Çıkışsızlık ve Belirsizliğin Zirvesi: Davos
Gülhan Dildar, 2 Şubat 2017

1971’den beri aralıksız gerçekleştirilen Dünya Ekonomik Forumu bu yıl da yine İsviçre’nin Davos kasabasında toplandı. Her yıl onlarca ülkeden yüzlerce üst düzey devlet yetkilisini, sermaye grubunu bir araya getiren ve çeşitli konularda toplantıların gerçekleştirildiği zirve, “Davos Zirvesi” adıyla anılıyor. Emperyalizmin has kurumlarından biri haline gelmiş bu forumda dünya ekonomisinin gidişatının yanı sıra bu gidişata yön veren emperyalist-kapitalist devletlerin politikaları da ele alınıyor.

Bu yıl 17-20 Ocak tarihleri arasında gerçekleştirilen “Davos Zirvesi”nde 100 farklı ülkeden 3 binin üzerinde katılımcı yer aldı. Bu yılki zirveye katılanlar arasında İngiltere Başbakanı Theresa May, eski ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, Dünya Ticaret Örgütü Genel Direktörü Roberto Azevedo, IMF Başkanı Christine Lagarde gibi emperyalist sistemin üst düzey yöneticileri bulunuyor. Dünyaca ünlü Kolombiyalı pop şarkıcısı Shakira gibi popüler isimler de zirveye katılarak burjuva basının magazinel kısmını süslediler.

Zirvede Türkiye’yi ise resmi olarak Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ile birlikte Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi temsil etti. Koç, Borusan, Limak gibi Türk sermaye gruplarının temsilcileri de zirveye katılarak sermaye işbirliklerini kuvvetlendirme, yeni iş ortaklıkları ve yeni pazar alanları arama rekabetinin parçası oldular. Küresel kapitalizmin içinde bulunduğu tarihsel krizin dünya piyasalarında bir belirsizliğe yol açtığı ve kapitalizmin geleceği açısından kaygı verici bir durum olduğu kapitalistler açısından aşikârdır. Bu nedenledir ki, Davos ve benzeri zirvelerde dünya kapitalizminin geleceği açısından risk oluşturan konular üzerinde duruluyor ve kapitalizmi “reforme edebilecek” çözüm arayışları sürdürülüyor. Ne var ki, kapitalistler bu görüşmeler sırasında bir yandan kapitalizmin geleceği için çırpınırlarken öte taraftan sermayenin doğası gereği birbirleriyle kıyasıya rekabetten kendilerini alamıyorlar. Yapılan toplantılarda her bir devlet yetkilisi yabancı yatırımları çekmek amacıyla kendi ülkesinin cazibesini arttırmaya, sermaye grupları da krizin etkisini minimuma indirmeye, sermayeleri için alan açmaya çalışıyorlar.

Dünya Ekonomik Forumu’nda neredeyse son yirmi yıldır gündem maddeleri değişmiyor: Dünya kapitalizmini tehdit eden kriz, küreselleşmenin ve neo-liberal ekonomi politikalarının yol açtığı sosyal yıkımlar, gelir dağılımındaki eşitsizlik, dünya çapında gittikçe artan işsizlik ve yoksulluk, yerküreyi ciddi boyutlarda etkilemeye başlayan çevre sorunları, iklim değişikliği ve hiç kuşkusuz emperyalist savaş… Tabii bu sorunlara son süreçte ciddi oranda artan göç sorunu ve mülteci krizini de eklemek gerekiyor. Bu yıl “Duyarlı ve Sorumlu Liderlik” sloganıyla gerçekleştirilen zirvede, “küresel işbirliğini güçlendirmek, kapitalizmi reforme etmek, ekonomik büyümeyi canlandırmak ve 4. Endüstri Devrimine hazırlanmak, Suriye’de savaş ve terör saldırıları” konuları üzerine tartışmalar yürütüldü.

