kendisine eşlik edecek bir İran’dır. Ancak bunun olma olasılığı yine emperyalist savaşın gidişatına ve yaşanacak gelişmelere bağlıdır.

Sınıf mücadelesinin gölgesinde

İran burjuvazisi, 1979 devriminin bir proletarya devrimine dönüşmemesi için iktidar kapılarını tarihsel açıdan karşı-devrimci bir nitelik taşıyan mollalara açmış, onlarla uzlaşmıştı. Gerçekte din adamları takımı da sadece din adamı değildi; mollalar burjuvazinin bir kesimiyle, özellikle Bazaari burjuvazisiyle iç içe geçmişti. Camileri örgütlenme üssü olarak kullanan mollalar, Bazaari burjuvazisinin sözcüsü idiler ve şehir esnafını da peşlerine takmışlardı.

İktidarı ele geçiren mollalar takımı bir taraftan devleti kendi bürokrat kadrolarıyla yeniden örgütlerken, diğer taraftan da devletin tüm olanaklarını kendi burjuva kesimlerine sonuna kadar açtılar. Kurulan Humeyni rejimi kendi burjuvalarını yaratmaya başladı. Ve İran’da kapitalist düzen belirli bir süre bu kendine özgü yollarda gelişimini sürdürdü.

Bugün İran burjuvazisinin ulaştığı sermaye birikimi ve tekelleşme, onu ulusal ve uluslararası düzeyde yeni bir noktaya getirmektedir. Ulusal ölçekte bir doyuma ulaşan ve hareket alanı daralan tekelci İran burjuvazisi, uluslararası piyasalara açılmak, küresel piyasalarda rekabet etmek istemektedir. Fakat İran’daki verili durum ve molla rejiminin bugüne kadar burjuvazi açısından yararlı uygulamaları, günümüzde sermayenin ihtiyaçlarını karşılamaya yetmiyor.

Burjuvazinin yaşadığı sıkıntı esasında “yapısal dönüşümlerin” hayata geçirilmesi noktasında başlıyor. Burjuva siyaset arenasında son yıllarda gözlenmekte olan ayrışma da bu sıkışıklığın bir dayatması. Bir tarafta reformcular denen kesim var, öte yanda devlet mekanizmalarını tepeden tırnağa kontrol eden muhafazakâr kesim. Uluslararası sermayeyle entegrasyonu derinleştirmek için reformcu kanat bir an önce yapısal dönüşümlerin gerçekleştirilmesini, devlet mekanizmasının üzerindeki molla egemenliğinin kalkmasını ve devletin sermayenin yeni ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde reorganize edilmesini istemektedir.

Muhafazakâr kanat ise kontrollü bir geçişi savunuyor. Onlara göre yapısal dönüşümler zamana yayılmalı ve tepeden kontrol edilmelidir. Bunların siyasi ve iktisadi çıkarları mevcut devlet aygıtıyla çok daha doğrudan özdeşleşmiş olduğu için, hızlı bir değişim sürecinden kayıpları çok daha fazla olacaktır. Bu sebeplerden ötürü, rejimin burjuva anlamda bile olsa demokratik çerçevesinin genişlemesiyle, onlarca yıldır baskılanan, boyunduruk altına alınarak ezilen işçi-emekçi yığınların, ezilen ulusların, kısmi özgürlükleri sonuna kadar kullanmalarından daha fazla çekiniyorlar.

Hangi kanat üstün gelirse gelsin, rejimle emekçi halk kesimleri arasındaki çelişkiler ortadan kalkmayacaktır. Eğer burjuvazi “yapısal dönüşümler”i gerçek anlamda hayata geçiremezse, dünya piyasalarıyla entegrasyonu derinleştiremeyeceği gibi, ulusal düzeye sıkışıp kalacağından ötürü bölgesel bir güç olma hayallerini de sürdüremez. Öte yandan, baskı ve şiddeti sürdürmeye devam ederse, yıllardır baskı ve zorbalıktan, şeriat uygulamalarından bıkmış yığınlar, molla rejimine karşı daha şiddetli patlamalarla ayaklanabilirler.

Seçimlerin beklenmedik sonuçları

İşte geçtiğimiz Haziran ayındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerine böyle bir ortamda gidildi. Binin üzerinde aday, mollaların denetimindeki Anayasayı Koruyucular Konseyi (AKK) tarafından gözden geçirilmiş ve bu Konseyin keyfi bir şekilde icazet verdiği, rejim için uygun gördüğü 7 aday seçimlere katılmıştır. Koruyucular Konseyinin izin verdiklerinin dışında hiçbir aday seçime girememiş, propaganda özgürlüğü olmamış, işçi-emekçi yığınlar kendi adaylarını çıkartarak kendi istemlerini dile getirememişlerdir. Yine hiçbir devrimci adayın çıkmasına izin verilmemiştir, kadınların seçimlere katılmasının önü bir kez daha kesilmiştir. Böylesine bir diktatörlüğün hüküm sürdüğü bir rejimde özgür seçimlerden söz etmek bir yalandan başka bir şey değildir.

