Devrimci Marksist Teorinin Yeniden Üretimi-2
Akın Erensoy, 5 Kasım 2004

2.bölüm

II. Enternasyonalin çöküşü

1912’lerden sonra Avrupa’da yeni bir işçi dalgası yükseliyordu. Sınıf mücadelesi dalgası Avrupa’da daha sert ve devrimci bir boyutta esiyordu. II. Enternasyonal savaş bulutlarının dünyanın üzerinde dolaşmasını dikkate alarak, çıkacak bir savaşı Avrupa proletaryasının durduracağını ve bu uğurda genel bir mücadele başlatacağını, savaştan kapitalizmin çöküşünü hızlandıracak şekilde yararlanacağını açıklayan bir bildirgeyi 1912’de Basel’de karar altına almıştı. Avrupa işçi sınıfı da savaş söylentilerine inanmıyor, proletaryanın zafer saatinin yakın olduğu inancını besliyordu. 1914’de Rusya’nın başkenti Petersburg’da barikatlar yükseliyordu. Rusya genelinde 1 milyon 450 bin işçi genel greve gitmişti ve devrimci mücadelenin ibresi giderek yükselmekteydi. Çarlığın kellesi her an düşebilirdi. Fakat savaş gelecek ve her şeyi tepetaklak ederek gerilere fırlatacaktı. Troçki, Rusya’daki mücadeleyi değerlendirirken şunları söylüyordu haklı olarak: “Savaşın devrime iki yönlü etkisi oldu; önce devrimci hareketi keserek yavaşlattı fakat sonradan devrime büyük hız verdi.”[1]

Savaşla birlikte, yükselen sınıf hareketi yerini karanlığa bıraktı. Düşüş korkunçtu. Savaşın heyecanı ve devinimi, devrim heyecanının yerine geçmişti. Kitleler, II. Enternasyonal’in hain önderliğinin peşine takılarak burjuva ordularının saflarında nümayişe çıkmışlardı. Avrupa’nın her yerinde şenlikler düzenleniyor, savaş ve şovenizm övülüyordu; işçiler, Sosyal-demokrat partilerin gözetimi altında, şenlik içinde askere, yani kardeşlerini boğazlamaya gönderiliyordu. Savaş çıktığında Viyana’da bulunan Troçki işçilerin savaş yanlısı gösterileri karşısında şaşkınlığını gizleyemez. Sorduğu soru şudur; dünün devrimci kitleleri bugün nasıl böylesine savaşa hazırlanıyorlar?

1914’ün Ağustosunda emperyalist savaş borusu ötüp de savaş makineleri işlemeye başladığında devrimci sınıf hareketi dibe oturdu. Bu gericilik dönemi, cevaplanması gereken yeni sorunları da Marksistlerin önüne dikti. Bir kere II. Enternasyonal partilerinin, başta da Alman SPD’sinin burjuvazinin yanında yer alarak savaşa destek vermesi büyük bir çöküş demekti. Dünya proletaryası o güne dek onun devrimci önderliği olarak bilinen II.Enternasyonal tarafından savaşa sürükleniyordu. Hayal kırıklığı korkunç boyutlardaydı. Lenin bile, SPD’nin savaşa destek verdiği haberine asla inanmadı önce. Yazılan haberlerin, sosyalist safları karıştırmak isteyen Alman Genelkurmayının işi olduğunu söyledi. Plekhanov’un Rus burjuvazisi yanında savaşı desteklediğini öğrenince tepkisi “Plekhanov da mı hain, bu nasıl iş” şeklindeydi. Kautsky’nin de aynı yolun yolcusu olduğunu duyunca Lenin’in tepkisi daha da arttı.

Lenin önderliğindeki Bolşevikler, Troçki, kimi “enternasyonalist-Menşevikler”, Alman SPD’si içindeki Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi önderler, Balkan ülkelerinden kimi sosyalistler dışında tüm Sosyal-demokrat partiler ve meşhur isimler kendi burjuvazilerinin kuyruğuna takılmışlardı. Yaşanan ideolojik bir çöküştü. Öyle ya da böyle o güne kadar II. Enternasyonal’in Marksizmi temsil ettiği düşünülüyordu. Onun ihanetiyle birlikte Marksizmin tüm ideolojik mevzileri büyük bir yok oluş tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Komünist önderlerin üstüne çok ağır bir yük binmiş bulunuyordu. Öncelikle yapılması gereken bu korkunç kargaşa ve gericilik döneminde akıntıya karşı gitmekti. Safları bu ideolojik şaşkınlıktan sıyırıp alacak ve onları yeniden örgütlendirecek bir mücadele gerekliydi.

Öncelikle ideolojik fetrete son vermek, mevzilerde kalarak ve yoğun bir ideolojik mücadele yürüterek yeni sorunların cevaplanması gerekiyordu. Lenin ve Luxemburg gibi önderler bu karanlık ortamda, bir kez daha Marksist teorinin devrimci yeniden üretimine girişerek karanlığı yırtmaya çalıştılar. Marksist ideolojiye sahip çıkmakla kalmadılar onun pratik-örgütsel ayağını oluşturmaya da çaba gösterdiler. Öncelikle savaşa karşı devrimci tutumun ortaya konması, II. Enternasyonal’in çöküşüyle bilinçleri bulanmış komünist safların toparlanmasına neden oldu. Lenin, savaşın sınıfsal karakterini çözümleyerek proleter şiarı ileri sürdü: “Emperyalist savaşı iç savaşa çevirelim!” Lenin’e göre yaşanan savaş sermayenin dünyayı yeniden paylaşım savaşıydı. Proletaryanın savaşa karşı şiarı: emperyalist savaşa hayır, düşman içeride, silahları kendi burjuvana doğrult olmalıydı“Bana göre barış sloganı, şu sıralar yanlış bir slogan. Bir çıkarcının, bir gevezenin sloganı. Proletaryanın sloganı iç savaş olmalı.” “Bugün iç savaşı ne ‘vaat’ ne de ilan edebiliriz, fakat bizim görevimiz, uzun bir süreyi gerektirse bile, o yönde çalışmaktır.”[2]

