Çernobil’den, Fukuşima’dan Akkuyu’ya: Nükleer Tehdit
Gülhan Dildar, 4 Temmuz 2019

Geçtiğimiz haftalarda meşhur Amerikan dizi kanalı HBO/Sky’da yayınlanan Çernobil dizisi, nükleer felâketin ne anlama geldiği konusunda milyonlarca insanda sarsıcı bir etki bırakırken, medyada da tartışma konusu oldu. Bu diziyle birlikte, 2018 Nisanında Putin ve Erdoğan’ın temel atma törenine katıldıkları ve inşası sürmekte olan Mersin Akkuyu nükleer santrali yeniden gündeme geldi. Çünkü aynı günlerde, bu santral inşaatının temelinin çatladığı haberleri medyaya yansıdı. Üstelik temelde meydana gelen bu çatlak ilk değildi. Akkuyu’da santralin temelindeki ilk çatlağın geçen yıl Temmuz ayında oluştuğu ve onarıldığı ifşa oldu. Santralin yapımından sorumlu Akkuyu A.Ş. medyada yer alan haberleri yalanlarken, nükleer santral inşaatını denetlemekle yükümlü olan Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) ise çatlağın kullanılan malzemeden mi, yöntemden mi ya da uygun zeminde inşa edilmemiş olmasından mı meydana geldiğine dair herhangi bir açıklama yapma gereği dahi duymadı… Binlerce ton ağırlığın bineceği temelin henüz yapım aşamasındayken iki kez çatlaması, toplumun başına ne büyük felâketler gelebileceğinin ön habercisidir. Ne yazık ki böylesine hayati önem taşıyan bir konu, Türkiye’nin iç ve dış siyasi gelişmelerinin ağırlığı altında gündem olamadı ve bıraktık kitlelerde tepkiye yol açmasını, duyulmadı bile…

Doğanın talanı ve toplumun geleceğini büyük tehlikelere atma pahasına nükleer santral inşaatı, burjuvazinin emperyal hevesleri ve rant uğruna devam ediyor. Büyük bir pervasızlıkla “sorun yok, 2023 hedefine santral yetişecek!” denilerek, medyaya yansıyan çatlak haberlerinin üstü kapatıldı. Daha önce Çernobil ve Fukuşima felâketlerinde acı bir şekilde tecrübe edildiği üzere, her halükârda güvensiz ve insan sağlığına zararlı olan nükleer santrallerin bir de inşası ve işletilmesi sırasında alınması gereken önlemlerin göz ardı edilmesi, tehlikenin boyutlarını alabildiğine arttırıyor. Olası bir nükleer kazada kontrol edilemeyen radyoaktivite sonucu yüzyıllar hatta bin yıllar boyunca milyonlarca insanın sağlığı bozuluyor, kanser vakalarında inanılmaz boyutlarda artış gözlemleniyor, binlerce kilometrekarelik alan radyasyona maruz kalıyor, bu coğrafya üzerinde yaşayan milyonlarca canlının hayatı tehlikeye giriyor, milyonlarca insan yaşadıkları kentleri terk etmek zorunda kalıyor. Halkın cebinden alınarak kapitalistlerin kasalarına aktarılan on milyarlarca dolarla inşa edilen bu yatırımların, ciddi bir kaza durumunda betona gömülerek heba edilmesini de tüm bunlara ekleyelim. Ne yazık ki, böylesine korkunç sonuçlar doğurabilecek nükleer güç santrallerinden biri bugün Mersin Akkuyu’da iş bilmez, niteliksiz, vurdumduymaz ve gözü rant ve emperyal hırsla dönmüş AKP iktidarının yaptığı işbirliği doğrultusunda Rus devlet şirketi ROSATOM tarafından inşa ediliyor. AKP temsilcileri, nükleer santral kazası ile tüp gaz patlamasını bir tutan akıl almaz açıklamalarla nükleer kazaları hafifseyen bir tutum sergilemişlerdi. Akkuyu’da AKP ile ele ele vererek nükleer santrali inşa eden Rus kurumunun geçmişinde ise Çernobil gibi korkunç bir facia var.[1]