2017 Küresel Risk Raporu

Bu yıl 47. gerçekleştirilen zirve öncesinde Dünya Ekonomik Forumu, “Küresel Riskler” başlıklı bir rapor hazırladı. Zirvede tartışma başlıkları arasında yer alan “2017 Küresel Risk Raporu”nda on yıl içerisinde dünyadaki gelişmeleri etkileyecek risk faktörleri üzerinde duruldu. Gerçekleşme ihtimali en fazla olan risk faktörleri arasında aşırı hava olayları, büyük çaplı zorunlu göçler, terör saldırıları, siber saldırılar, devletlerarası çatışmalar gibi sorunlar yer alıyor. En fazla etki yaratacak risk grubunda ise kitle imha silahları, su krizleri, iklim değişikliği ile mücadele ve uyumda başarısızlık, gıda krizleri, işsizlik, toplumsal kutuplaşma gibi konular üzerinde duruluyor. Raporda öne çıkan temel iki faktör ise “gelir dağılımındaki eşitsizlik ve toplumdaki kutuplaşmanın derinleşmesiyle birlikte sağ eğilimlerin artması”. “Aşırı sağ” partilerin Avrupa’da yükselişine dikkat çekilmekte (bu yıl Hollanda, Fransa ve Almanya’daki seçimlerde bu ülkelerin sağa kayacağı ileri sürülmekte) ve bu durum risk olarak belirtilmektedir. Ayrıca raporda Brezilya, Filipinler ve Türkiye örnek gösterilerek gelişmekte olan ülkelerde de istikrarsızlık ve belirsizlik yaratan benzer eğilimlerin yükselişine sahne olabileceği belirtiliyor. ABD’de Donald Trump’ın başkan seçilmesi ve İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden çıkma kararı almasının dünya çapında önemli değişimlere neden olacağına işaret ediliyor.

Burjuva bir kurumun hazırlattığı bu raporda bile kapitalizmin geldiği nokta, çarpıcı bir şekilde ortaya konulmaktadır. Bu rapor bir anlamıyla kapitalizmin çıkışsızlığının itirafı niteliğindedir. Kapitalizmin insanlığa hiçbir gelecek vaat etmediği ayan beyan ortadadır. Burjuva uzmanlar, belirtilen risklerin “sosyal patlama” ve “toplumsal şiddet” olaylarıyla sonuçlanabileceğini söylerken devrim korkularını dışa vurmuş oluyorlar. İşte bu yüzdendir ki, kapitalistler bir araya geldikleri hemen her toplantıda “adaletli gelir dağılımından, eşitlikten” bahsetmektedirler ikiyüzlüce. Kapitalizmin içine girdiği açmaz sanki liderlerin sorumlu davranmasıyla aşılabilirmiş gibi liderlere “duyarlı ve sorumlu olma” çağrısında bulunuluyor. Dünya Ekonomik Forumu Başkanı Prof. Klaus Schwab, “Bu çağrının aciliyeti 2017 Küresel Riskler Raporu’ndan kaynaklanıyor” diyor. Schwab, raporun ortaya koyduğu kapitalizmin çıkışsızlığı gerçekliğine çözüm arayışı telaşını dışa vurmuş oluyor ve şöyle devam ediyor: “Liderler sorumluluk sahibi olmalılar; belirsizliğin, derin dönüşüm sancılarının etkisinde olan bir dünyada yaşadığımızı anlamalılar. İnsanlar bu hızlı değişen dünyada kimlik ve anlam arayışındalar. Varoluş nedenlerini yeniden bulmaya çalışıyorlar… Liderlik, ayrıcalık üzerine inşa edilemez; sürdürülebilir ve samimi çabalarla güven kazanmak gerekir ve güven kazanmak, kişisel çıkarları bir kenara bırakarak topluma hizmet etmekten, toplumun sorunlarına çözüm üretmekten geçer.” Schwab’ın bu “iyimser” temennilerinin kapitalizmin yarattığı yoksulluk ile zenginlik arasındaki derin uçuruma çare olmayacağı açıktır. Üstelik insanlığın refahı ve çıkarları doğrultusunda hareket etmek, kâra dayalı üretim üzerinde yükselen kapitalizmin doğasına aykırıdır.