Savaş ve Sosyalizm –Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu– adlı broşür yayınlayan Lenin, II. Enternasyonal’in 1912’deki Basel kongresinde aldığı karara sadık kalıyordu: “Ama gene de savaş patlarsa; onu kısa zamanda durdurmak için aracılık etmek ve en geniş halk tabakalarını ayaklandırmak ve kapitalist egemenliğin düşüşünü hızlandırmak için, savaş tarafından yaratılan ekonomik ve siyasal bunalımdan var güçleriyle yararlanmak sosyalistlerin görevidir.”[3] Aynı dönemde Almanya’da Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Franz Mehring gibi komünist önderler emperyalist savaşa karşı iç savaş şiarını yükseltiyorlardı. Liebknecht, proletaryaya tarihsel bilinç dersi veriyordu: her şeyi öğren, hiçbir şeyi unutma! Alman parlamentosunun kürsüsünden burjuvalara ve SPD’li hainlere bağırıyordu: düşman içeride, kahrolsun savaş, kahrolsun hükümet! Böylelikle bir avuç komünist, Marksist fikirlere ve onun ideolojik tarihsel birikimine sahip çıkıyor, ideolojik mevzilerde savaşarak direniyor, akıntıya karşı kürek çekiyorlardı. Luxemburg II. Enternasyonal’i kokuşmuş bir cesede benzetiyordu. Şu durumda geriye yeni bir enternasyonalin örgütlenmesi kalıyordu. Lenin ve diğer komünistler ideolojik alanda verdikleri mücadeleyi böylelikle pratik alana da taşıyarak yeni bir enternasyonalin örgütlenmesine giriştiler. Ne var ki, tüm ihanetine rağmen II. Enternasyonal geleneği halen çoğu komünistin gözünde bile yeterli açıklığa kavuşmamıştı. III. Enternasyonal’i inşa çabası yarım kaldı, ta ki Ekim Devrimine kadar.

Lenin nasıl ki 1905 devrimi sonrasındaki karanlık dönemde Marksizmi revize etmeye girişenlere karşı savaş açmış ve küçük alazların sönmesine izin vermemişse, savaş yılları boyunca da ideolojik mücadelesini sürdürdü. Bu dönemde küçük alazları korumak her zamankinden daha önemliydi. Olayların tarihsel gelişimini ve teorik arka planını kavramaya ve öncü işçilere kavratmaya çalıştı. Savaşla birlikte bataklığa sürüklenen işçi sınıfı belki geçici bir süre için kör ve sağırdı. Ne duymaya ne de görmeye mecali vardı ve ayrıca bu yetilerini burjuvazi II. Enternasyonal sayesinde geçici de olsa yok etmişti. Ama bir gün mutlaka bu değişecek ve işte o zaman, aldatıldıklarını kavrayan kitlelerin öfkesi korkunç olacaktı, dalgalar halinde burjuvazinin üzerine çullanacaklardı.

Lenin, gelecek devrimin muzaffer olabilmesinin yolunun öncelikle devrimci saflarda bir teorik-ideolojik netlikten geçtiğini biliyordu. Savaşın en şiddetli günlerinde, emperyalist savaşın nedenlerini araştırmaya girişti. Bu savaşın nedeni neydi, gelecekte kapitalizm nasıl bir hal alacaktı, sosyalist devrim ile savaşlar arasında nasıl bir bağ vardı, ve her şeyden önce emperyalizm ne idi? Lenin’in esas derdi akademisyenler gibi bir iktisadi çalışma yapmak değil, gelecekteki devrimin derin işleyiş süreçlerini açığa çıkartmaktı. Bunu ise bizzat Marksizme dönerek, Marx’ın ve Engels’in yaklaşımlarını yeniden ortaya koyarak yapmaktaydı. Kimilerine daha da anlaşılmaz gelecek şekilde, savaşın ortasında, Lenin bir kez daha felsefe çalışmasını ve Hegel’in diyalektiğini gözden geçirdi. Krupskaya anılarında şöyle yazıyor: “Bu makale…bir yanda savaşın ya da emperyalizmin ekonomik temelleri üzerinde yoğun bir çalışma yaparken, diğer bir yandan da sosyalizm için bütün dünyada yapılması gereken mücadele yollarını araştırdığını açıkça ortaya koyuyordu. 1915 yılı sonlarında ve 1916 yılında Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı kitabını yazmak için gerekli kaynakları toplarken ve sosyalist devrim dönemi ile onun izleyeceği yolların gelişmelerin tablosunu açık bir biçimde görebilmek için Marx ve Engels’i tekrar tekrar okurken, bu sorunlar üzerinde de çalışıyordu.”[4]

Emperyalizm kitabının önsözünde (1920) emperyalist savaşın nüfuz bölgelerinin yeniden bölüşülmesi için çıkartıldığını yazıyordu. Neden bu konuyu incelediğini ise şöyle belirtiyordu:

“Genel olarak devrimci proletarya hareketi, özel olarak da komünist hareket, bütün dünyaya yayılan bu iki hareket, “Kautskycilik”in teorik hatalarını tahlil edip ortaya koymadan edemez. Hele, hiçbir zaman Marksizmi önermeyen, ama tıpkı Kautsky ve takımı gibi emperyalizmin çelişkilerindeki derinliği ve meydana gelmesine neden olduğu devrimci bunalımın kaçınılmaz niteliğini örtmeye çalışan pasifizm ve “demokratizm” akımlarının dünyanın her yanında hâlâ çok yaygın olması bu durumu daha da geçerli kılmaktadır. Bu akımlara karşı savaşım, burjuvazi tarafından aldatılmış küçük mülk sahiplerini ve az çok küçük-burjuva yaşam koşullarına sokulmuş milyonlarca çalışan insanı ondan kopararak kendine bağlaması gereken proletaryanın partisi için zorunludur.[5]