Bu seçimlerin sonucu esasında daha baştan belli idi; zira tüm adaylar düzen koruyucu güçlerce seçilmişti. Fakat şeriat rejiminden bıkmış işçi-emekçi kitlelerin, gençlerin ve kadınların bu adaylardan hangilerine yöneleceği de önemliydi. Her ne kadar adaylar birbirlerinden özde farklı değil idiyse de, kitlelerin özlemleri ve istekleri farklıydı. Kitleler oylarıyla, hangi adayı seçtiklerden çok, tüm adayları da aşıp geçen genel eğilimlerini ortaya koyacaklardı, ve koydular da. Seçimler, tüm beklentileri tepe taklak etti; yıllar sonra ilk kez seçimler ikinci tura kaldı. Rafsancani ilk turun birincisi olurken, hiç de hesaba katılmayan Tahran Belediye Başkanı Mahmut Ahmedinecad ikinci sıraya yerleşmişti.

Seçimlerin ikinci tura kalması, gerçekte diplerde, kitleler düzeyinde yaşanan hoşnutsuzluğun bir ifadesidir. İşçi-emekçi yığınlar, gençler ve kadınlar sistemden rahatsız olduklarını, çıkış yolunu ise bilmediklerini, kararsızlıklarıyla, kime oy vereceklerini bilmemekle ortaya koymuş oldular. Yoksulların temsilcisi olduğunu söyleyen Mahmut Ahmedinecad ikinci turda seçimleri Rafsancani’ye göre açık arayla kazandı.

Bunun sebebi reformcu geçinenlerin emekçilerde yarattığı hayal kırıklığı idi. 1997’de Hatemi önderliğinde üst üste seçimleri kazanan reformcular her seferinde mollaların barikatına çarpmış ve yapısal dönüşümler için tek bir somut adım dahi atamamışlardı. Emekçi kitleleri peşine takmak amacıyla özgürlük vaat eden reformcular, gelişen kitle hareketine önderlik etmedikleri gibi, mollalarla birlikte yığınların alttan kabaran devrimci eylemini bastırmaya girişmişlerdir. Esasında yaşananlar Marksistler için bir sürpriz içermiyor. Burjuvazi, harekete geçen kitlelerden kendi amaçları için yararlanmak üzere bazı tavizler verdiğinde, açılan yoldan yığınların kapitalist düzeni de önüne katarak akıp gidebileceğini kendi tarihinden bilmektedir. Bundan dolayı reformcular muhafazakârlar ile aynı cephe içinde kalmaya devam etmişlerdir. Kendi devrimci öncü gücüne sahip olmayan emekçiler ise çoktan beri reformculardan umudunu kesmiş bulunmaktadır, son seçimler bunun kanıtıdır.

Emekçi yığınların İran İslam rejimini özetlemesi bakımından yükselttikleri bir başka slogan ise “bir şah gitti bin molla geldi” biçimindedir. İran burjuvazisi içinde yer alan Rafsancani, 1979 devriminde Humeyni’den sonra ikinci adam pozisyonundaydı. Seçimleri kazanan Mahmut Ahmedinecad da Rafsancani’den farklı birisi değildir. 1979 devriminde “Devrim Muhafızları”nın liderlerindendi. Yani “bin molla”dan biridir o da. Aslında Ahmedinecad da dahil tüm adaylar serbest piyasadan, özelleştirmeden, dışa açılmadan yana olduklarını açıklamışlardır. Ahmedinecad seçildikten sonra Avrupa ile entegrasyona hız vereceğini, nükleer silah programına devam edeceğini ve özelleştirmeye karşı olmadığını açıklayarak burjuvazinin programını uygulayacağını ortaya koymuştur. Önümüzdeki süreçte hem burjuvazi ve hem de işçi sınıfı Ahmedinecad’dan beklenti içinde olacaktır. Beklentiler yerine gelmediğinde ise, hayal kırıklığına uğrayan emekçi kitlelerin rejime olan öfkesi daha da artacaktır.

Bugün İran emperyalist hegemonya savaşının ve toplumsal çelişkilerin kıskacına girmiş bulunuyor. İran burjuvazisi, içerideki devrimci yükselişi durdurmak amacıyla ABD emperyalizminin üzerine gelmesini kullanmaktan ve milliyetçiliği yükselterek, baskıları arttırmaktan geri durmayacaktır. İşçi sınıfı, ABD emperyalizminin saldırısını bahane ederek devrimci yükselişi ezmeye kalkan İran burjuvazisine gereken cevabı verecek uyanıklıkta olmalıdır. Ama tarihsel deneyim bunun ancak devrimci bir önderliğin varlığı durumunda sağlanabileceğini çok açık biçimde gözlerimizin önüne seriyor.

İlgili yazılar