Neredeyse on yıl önce yine bir Davos zirvesi değerlendirmesi yazımızda yer alan satırlar burjuvazinin yine benzer sorunları tartıştığını ve sorunların çözümü için beyhude bir “liderlik” arayışını sürdürdüğünü hatırlatıyor. “… 2008 yılına siyasi ve ekonomik belirsizliklerin hâkim olacağı söylenerek, büyük ülkelerdeki hükümet değişikliklerinin ve Ortadoğu’daki belirsizliğin siyasi açıdan etkili olacağı, dünyanın sorunları çözme erkine sahip küresel bir ‘liderliğe’ ihtiyaç duyduğu belirtiliyor.”[*] Kapitalizm altında emekçi kitleler için olumlu bir değişiklik olmadığı gibi, Ortadoğu’da savaş alevleri daha da yayıldı. Cayır cayır yanan Suriye’den milyonlarca insan göç etmek zorunda kaldı, mülteci konumuna itildi. Üstelik bugün dünyamızı ve insanlığı çok daha ciddi bir biçimde tehdit eden nükleer silahlanmanın geldiği boyut tüyler ürperticidir. Kapitalist-emperyalist hiyerarşinin tepesindekiler arasındaki gerilimin artması ve güçler dengesinin bozulmasıyla bu silahların durduğu yerde durmayacağı açıktır. “Nükleer silahların yayılmasını sınırlayan anlaşmaya dönük dünya çapında görülen meydan okumalar bertaraf edilmiş ya da siber güvenlik açığı giderilmiş değil. Halen bunun için yeterli bir mekanizmamız yok. Bu çok kutuplu yapıda bir masa etrafında çözüm için buluşmak daha da zor fakat yine de bu gerçek küresel tehditlere karşı gayret göstermeliyiz” diyen DEF organizatörlerinden Lee Howell de kapitalistler arasındaki rekabetin dünyayı bir yok oluşa sürükleme potansiyelini itiraf etmiş oluyor.

8 milyarderin serveti 3,6 milyar kişininkinden daha fazla

Gözünü kâr hırsı bürüyen kapitalistlerin insanlığı barbarlığa sürükleyebilecek bir savaşı “akılcı ve insancıl” düşüncelerle önlemeye çalışmaları beklenemez. “Benden sonrası tufan” mantalitesini taşıyan burjuva sınıfın, nükleer silahlardan ziyade kapitalizmin sonunu getirecek bir sınıf savaşımından korktuğunu, zirvede öne çıkan konuşmalar da açığa vuruyor. Zenginlerle yoksullar arasındaki gelir farkının giderek artmasının ana gündem maddelerinden biri olması “vicdanlı” kapitalistlerin merhamete gelmesinden değildir.

Uluslararası yardım kuruluşu Oxfam, her yıl Davos zirvesi öncesinde dünyadaki yoksulluğa, gelir dağılımındaki adaletsizliğe odaklanan bir rapor hazırlıyor ve çeşitli istatistikî verilerle kapitalizmin gerçekliğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Oxfam, geçen yıl Davos Zirvesi öncesinde, en zengin 62 kişinin servetinin dünyanın en yoksul yarısının toplam servetine eşit olduğunu açıklamıştı. Bu yıl ise, İsveç bankası Credit Suisse’den aldığı güncel kişisel servet verilerine dayandırarak, 8 milyarderin elinde birikmiş olan servetin 3,6 milyar kişininkinden daha fazla olduğunu açıkladı. Oxfam’ın bu yılki raporuna göre dünyadaki zenginlik 255 trilyon dolara ulaşmış durumda. İnsan aklının alamayacağı bu servetin yarısından fazlasını 2015’ten bu yana zenginlerin %1’i elinde tutuyor. 8 kişinin kişisel serveti toplamı ise 426 milyar dolar ve bu rakam insanlığın yarısının elinde tuttuğu servetten daha fazla. Bu milyarderlerin ilk sırasında 75 milyar dolarlık kişisel servetiyle Microsoft’un kurucusu Bill Gates yer alıyor. 2008 verilerine göre Bill Gates’in kişisel serveti 62 milyar dolardı. Gates gibilerinin milyar dolarları artarken, insanlığın yarısından fazlası açlık ve sefalet koşulları içerisinde yaşıyor. Bir tarafta parmakla sayılan 8 asalak, diğer tarafta yoksulluk ve sefalet içerisinde yaşam savaşı veren milyarlar.