Lenin, Kautsky’nin emperyalizm teorisini çürüttü. Hemen ardından ise savaş-devrim anaforunun içinde Kautsky’nin proletarya diktatörlüğü konusundaki görüşlerini ele aldı. Aslında Ekim Devrimin tam arifesinde yazılan Devlet ve Devrim, bir taraftan II. Enternasyonal geleneği ile hesaplaşmayı içeriyor ve öte yandan ise devrimin perspektifini sunarak gelecek proletarya diktatörlüğünün alacağı biçimleri ortaya koyuyordu. Böylelikle Marksizmin ışığında, devrimin ve proletarya devletinin, kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminin, komünizmin alt ve üst evrelerinin betimlemesi Marx ve Engels’te yer aldığı biçimiyle tekrar ortaya konarak hem bir hatırlatma yapılıyor, hem de böylece Marksizmin devrimci özü, gömülmeye çalışıldığı yerden gün yüzüne çıkarılıyordu. Lenin Devlet ve Devrim’in önsözünde şöyle yazıyor:

Bugünlerde devlet sorunu gerek teorik bakımdan, gerekse pratik siyaset açısından özel bir önem kazanmaktadır… Uluslararası proletarya devrimi gözle görülür bir biçimde olgunlaşmaktadır. Uluslararası proletarya devriminin devlete ilişkin tutumu pratik bir önem kazanmaktadır… İlkin Marx ve Engels’in devlet konusundaki öğretilerini inceleyecek ve bu öğretinin unutulmuş ya da oportünistler tarafından çarpıtılmış yönlerini özellikle ayrıntılı olarak ele alacağız. Ardından, özel olarak, bu çarpıtmaların başta gelen sorumlusu olan ve bugünkü savaşta yürekler acısı bir iflasa uğramış bulunan İkinci Enternasyonal’in (1889-1914) en tanınmış önderi Karl Kautsky’yi ele alacağız. Son olarak da, 1905 ve özellikle de 1917 Rusya Devrimlerinde kazanılan tecrübelerin belli başlı sonuçlarını toparlayacağız. Aslında 1917 devrimi şu sıralar (1917 Ağustosunun başları) gelişmesinin ilk aşamasını tamamlamaktadır; ama bu devrim, bir bütün olarak, ancak emperyalist savaşın yol açtığı sosyalist proletarya devrimleri zincirinin bir halkası olarak kavranabilir. Demek ki, sosyalist proletarya devriminin devlet konusundaki tutumu, yalnızca pratik bir siyasi önem kazanmakla kalmamakta, aynı zamanda günümüzün en acil sorunu olması, kitlelere kapitalizmin boyunduruğundan kurtulmak için hemen önümüzdeki dönemde ne yapmaları gerektiğini açıklama sorunu olması bakımından da önem kazanmaktadır.[6]

Lenin kitabın sonunda “devrim tecrübesi”ni yaşamak, devrim tecrübesi üzerine yazmaktan daha zevkli ve yararlıdır diyerek, ideolojik mevzileri sağlamlaştırdıktan sonra şimdi bizzat o devrimin “yapımına” girişmişti. Lenin’in EmperyalizmDevlet ve Devrim gibi çalışmaları ve II. Enternasyonal’e yönelik diğer kapsamlı eleştirileri, proletaryaya emperyalist savaş gericiliğinin içinde uluslararası devrimin yolunu göstermiştir. 1917 Ekim Devrimin başarıya ulaşması, verilen teorik ve ideolojik mücadelenin ne derece hayati olduğunu ortaya koymaktadır. Zira proletaryanın devrimci partisi, enternasyonalist devrimci düşüncelerle donanmadan, devrimci parti olayların teorik kavrayışına sahip olarak devrim için hazırlanmadan, gerçekten devrimci bir strateji ve programa sahip olmadan, proletaryaya doğru bir önderlik sunamaz.

1917 Ekim devrimiyle açılan uluslararası sosyalist devrim perdesi, Avrupa’da derin çalkantılara yol açtı. Her yerde devrimci durumlar baş gösterdi. Savaş yalnızca proleter devrimin değil, Asya’da ulusal kurtuluş savaşlarının da önünü açmıştı. Gericilik dönemi sona ermiş, uluslararası devrim yükselişe geçmişti. Komünist Enternasyonal’in kurulmasıyla devrim hızla burjuva dünyanın üzerine yürümekteydi. Lenin Komünist Enternasyonal’in kuruluş kongresinin açılışında haykırıyordu: “Burjuvazi, proletaryanın büyüyen devrimci hareketi karşısında cehennem korkusu içinde.” Devrimci mücadelenin en karanlık dönemlerinde yürütülen ideolojik-teorik mücadele meyvesini vermişti. İlk muzaffer sosyalist devrim ve sosyalist devrimin dünya partisi: Komünist Enternasyonal.

Akıntıya karşı

Tarih, kimi zaman kendi başına bir varlık, olayların gelişiminin dışında bir güç olarak gösterilmeye çalışılır Marksizm dışı akımlarca. Oysa bu ne kadar da düz ve sakat bir görüştür. İnsanlık tarihi, insan toplumlarının, toplumların sınıflara bölünmesinin ve bu sınıflar arasındaki mücadelenin bir ifadesidir. Gericilik dönemlerinde olayların gelişimi proletaryanın aleyhine işler. Buna karşın tarihsel gelişme durmaz, tersine daha güçlü sınıf çatışmalarının koşulları böylesi dönemlerde mayalanır. Ama proletaryanın yenilgisiyle açılan her gericilik döneminde egemen sınıfların baskı ve dayatmalarına dayanamayan küçük-burjuva sosyalizmi ve “akademik Marksizm”in sözde teorisyenleri, yenilginin mutlak olduğunu kanıtlamaya, Marksizmin ise yetersiz kaldığını açıklamaya girişirler. Onlara göre proletarya yenilmiştir ve onun devrimci mücadelesi burjuvazinin de baskıcı yönetimlere yönelmesine yol açmıştır; demek ki, devrimci Marksist kuram bu durumu öngörmeyerek ne kadar yetersiz olduğunu kanıtlamıştır! Zaten devrimler başarılı olamadığına göre, yeniden gelişecek olsa bile bir devrim yine aynı sonuçlara yol açacaktır! Ekim Devrimiyle doğan Sovyetik işçi devletinin bürokratik karşı-devrimle yıkılmasıyla birlikte ruh dünyalarında çöküntüye uğrayanların bu yöndeki düşüncesini Bolşevizm mi, Stalinizm mi broşüründe Troçki şöyle özetler:

Bütün gericilerin, Menşeviklerin, anarşistlerin ve kendilerini Marksist sayan kimi sol doktrinerlerin inandığı ve bizzat Stalin’in iddia ettiği gibi, gerçekten de Stalinizm Bolşevizmin meşru bir ürünü müdür? Bunlar, “biz başından beri hep söylemiştik” diyorlar, “diğer sosyalist partilerin yasaklanmasıyla, anarşistlerin ezilmesiyle, Sovyetlerde Bolşeviklerin diktatörlüğünün kurulmasıyla başlayan sürecin sonunda, Ekim devrimi kaçınılmaz olarak bürokrasinin dik­tatörlüğüne varacaktı. Stalinizm, Leninizmin hem devamı hem de iflasıdır.”[7]

Bu çarpık görüş, Sovyet Devriminin yenilgisinin sonrasında gelişen gericilik ortamında, küçük-burjuvaların devrimci saflara akıttığı zehirli düşüncenin kısa bir özetidir. Oysa mutlak yenilgi diye bir şey yoktur. Toplum sınıflara bölünmüştür ve muzaffer proletarya genel dünya konjonktürünün dışında değildir; dünyadaki sınıf çatışmaları proletaryanın lehine dönmüyorsa elde edilen zaferin korunması mümkün değildir. Çarpılmalar ve yamulmalar kaçınılmaz olur, yozlaşma karşı-devrimle tamamlanır. Biz Marksistler, böyle oluyor diye dırdırcılar gibi oturup boş yaygaralar kopartmayız; tüm görüşlerimizden vazgeçip kaderciliğin kucağına düşemeyiz. Toplumsal gelişmeleri materyalist bir kavrayışla ele alamayanlardır bunu yapanlar. Tarih düz bir çizgide ilerlemez. Hele proletaryanın kurtuluş mücadelesi asla böylesi zafere kilitlenmiş bir çizgi üzerinde dümdüz gitmez. Geriye savrulmalar ve ileri çıkışlarla, iniş ve yükselişlerle ilerler devrimci mücadele. Proletarya bazen acı ve ağır yenilgiler de yaşar. Ama bu yenilgiler, devrimin bir daha asla gerçekleşmeyeceği, gerçekleşse bile devrimin her durumda bürokratikleşeceği, Leninist öncü parti anlayışının yanlış olduğu anlamına gelmez.

Tarihsel olaylara dümdüz bakan küçük-burjuva solcuları, gelişmenin karmaşık sürecini ve o süreci belirleyen çok boyutlu faktörleri görmeyerek olayları kaba ve mekanik tarzda yorumladıkları bir neden sonuç ilişkisine bağlarlar. Eğer devrim önce yozlaşıp sonra da yenildiyse, bu, devrimin veya Marksist düşüncenin yanlışlandığı anlamına gelir onlara göre. Fakat tarihsel olgular, aynı zamanda kendi karşıtlarını da içerisinde barındırarak var olurlar; görüntü her zaman biçimsel ve yüzeyseldir ve aslolan görünenin altındaki karmaşık diyalektik süreci açılayabilmektir.

İlk muzaffer işçi devriminin, dünya devriminin imdada gelmemesiyle önce yalıtık kalması ve akabinde ise içten bürokratik bir karşı-devrimle (Stalinizm) yenilmesi yeni bir gericilik döneminin kapılarını sonuna kadar açtı. Avrupa’da devrimci yükselişlerin başarısızlıkla sonuçlanması, devrimin karşı-devrimle ezilmesi ile Sovyetler Birliğinde bürokrasinin karşı-devrimi paralel yürüdü. Avrupa’daki devrimci buhran, basit ve sıradan bir geri çekilmeyle son bulmadı; reformist ve Stalinist önderliklerin ihanetinin cezası olarak gerçekleşen karşı-devrim, emperyalist çağda burjuva siyasal gericiliğinin en kanlı biçimi olan faşizmi de iktidara taşıdı. İtalya ve Almanya’da faşizmin egemenliği ile birlikte tüm işçi örgütleri dağıtıldı; sendikalar feshedildi; tüm siyasi yapılar dağıtıldı, komünist parti ezildi ve on binlerce komünist militan sürgün kamplarına gönderildi; öldürüldü. İşçi sınıfının tüm politik kazanımları hunharca parçalandı ve faşizmle birlikte bu ülkelerde proletarya tarihsel hafızasından yoksun bırakıldı. Aktarma kayışları olan devrimci örgütler yok olmakla kalmadı, proleter devrimci idealler de birçoklarının bilinçlerden silindi.

1930’lu yıllarla başlayan tarihin bu dönemi kelimenin en geniş anlamıyla kopkoyu bir gericilik dönemidir. Faşizmin devrimcilere dönük vahşi ve sınır tanımaz terörü bir tarafa, kurulan Stalinist engizisyon mahkemeleri çok daha şiddetli cezalarla işlemekteydi; fiziksel yok etme ile birlikte devrimci düşünce önce çarpıtılıyor, bulandırılıyor ve sonra da ebediyen gömülmek isteniyordu. Stalinist bürokrasi, Bolşevik geleneği bir siyasal akım olarak yok etmekle kalmadı; onun temel kadrolarını fiziksel olarak da yok etti. Yüz binlerce Bolşevik, bürokrasinin karşı-devrimci iktidarı altında ya kamplara sürüldü ve buralarda öldürüldü veya doğrudan ölüm hücrelerinde kurşuna dizildi. Aynı dönemde, dünyadaki manzara da farklı değildi. SSCB ile kapitalist ülkelerin başında bulunanlar sanki anlaşmışlar gibi, devrimci Marksist düşünceyi fiziksel ve düşünsel olarak yok etmeye giriştiler. Sovyetler Birliğinde, Almanya’da, İtalya’da, İspanya’da, Portekiz’de, Fransa’da, Amerika’da ve dünyanın birçok ülkesinde gerici rejimler komünizmi tasfiye etmeye girişmişlerdir.