Bugün geniş emekçi kitleler bu akıl almaz çelişkinin içerisinde debelenip duruyorlar. “Kapitalist ekonomi bir taraftan zenginliği yoğunlaştırıp diğer taraftan yoksulluğu yaygınlaştıran niteliğiyle sürekli olarak toplumsal eşitsizlik üreten ve eşitsizliği ağırlaştıran bir ekonomidir. Kapitalizm bir yanda muazzam boyutlara ulaşan bir üretimle görece bir bolluk zemini yaratıyor, fakat diğer yanda kapitalist üretim ilişkilerinin niteliği gereği bölüşümde geniş kitlelerin payına büyüyen bir yoksulluk düşüyor. Bu derin çelişki, dünya üzerindeki milyonlarca insanın yaşam koşullarının kapitalist düzen altında büyük bir tehdit altında olduğunun ilanıdır.” (Elif Çağlı, Kapitalizm Çıkmazda, MT, Şubat 2012)

Davos Zirvesinde konuşan Oxfam’ın direktörü Winnie Byanyima, “10 kişiden biri günde neredeyse iki doların altında bir parayla geçinirken, bu kadar servetin birkaç kişinin elinde olması korkunç. Eşitsizlik, yüz milyonlarca insanın yoksulluk içinde yaşamasına yol açıyor, toplumlarımızı parçalıyor ve demokrasimizi zayıflatıyor” diyor. Burjuvazi istediği kadar zirvelerde bir araya gelsin ve kapitalizmi “reforme etme” adı altında yamalar bulmaya çalışsın, kapitalizm ölmeye yazgılıdır. Kapitalistler bu yazgıdan kaçıp kurtulamayacaklar: “Bugün tüm belirtileriyle gözler önüne serildiği üzere, kapitalizm tarihsel bir tıkanma içindedir ve peşpeşe gelen ölüm sancıları kaçınılmazdır. Daha önce dünya üzerinden gelip geçmiş çeşitli toplumsal düzenleri tarihin çöp tenekesine sürükleyen akıbet, şimdi kapitalizm için pusuda bekliyor. Kapitalist sistem artık kendini ileriye taşıma potansiyellerini tüketmiş ve onun için de ölüm çanları çalmaya başlamıştır. İşte günümüzde kapitalist dünya düzeninin içine sürüklendiği muazzam çatışmalı ve çıkışsızlıklarla yüklü süreç bu gerçeklere işaret ediyor.” (Elif Çağlı, age)

Serbest ticaret mi, içe kapanmacılık mı?

Yukarıda sıraladığımız risk raporundaki konuların burjuvazinin gündemini uzun süredir ciddi bir biçimde işgal ediyor olması, kapitalizmin dünya çapında içinde bulunduğu tarihsel krizden çıkışsızlığının bir ifadesidir. Zirveye katılan sermaye gruplarının temsilcileri geleceğe dair umutlarını kaybetmek istemediklerini, ama öte yandan 2017’ye dair yoğun endişe taşıdıklarını ve geleceğin belirsiz olduğunu utangaçça ifade ediyorlar. 2008 krizinden bu yana ekonomideki büyümenin yeterli seviyelere ulaşmamasının sebepleri ve dolayısıyla yürütülen ekonomi politikaları yeniden masaya yatırılıyor, sorgulanıyor. Geçmiş yıllarda Davos Zirvelerinde yüceltilen “küreselleşme” ve liberalizm bugün burjuvazinin bir kesimi tarafından sorgulanıyor, krizin sorumlusu olarak ilan ediliyor. Burjuvazinin bu kesimi devletlerin ekonomi politikalarında daha fazla müdahaleci rol üstlenmelerini, gümrük duvarlarını yükseltmelerini, sermayeye teşvikler sunmalarını, kamu harcamalarına odaklanmalarını istiyor. Diğer bir kesim ise serbest ticaretin önüne geçilmesinin ciddi riskler oluşturacağını, devletlerin karşı karşıya gelebileceğini söylüyorlar.

Davos Zirvesinde Çin ve ABD devlet başkanlarının bu konuya ilişkin açıklamaları, kimilerini “dünya tersine mi döndü” dedirtecek kadar şaşırtmış olmalı. Bir zamanlar içe kapalı devletçi kapitalizm politikalarına sarılan “komünist” Çin, bugün korumacı ekonomi politikalarına yönelenleri eleştiriyor, kendilerinin küresel ticaretten yana olduklarını, açık ve şeffaf ticaret anlaşmaları arzu ettiklerini ifade ediyor. İlk defa bir devlet başkanı olarak zirveye katılan Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, küreselleşme politikalarına sırt çeviren kesimi şöyle ifade ediyor: “Ekonomik küreselleşme bir zamanlar Ali Baba ve Kırk Haramiler’in hazine mağarası gibi görülürken, şimdi Pandora’nın kutusu gibi algılanıyor.”

Zirveye katılmayan ABD Başkanı Trump ise, serbest ticaret anlaşmalarına karşı olduğunu ve gümrük duvarlarını yükselteceğini ilan ediyor. 20 Ocakta başkanlık koltuğuna oturan Trump, durgunluktan kurtulamayıp krize yuvarlanan piyasayı büyük maliyetli altyapı harcamalarıyla canlandırma, gümrük duvarlarını yükselterek ve vergileri düşürerek iç yatırımı teşvik edip istihdamı arttırma yoluyla krizden çıkma vaatlerinde bulunmuştu. Trump, balkon konuşmasında bu vaatlerini yineleyerek hızla yerine getireceğinin sözünü vermişti ki, son bir haftadır hızlı bir atağa geçmiş durumda. Geçtiğimiz haftalarda Ford, General Motors, Chrysler gibi otomotiv devlerinin CEO’ları ile bir araya gelen Trump, ABD’de yatırım yapılması konusunda otomotiv devlerini “havuç-sopa” taktiğiyle içeride yatırım yapmaya ikna etmiş görünüyor. Firmalara ülke içinde yatırım yapılması koşuluyla yüzde 15 ile 20 arasında vergi indirimi getirileceğini açıklayan Trump, Amerikan firmalarının ülke dışında üretim yapıp, ülke içinde mallarını satmak istemesi halinde ise gümrük cezasıyla karşılaşacaklarını belirtmişti.

Trump, Çin’e %45 gümrük vergisi getirmeyi planladığını söylüyor. Seçim kampanyası sırasında Pasifik ülkeleriyle ile yapılan serbest ticaret anlaşmasına karşı olduğunu söyleyen Trump, başkanlık koltuğuna oturmasının hemen ardından Trans-Pasifik Ortaklığı (TPP) anlaşmasından çıkılmasını onaylayan bir karara imza attı. ABD’de fabrikaların kapatılmasının ve işsizliğin sebebi olarak serbest ticaret anlaşmalarını gösteren Trump, 22 yıldır yürürlükte olan, Kanada ve Meksika’yı kapsayan Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşmasını (NAFTA) da yeniden görüşeceğini belirtiyor. ABD’nin bu kararlarını hayata geçirmesi, önümüzdeki dönemde başta ABD-Çin olmak üzere kapitalist devletler arasındaki gerilimlerin artacağına işaret ediyor.