Devrimci düşüncenin yok edilmesi tehlikesi her zaman var olmuştur; fakat 1930’lu yıllarda Stalinizmin dünya işçi hareketi üzerindeki etkisi çok daha yıkıcı boyutlardaydı. Çünkü Stalinist gericilik beyaz terör ya da faşizmin yaptığı gibi devrimci düşüncelere doğrudan saldırmıyor, tersine sözde Leninizm adına, Marksizmin temel ilkeleri ve Lenin’in düşünceleri ayaklar altına alınıyor, içi boşaltılıyor, devrimci özünden kopartılıyor ve küçük-burjuva sosyalist anlayışlar Marksizm adı altında pazarlanıyordu. Troçki böylesi gericilik dönemlerinde ideolojik mücadelenin ne kadar hayati önemde olduğuna vurgu yapar.

“Günümüz benzeri gerici dönemler, işçi sınıfını öncüsünden yalıtıp dağıtmakla ve zayıflatmakla kalmaz, aynı zamanda politik düşünceyi çoktandır aşmış olduğu evrelerin gerisine savurarak, hareketin genel ideolojik düzeyinin düşmesine de yol açar. Bu koşullarda öncünün başlıca görevi, bu genel gerileme seline kapılmamaktır. Akıntıya karşı gitmek gerekir. Eğer elverişsiz güçler dengesi daha önce, kazanılmış olan politik mevzilerin korunmasına olanak tanımıyorsa, en azından ideolojik mevzilerde direnmek gerekir, çünkü geçmişte büyük bedeller karşılığında kazanılmış olan deneyim bu ideolojik mevzilerde yoğunlaşmıştır. Böyle bir politika budalalara ‘sekterlik’ gibi görünür. Gerçekte ise bu, gelecek tarihsel yükseliş dalgasıyla birlikte yeni ve devasa bir sıçrayış yapabilmek için önceden hazırlanmaktan başka bir şey değildir.[8]

Savaş borularının çalındığı bir dünyada, gericiliğin pençesine düşmüş küçük-burjuva aydınlar görünene bakarak, Stalinizmi Marksizmin devamı sayarak Marksizmi inkâr etmeye giriştiler. Aynı bugün olduğu gibi, o zaman da Marksizmi karalamak isteyenler Stalinist diktatörlüğü sosyalizm olarak yutturmaya çalışıyor ve sonra da dönüp sosyalizmi eleştiriyorlardı. Bugün olduğu gibi o zamanlarda da, bürokrasinin nedeni Bolşevik Parti olarak gösteriliyor, Leninist partinin bürokratik bir parti olduğu kanısına varılıyordu; dolayısıyla da partinin gereksizliğine. Bu çarpık ve anti-Marksist yaklaşım günümüzde de geçerlidir. Eski dönekler, liberaller, anarşistler ve gerçekte burjuva kampta bulunup da kendisini Marksist diye “satan” akademisyenlere Troçki şu cevabı veriyor:

“Stalin, Marx’ı ve Lenin’i teorisyenlerin kalemiyle değil, GPU [Gizli polis örgütü –çn]’nun çizmeleriyle revize etmektedir

Bugünkü tasfiyeler Bolşevizm ile Stalinizm arasında kanla çizilmiş bir çizgi değil, bir kan gölü oluşturmaktadır. Tüm eski Bolşevik kuşağın, iç savaşa katılmış olan ara kuşağın büyük bir bölümünün ve Bolşevik geleneklere ciddi biçimde sahip çıkan genç kuşağın bir kesiminin katledilmesi, Stalinizm ile Bolşevizmin yalnızca politik bakımdan değil, doğrudan fiziksel bakımdan da bağdaşmaz olduğunu açıkça göstermektedir. Nasıl oluyor da bütün bunlar bazıları tarafından görülmeyebiliyor?”

“Eski Bolşevik parti ölmüştür, ama Bolşevizm her yerde baş kaldırmaktadır. Stalinizmin Bolşevizmden ya da Marksizmden kaynaklandığını ileri sürmek, karşı-devrimin devrimden kaynaklandığını söylemekle tamamen aynı şeydir. Aslında tutucu olan liberallerin düşüncesini ve sonra da reformist düşünceyi biçimlendiren hep bu şema olmuştur.[9]

Komünist Enternasyonal, 1928’de “tek ülkede sosyalizm” programını kabul ederek ve tüm ülkelerin Bolşevik-Leninistlerini partiden atarak tamamen bürokrasinin denetimine girdi. SSCB’de başlayan içerden bürokratik karşı-devrim, uluslararası alanda tamamlandı. Artık, Troçki’nin de vurguladığı gibi, Bolşevik gelenek Sol Muhalefet çizgisinde kristalleşmişti. Komünist Enternasyonalin ilk dört kongresine kadar olan dönem Bolşevik-Leninist çizginin temsil ettiği bir gelenekti ve Troçki önderliğindeki komünistler bu geleneğe sahip çıkmaya çalıştılar. Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal adlı kitabında Bolşevik geleneği ödünsüzce savundu. Troçki ve onun sağlığındaki Bolşevik-Leninistler Marksizmi korumak, geliştirmek ve gelecek kuşaklara aktarmak için çalıştılar. Akıntıya karşı yüzmek gerekiyordu; bu sözler gericilik dönemlerinin en özlü ve anlamlı teori ve pratiğidir.

Troçki, tarihin bu boğucu evresinde, Marksizme karşı bir haçlı seferi başlatmış olanlarla neredeyse tek başına ideolojik mücadeleye girişti. Bir tarafta SSCB’de gelişen sürecin tahlili ve öte taraftan da, bürokrasinin komünist hareket üzerindeki yıkıcı politikalarının teşhir edilmesi gerekiyordu. Uluslararası düzeyde gelişen olaylara karşı komünist tutum ile Stalinist yaklaşımların ayrıştırılması ve Marksizmin özünün korunması mücadelesi Troçki’nin öldürülmesine kadar sürdü. Almanya’da gelişen faşizme ilişkin yazdığı yazılar ve öngörülerinin çoğunun doğrulanması, onun sahip olduğu ve sahip çıktığı Marksist kavrayışın ne derece üstün olduğunu gösterir.

Sovyet devletinin sınıf doğasına yönelik teorik yaklaşımları, “tek ülkede sosyalizm”e karşı ideolojik mücadelesi olmasaydı bizler, bugün Marksist geleneğe çok daha zor yollardan geçerek bağlanıyor olacaktık. Çünkü onların yok edilmesi ve üzerlerinin çoktan kapatılarak fosilleşmeye terk edilmesi hiç de zor değildi ve Stalinizmin tüm çabası bu yöndeydi.

Gericilik dönemlerinde tutulması gereken ana halka; ideolojik-teorik savaşım, Marksist düşüncenin savunusu ve yeniden üretilmesi temelinde bir komünist partinin inşasına girişmektir. Bu başarıldığında, sınıf hareketinin düzeyi açısından bir gerileme yaşansa bile, bu durum devrimci düşüncenin, yöntem ve programın sürekliliği açısından bir kopmaya yol açmaz. Troçki’nin de söylediği üzere: “Marksizm en yüksek tarihsel ifadesini Bolşevizmde bulmuştur. Proletaryanın ilk zaferi ve ilk işçi devleti Bolşevizm bayrağı altında gerçekleşmiştir. Artık hiçbir güç bu olayları tarihten silmeyi başaramaz.”

İdeolojik ve örgütsel gelenekte kopukluk

Troçki’nin Stalinist ajanlar tarafından katledilmesinden sonra IV. Enternasyonal kısa sürede dağılmış ve kendini bu çizgide tarif edenler ne gerçek anlamda bir örgütsel gelenek yaratabilmişlerdir ne de ideolojik geleneği günümüze taşıyabilmişlerdir. 1940’lardan sonra Bolşevik-Leninist geleneğin sürdürülmesi söz konusu olmamıştır. Savaş sonrasında SSCB’nin kazandığı prestij dünya komünist hareketinde belirleyici olurken, Avrupa KP’leri daha fazla bürokrasiye teslim olmuş ve daha fazla bürokratlaşarak Sovyet bürokrasisinin hizmetine girmiştir. Yine savaş sonrasında kapitalist dünyada meydana gelen ekonomik büyüme, kapitalizmin tarihinde en uzun büyüme dönemini beraberinde getirmiştir. Savaş sonrasında Sovyet bürokrasisinin Avrupa’daki devrimlere arkasını dönmesiyle gelen yenilgiyle, emperyalist ülkelerde işçi sınıfının iyileşen yaşam koşulları birleşince sınıf mücadelesi metropol ülkelerde dibe vurmuştur. Bununla birlikte Amerikan emperyalizmi önderliğinde birleşen emperyalist ülkelerde başlayan siyasal gericilik, komünizme karşı girişilen korkunç “cadı avı” yeni bir gericilik döneminin kapılarını açar.

Stalinizme karşı yürüyen mücadelenin başarısızlığa uğraması, Troçki’nin katledilmesi ve geride gerçek bir enternasyonalist komünist çekirdeğin kalmaması sonucunda, Marksist gelenek zinciri koptu. Bu dönemde, burjuva üniversitelerinde kürsü sahibi akademisyenlerin eliyle akademik Marksizm, Batı Marksizmi gibi sıfatlarla anılan ucube bir anlayış geliştirildi. Leninist-Bolşevizmin takipçisi olduklarını iddia edenlerin örgütsel-politik bir varlık gösterememesi ve Stalinist bürokrasiye burjuva ve küçük-burjuva aydınların duyduğu tepki, akademik solculuğun itibar kazanmasıyla sonuçlanmıştır. Köklerini daha savaş öncesinde bulan ve özünde Stalinizme karşı bir tepki olarak gelişmesine rağmen Marksizme bağlanmayarak onun dışına düşen “Batı Marksizmi” ekolü, akademik bir çizgi olarak kalmıştır. Bu akım, gericilik dönemlerinin o bildik alışkanlığıyla felsefeye dönmüş ve Marksizmi sözde yeniden inşaya girişmiştir.

Geç dönem yazılarıyla bu akım içinde değerlendirilen Lukacs ve Gramsci, diğerlerinden farklı olarak devrimci bir geçmişe sahiptirler. Lukacs kısa dönemli 1919 Macar Sovyet Cumhuriyetinde bakanlık yaparken, Gramsci İtalyan Komünist Partisinin önderlerindendir. Fakat Macar Sovyetinin yenilmesi ve İtalya’da faşizmin iktidar gelmesi bu iki lider için oldukça olumsuz sonuçlara yol açmıştır. Gramsci yıllarca faşizmin hapishanelerinde kalarak işçi hareketinden yalıtık kalmış ve giderek Marksist düşünceden uzaklaşmıştır. Lukacs, yenilgi ve moral bozukluğu, politik yalnızlık koşullarında yazdığı yazılarda fazlasıyla umutsuz, fazlasıyla akademik, anlaşılmaz ve karışık bir üslubun içine gömülmüştür. Buna karşın bu yazarların örgütlü politik mücadelenin aktif olarak içinde yer aldıkları dönemlerinde kaleme aldıkları yazılar bugün bile önem taşımaktadır.

Bu akımın içinde sayılan ve bugün akademik Marksizm denen ucubenin mantalitesinin temellerini atan Frankfurt Okulu da olumsuz anlamıyla anılmaya değer. Bu ekolün kurucuları reformist Sosyal-Demokrasinin çizgisindeydiler. Bugün bile sol liberal düşüncelerin bu okulun temsilcileri üzerinden Marksizm cenahına aktarılmaya çalışıldığı düşünülürse, dikkat çekmenin önemi fazlasıyla anlaşılacaktır. Alman Devrimine ihanet eden SPD’nin başında bulunduğu Weimar Cumhuriyeti’nde, 1923’de Frankfurt Toplumsal Araştırma Enstitüsü adıyla kurulan bu okul, özünde Marksist düşünceyi çarpıtmaktan, anlaşılmazlığa sürüklemekten ve onu akademinin duvarlarının içine, profesörlerin kürsülerine hapsetmekten başka bir şey yapmamıştır. İşin daha da kötü tarafı, birçok devrimci çevrenin gericiliğin hüküm sürdüğü bugünkü gibi dönemlerde, bu burjuva sosyalist görüşler karşısında savunmasız kalması, bu tür zırvalara prim vermesidir.