Çin’de üretilen mallar için önemli bir pazar alanı olan ABD’nin gümrük duvarlarının yükseltilerek içe kapanması, Çin açısından ciddi risk demektir. Bu yüzden de Çin devleti ve çeşitli sermaye grupları feryat figan ABD Başkanı Trump’ı “sorumlu liderliğe” davet etmekteler. Davos Zirvesinde Trump’ı içe kapalı ekonomi politikalarına yönelmek konusunda eleştiren Çin menşeli alışveriş sitesi “Alibaba.com”un kurucusu Jack Ma, ABD’nin düne kadar 13 savaşta toplam 40,2 trilyon dolar harcadığını söylüyor ve ekliyor: “Bu paranın bir kısmını altyapı inşaatına, mavi ve beyaz yakalı işçilere yardım için harcasalardı ne olurdu? ABD’li şirketler küreselleşmeden milyonlarca dolar kazandı. Son 30 yılda IBM, Cisco ve Microsoft on milyonlarca dolar kazandı. Kârları dört Çin bankasının toplamından fazla. Peki, para nereye gitti?” Çinli kapitalistin, muazzam bir sömürünün olduğu Çin’deki üretim koşullarının ve işçi sınıfının durumunu gözlerden saklayarak bu soruları sorması burjuvazinin ikiyüzlülüğünü ortaya koyuyor. Çinli sermayedara göre küresel ekonominin sunduğu zenginlik, bir avuç zengin arasında değil, halk arasında paylaşılmalı ve liderler sorumlu davranmalı. Sıra işçi haklarına gelince sermayenin çıkarlarından başka bir şey düşünmeyenlerin böyle “insani” çağrılarda bulunmaları insanın aklına “tencere dibin kara seninki benden kara” atasözünü getiriyor. Al ABD’yi, vur Çin’e! Kapitalizmin ortaya koyduğu kurallar gereği herkes kendi sınıfsal pozisyonları ve çıkarları temelinde üzerine düşen görevi icra ediyor. Emperyalist piramidin tepesinde yer alan ABD’den savaş ve silahlanma yerine, zenginliği geniş emekçi kitlelerle paylaşması beklenemez.

Kapitalist ekonominin gidişatının “serbest ticaret” mi, yoksa “içe kapanmacı” politikalarla mı ilerlemesi gerektiği üzerine dünyadaki çeşitli sermaye grupları da zirvede fikir beyan ettiler. Örneğin Japon otomotiv şirketi Toyota, hedeflerinin ABD ile aynı olduğunu belirtirken, Avrupalı uçak üreticisi Airbus ve lojistik alanında önde gelen Alman şirketi Deutsche Post DHL gibi sermaye gruplarının temsilcileri dünya kapitalist ekonomisinin artık birbirinden bağımsız hareket edemeyeceğini ve gümrüklerin, ticari engellerin kendileri için zararlı olacağını ifade ediyorlar.

Zirvede Türkiye’yi temsilen konuşan başbakan yardımcısı Mehmet Şimşek de küresel ekonomiden yana olduklarını ve AB ile ticari ilişkilerin ve gümrük birliğinin önemini vurgulayanlar arasında yer aldı. Daha düne kadar Erdoğan AB’ye “sen yoluna, ben yoluma” diye ahkâm keserken, Şimşek “Türkiye için Avrupa Birliği, ABD’den 10 kat daha önemli bir ticari partner. Türkiye, ihracatının yüzde 50’sini AB’yle yüzde 5’ini ABD’yle yapıyor. Bu durumda bizim için Avrupa Birliği, ABD’den daha önemli” diyerek AB ile Türkiye arasındaki ekonomik ve dolayısıyla siyasi bağımlılıklarını ortaya koymuş oluyor. AB ile gümrük birliğinin güncelleştirilmesiyle birlikte önümüzdeki 10 yılda karşılıklı ticaret hacminin iki kat artırılarak 150 milyar dolar seviyesinden 300 milyar dolara çıkabileceğini söyleyen Şimşek, özellikle içinden geçtiğimiz ekonomik kriz sürecinde AB’ye sarılarak ticaret hacmini arttırmayı ve ekonomiyi canlandırmayı hedeflemekte. Tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik kriz, AKP-Erdoğan iktidarını da ciddi bir biçimde kaygılandırmaktadır, hele de Türkiye’de bir referandum süreci söz konusuyken! AKP-Erdoğan iktidarını ciddi bir biçimde sarsabilecek faktörlerden biri olan ekonomik kriz nedeniyle denize düşen yılana sarılır misali AKP ihracat hacmini artırmak için AB’ye de sarılmaya çalışıyor, başka yollara da başvuruyor.

Ya sosyalizm, ya yok oluş!