Bu tür akademisyenler Marksizmin devrimci politik önderleriyle asla karıştırılamaz ve aynı kefeye konamaz. Kapitalist toplumun tüm pisliği, toplumsal eşitsizlikler, proletaryanın sömürülmesi, açlık ve savaş, toplumsal yozlaşma ve çürüme … tüm bunlar bu kişiler için akademik tartışma konusu olmaktan ileri gitmemiştir.

Sınıf hareketinin yükseldiği dönemlerde bu düşünceleri genelde hiçbir devrimci akım ciddiye almaz. Avrupa’da ‘68 rüzgârları estiğinde bu tür fikirlere devrimci çevreler pek rağbet etmedi. Ve hatta bu tür akademik düşünürler, yükselen devrimci hareket karşısında öne bocaladılar, sonra harekete yanaştılar ve yenilgiyle birlikte gerisin geriye savruldular. Hareketin geriye çekildiği dönemlerde ise bu fikirler yeniden devrimci cenaha sızar ve itibar görmeye başlar. Nitekim SSCB’nin çökmesiyle birlikte, doğan boşluğu bu akademik, sol-liberal düşünceler kaplamıştır.

Tutulması gereken ana halka

SSCB’nin çökmesiyle birlikte dünya komünist hareketi yepyeni bir döneme girdi. Sovyet bürokrasisinin ortadan kalkmasıyla Stalinizmin maddi zemini de ortadan kalktı. Fakat Stalinizmin uluslararası işçi hareketi üzerindeki hegemonyasından, milyarlarca insanın SSCB ve benzerlerini sosyalist ülkeler olarak algılamasından ötürü, bürokratik yapılarının ardı ardına çökmesiyle yaşanan hayal kırıklığı korkunçtu. Sosyalist idealler kitlelerin gözünde çökmüştü. Açlık, sefalet, işsizlik bu eski “sosyalist” ülkelerde yaşayan işçiler için dayanılmaz oldu; ama bu, yıkıntı sonrasında yaşanan travmayla birleşince işçi sınıfının yaşadığı ruhsal çöküntüyü kat kat arttırdı. Dünya burjuvazisi SSCB ve benzerlerinin yıkılmasıyla büyük bir ideolojik saldırıya geçti. 1990’ların başlarında ortaya atılan “yeni dünya düzeni”, “sınıf mücadelesinin bittiği” “tarihin sonu” vb. gibi tezler bu saldırının argümanlarıdırlar. Komünizmin öldüğü ve kapitalizmin ebedi olduğu, ekonomik krizlerin artık geride kaldığı tezleri de yine bu dönemde bir kez daha pişirilip ortaya sürüldü.

Asıl hayal kırıklığının kucağına düşen en genel anlamıyla komünist hareketti. Bürokratik Kâbelerin çözülüp dağılmasıyla resmi komünist partilerin varlık nedeni de ortadan kalktı. Tüm resmi çizginin ezberi bozuldu. Fakat, yaşanan enkazın altında kalan sadece Stalinist çizgi değildi. Öyle ki, o güne kadar kendilerini anti-Stalinizm üzerinden var eden Troçkistler de yaşanan depremin sarsıntısıyla çöktüler ve enkazın altında kaldılar. Devrimci Marksist geleneğin örgütsel bir güç olamaması koşullarında, meydan burjuva ideolojisine kaldı. Doğan boşlukla birlikte küçük-burjuva ideolojileri burjuvazi tarafından parlatılarak tedavüle sokuldu. Postmodern akım denen ve özünde burjuva ideolojisini yayan bir hiçlik düşüncesi ortalığı kapladı. Artık yalnızca Leninizme değil Marksizme kara çalmak da moda oldu. Leninizm bürokratizmle suçlanıp çarmıha gerildi ve eski komünist yeni dönekler sol-liberal kulvarlara yelken açtılar. Devrimci değerler ve örgütlülük fikri hızla erozyona uğradı; liberallik, gevşeklik, disiplinden kaçma, her tür otoriteyi reddetme gibi anarşizan refleksler yaygınlaştı. Örgütlülük neredeyse suç sayıldı; örgütlü yaşama küfür edildi.

Yaşanan bu çöküş ve açılan karanlık dönem enternasyonalist komünistlerin önüne büyük tarihsel görevler koymaktaydı. Bir kere normal dönemlerdeki gibi bir tutum içine girilemezdi. Tüm bu olup bitenin Marksist temelde bir muhasebesinin yapılıp gerçeklerin açığa çıkartılması gerekiyordu. SSCB’de yaşananların ne olduğu, neden yıkıldığı, resmi komünist anlayışa (Stalinizm) nasıl yaklaşılması gerektiği, “tek ülkede sosyalizm” ve dünya devrimi gibi konulardaki doğru tutumun ne olduğu gibi sorunlar Marksizmin ışığında derinlemesine incelenip açıklanmadıkça yol almak mümkün değildi. Olup bitenin üzerinden atlayanlar, hatta hiçbir şey olmamış gibi davrananlar, sorgulamayı yarıda kesip pes edenler, devrimciliği bırakıp safları terk edenler bir tarafta toparlanmaya başlarken, enternasyonalist komünistler bu tarihsel dönemi Marksizmin ışığında sorgulamaya giriştiler.

Marksizmin Stalinizmin zehrinden arındırılarak yeniden tüm ihtişamıyla ayakları üzerine dikilmesi gerekiyordu. Teorik-ideolojik bir mücadeleye girişmeden, ideolojik-teorik-politik bir netlik zemini böylelikle oluşturulmadan, değil bu gericilik döneminden çıkmak, geleceğin devrimci Enternasyonal örgütünün temellerini atmak bile mümkün değildi. Bolşevik örgütsel-politik geleneğin yeniden canlandırılabilmesi için, Marksist geleneğe yeniden bağlanmak, geçen yüzyılın gelişmelerini bu temelde ele almak gerekiyordu.