Burjuvazi, ister serbest ticarete yönelsin, ister içe kapalı ekonomiye, çırpınışları boşunadır. Geçmişten farklı olarak bugün kapitalistler, tarihsel bir kriz sarmalının içinde debelenip duruyorlar. Dünya genelinde işsizlikte önlenemeyen yükseliş, gelir dağılımındaki eşitsizliğin tarihsel boyutlara ulaşması, sistemin geleceğini tehdit eder hâle gelmektedir. İşte burjuvazinin bu korkusundadır ki, Davos zirvesi için 8 milyon euroluk bir bütçe ayrılıyor ve zirveye karşı gerçekleştirilen protesto gösterileri engellenmeye, bastırılmaya çalışılıyor. Otellerin tepelerine 24 saat boyunca görevli keskin nişancılar yerleştiriliyor, Dünya Ekonomik Forumu toplantılarının yapıldığı kongre merkezinin, otellerin etrafları dikenli tellerle çevriliyor, kasabaya giriş çıkışlar sıkı denetim altına alınarak üst düzey güvenlik önlemleri alınıyor.

ABD’de, Ulusal İstihbarat Konseyinin (NIC), “Küresel Eğilimler, İlerlemenin Paradoksları” başlığıyla yayımladığı yeni raporda, “karanlık ve zor bir yakın gelecek” öngörülüyor. Bu öngörülerinde hiç de haksız değiller. 2016, ekonomik krizin derinleştiği ve emperyalist savaşın daha da yaygınlaştığı bir yıl oldu. Kapitalistlerin tüm çırpınışlarına rağmen gelişmiş kapitalist ülkelerin ekonomileri birkaç yıldır ortalama yüzde 1-2 seviyelerinde büyüyor. Bu büyüme oranı ise kapitalizmin içine düştüğü tarihi krizden kurtulabilmesine çare olmuyor. Toplumsal çelişkiler derinleşiyor, kapitalistler arası rekabet kızışıyor.

Kapitalist sistemin büyük bunalım dönemleri beraberinde kapitalist rekabetin kızıştığı ve akıl almaz yıkıcılıkta savaşları getirdiği bir eğilim gösterir. Bunun ilk örneğini Birinci Dünya Savaşına ön gelen tarih kesiti oluştururken, ikincisi 1929 buhranını içeren ve ardından İkinci Dünya Savaşının patlak verdiği dönemdir. Kapitalizm her iki kriz döneminden de insanlığa büyük acılar ve yıkımlar yaşatarak çıkmıştır. Üstelik İkinci Dünya Savaşı öncesinde dünya halkları, faşist diktatörlüklere ve Yahudi soykırımına tanıklık etti.

Artık kapitalizmin, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı süreçlerinde olduğu gibi büyük bir yapısal dönüşüm geçirerek ya da bir başka üst aşamaya yükselerek feraha çıkma, sistem krizini atlatma şansı yoktur. Manevra yapabilecek çok da bir alan kalmamıştır. Bugünlerde burjuva uzmanların çokça dillendirdikleri “4. Endüstri Devrimi” kapitalizmin krizlerine çare değildir, olsa olsa sonunun gelmesini hızlandıracak bir faktör olur. Geçmiş tarihsel deneyimler, kapitalizmin büyük kriz dönemlerini atlatabilmek için ne derecede yıkıma başvurduğunu gözler önüne seriyor. Elif Çağlı’nın belirttiği üzere kapitalizmin yapısal dönüşüm olanakları zayıfladığı ölçüde, emperyalist ülkeler çok daha kızgın bir rekabet temelinde dünyayı geçmiş dönemdekilerden misliyle vahşi emperyalist savaşlara sürüklüyorlar.

İnsanlığın önünde iki seçenek var: Ya emperyalist-rekabet savaşlarının kurbanı olmak ki, nükleer silah tehlikesini de hesaba kattığımızda bu, öncekilerden çok daha yıkıcı olacak ve yok oluşla sonuçlanacak; ya da işçi sınıfı tarihi misyonunu yerine getirecek! Başka çıkış yolu yok…


[*] Kerem Dağlı, Davos Zirvesi ve “İnsancıl Kapitalizm”, MT, Mart 2008

İlgili yazılar