Üzerinde yaşadığımız topraklardan ideolojik-teorik mücadeleye girişen Elif Çağlı ve yoldaşlarının günün örgütsel sorunlarını çözmek için tuttukları ana halka bu yöndeydi. Elif Çağlı ve yoldaşları daha SSCB’nin son dönemlerinde, yaşananın teorik bir çözümlemesine giriştiler. Stalinizm eliyle unutturulmuş ve üzeri kapatılmış Marksist teorinin geleneklerine bağlanan Çağlı, Marksizmin ışığında koca bir tarihsel deneyimi incelemeye aldı. Bu konuda ortaya koyduğu Marksizmin Işığında adlı kitabıyla bir tarihsel dönemin sorgulanmasını başarıyla yaptı. Gericilik döneminde tutulması gereken ana halkanın ideolojik-teorik mücadele temelinde genç kuşakların eğitimi ve örgütlenmesi olduğunu söyleyen Çağlı, Marksizmin Işığında’nın daha 1991’deki önsözünde şunları yazıyor:

“Bu durum, bilimsel sosyalizmi savunan enternasyonalistlerin önüne, çözülmesi gereken bir dizi teorik-politik sorun yığmaktadır. En başta da işçi sınıfının silinmiş olan tarihsel hafızasını yeniden canlandırabilmek ve tarih bilincine ulaşmasına yardımcı olmak sorunu geliyor. Bunun için burjuva ideolojisine karşı mücadelenin yükseltilmesi gerekiyor. Yaşanmış tarihsel deneyimleri bütün yönleriyle irdelemek, çıkarılan teorik ve politik sonuçları işçi sınıfının ve sosyalizme yönelen genç kuşakların bilinç sürecine taşımak, devrimci Marksistlerin en başta gelen görevi olmalıdır.”

Ve şöyle devam eder:

“Bu görevin gereğince yerine getirilmesi, bugün her şeyden önce Stalinist sosyalizm anlayışının yarattığı illüzyonların yerle bir edilmesini ve bu anlayışın somutlanması anlamına gelen “reel sosyalist” ülkeler deneyiminin gerçek anlamının ortaya konmasını şart koşmaktadır. Bu yapılmadıkça, genelde proletaryanın sosyalizm mücadelesinin üzerine çöken kara bulutların dağıtılması mümkün olmayacaktır. Bu nedenle proletaryanın sosyalizm mücadelesinin yeniden rayına oturtulabilmesi için, tüm yaşananların anlamının Marksizmin devrimci perspektiflerinin ışığı altında sorgulanması gerekiyor.[10]

Çağlı ve yoldaşları, SSCB’nin çöküşüyle birlikte başlayan sürüklenmeye, ruhsal bunalıma, moral bozukluğuna ve ideolojik kargaşalığın getirdiği gericilik atmosferine boyun eğmediler. Marksizmin alanında kalarak, onu terk etmeyerek inatla akıntıya karşı yüzdüler. Çağlı, bu perspektifle bizzat Marksizmin kurucularına (Marx, Engels) ve onun sürdürücülerine (Lenin, Rosa, Troçki) yeniden dönerek devrim, proletarya diktatörlüğü, geçiş döneminin karakteri, devletin alacağı biçim ve içerik, sosyalizm-komünizm ile proletarya diktatörlüğünün arasındaki farkları gözler önüne serdi. Uluslararası proletaryanın devrimci kılavuzu olan bilimsel sosyalizmi, enternasyonalist bir perspektifle ele alarak günümüze taşımaya çalıştı. Marksist teorinin devrimci özü ve yöntemine sahip çıkan Çağlı, Bolşevizmde cisimleşen ve Troçki tarafından 1940’lara kadar taşınan uluslararası Bolşevik-Leninist geleneği savundu.

Bugün hâlâ aslolan teorik bir mücadele yürütmek, ideolojik mevzileri burjuva veya küçük-burjuva saldırılarına karşı korumak, ve bu temelde uluslararası bir komünist çekirdeğin yaratılması mücadelesidir. Devrimci bir teori olmadan, devrimci bir örgüt yaratılamaz, ve devrimci bir örgütlülük olmaksızın devrimci bir pratik olamaz. Bu şiarı savunan enternasyonalist komünistlerin önündeki görev işçi sınıfının devrimci örgütünü inşa etmektir. İşçi sınıfı içine kök salmak, işçi örgütlerinde mevziler kazanmak ve komünist fikirleri öncü işçilere taşımak başlıca görevimizdir.

Dünya komünist hareketine, üzerinde yaşadığımız topraklardan katılan enternasyonalist komünistler de, Marksist teorinin yeniden üretimi için çaba sarf ediyorlar. Geçmiş ve gelecek arasında kopan halkalar Marksizmin ışığında yeniden bağlanmaya çalışılıyor. Bu büyük çabanın önemi günbegün daha iyi kavranacaktır. Çağlı ve yoldaşları işçi sınıfının gelecek büyük ateşini yakacak alazları karanlığın içinden çıkartıp bizlere sundular, onu geleceğe taşıyalım. Geleceğin büyük kavgası biz genç kuşakların omuzlarında yükselecek. Bu yolda netleşmiş politik-teorik-ideolojik fikirlere sahip olunmadan kavgaya giremezdik; ama artık üzerinde yükseldiğimiz bir birikim var. Artık yolumuzda daha sağlam adımlarla yürüyebiliriz.

5 Kasım 2004


[1] Troçki, Ekim Dersleri, Ser Yay., Mart 1969, s.21

[2] Krupskaya, age, s.109

[3]  Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yay., Ekim 1978, s.157

[4] Krupskaya, age, s.127

[5] Lenin, age, s.13-14

[6] Lenin, Devlet ve Devrim, Aydınlık Yay., Aralık 1978, s.7-9

[7] Troçki, Bolşevizm mi, Stalinizm mi?, Sınıf Bilinci dergisi, sayı 1

[8] Troçki, agm

[9] Troçki, agm

[10]  Elif Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Yay., Ekim 2001, s.10-11

İlgili yazılar