AKP’nin nükleer sevdası ve safsataları

Türkiye’de 1960’lı yıllardan beri nükleer fisyon santral projeleri, her beş yıllık kalkınma planıyla yeniden ve yeniden gündeme gelmiş, ancak ilk nükleer santralin temelinin atılması AKP iktidarına nasip olmuştur! Her ne kadar enerji açığını giderme, temiz, ucuz, “yerli ve milli” enerji sahibi olunacağı safsatalarıyla nükleer santral kurulumunu meşrulaştırmaya çalışsalar da gerçeklik bu değildir. AKP hükümeti bir yanda büyük kibir ve kendini beğenmişlikle, diğer tarafta cahil cesareti ve kapitalist açgözlülüğün getirdiği vurdumduymazlıkla nükleer santral projelerini hayata geçirmek için yalan ve çarpıtmalara başvurmaktadır. Türkiye egemen sınıfı, bölgesel güç olma emelleri doğrultusunda nükleer güce ve nihayetinde nükleer silaha sahip olmak istemektedir. Böylelikle arzuladıkları siyasal ve askeri prestije sahip olacaklardır! Ancak nükleer silaha sahip olma arzusu, nükleer enerjinin barışçıl kullanımı kılıfıyla örtülmektedir. Oysa burjuvazi ve onun hizmetindeki nükleerciler santral yoluyla elde edilecek çok yönlü birikim temelinde silaha geçmenin imkânlarının oluşacağını bal gibi bilmektedirler. Ayrıca nükleer enerjinin barışçıl kullanımı ile askeri kullanımı arasında iddia edildiği gibi bir duvar da yoktur. AKP iktidarının Akkuyu projesine girişmesi, emperyal heveslerinden kaynaklanmaktadır ki dönemin enerji bakanının sözleri bunun açık itirafıdır. “Nükleer santraller, sadece enerji arz güvenliği için değil, daha gelişmiş bir Türk sanayisi ve müteahhitlik sektörü için de önemli bir fırsat olacak. … Nükleer enerji teknolojisine sahip olan Türkiye, yalnızca enerji arz güvenliğini değil, bölgesinde lider ve stratejik konumunu da güçlendirecek.” Elbette ki AKP iktidarının amaçlarından bir diğeri de, şu an Akkuyu santralinde olduğu gibi art arda açılan ihalelerle sermayeye rant ve talan alanı açmaktır.

Nükleer santral yapmış bir iktidar olarak gücünü pekiştirmek isteyen AKP, “yerli santralimizi kurup işleteceğiz” şeklinde propaganda yaparak emekçi kitlelerin geri bilinçlerine sesleniyor ve milliyetçi duyguları okşayarak nükleer santrallere tepkileri ortadan kaldırmaya çalışıyor. Oysa şu an inşası devam eden Akkuyu nükleer santrali dünyanın ilk “yap, sahip ol, işlet” nükleer projesidir. Bu santral, projeyi yapan yabancı şirketin mülkiyetinde olacak, yine onlar tarafından işletilecektir. Tüm kontrol, nükleer santrali yapan şirkettedir ve gerek yapım, gerekse de işletim aşamasında gerçek bir denetim ve yaptırım söz konusu değildir. Kâr odaklı üretim yapan kapitalistlerin maliyetleri düşürmek için her türlü yola başvurdukları aşikârken, nükleer santral gibi ciddi güvenlik riskleri olan bir projenin “yap-işlet” şeklinde yapılması riskleri daha da arttırmaktadır. Maliyetlerin düşürülmesi için ne tür yollara sapıldığı tespit edilemeyeceği gibi tespit edildiğinde ise ne yapılacağı muammadır…

Usulsüzlükleri ÇED sürecinde de görmek mümkündür. Santralin inşa edildiği zeminin altının boş olduğu ve Kuzey Anadolu Ecemiş fay hattının bu alanın yakınından geçtiği ÇED raporlarında belirtildiği halde, bu hayati tespit hiçbir şekilde umursanmamıştır. Deprem bile olmadan yıkılan evlere oturma izni verilen, düşük büyüklükte bir depremde bile mahallelerin enkaz yığınına döndüğü bir ülkede, gerekli önlemleri almayan dönemin Bayındırlık Bakanı, depreme karşı en dayanıklı santrali kendilerinin yapacağını söyleyerek trajikomik bir kibir örneği sergilemişti. Fukuşima kazasının hemen ardından kitlelerden gelen tepkiler sebebiyle pek çok ülkede nükleer santral faaliyetleri geçici olarak durdurulurken; AKP hükümeti, akla zarar açıklamalar yaparak Fukuşima kazasının, giriştikleri nükleer macerayı etkilemeyeceğini ilan etmişti. Genel olarak nükleer santrallerin her halükârda tehlikeli olduğu gerçeğini bu topraklarda güçlü olan vurdumduymazlıkla birleştirdiğimizde, bir de buna Akkuyu nükleer santralinde kullanılacak olan VVER-1200 modelinin henüz dünyada işletme lisansı almış bir reaktör olmadığını eklediğimizde tehlikenin boyutlarını görmek kolaylaşıyor. Ayrıca AKP iktidarı ucuz enerji üretimi yapılacağını söylemesine rağmen Akkuyu projesinde üretilecek elektriğin yarısına on beş yıl süre boyunca 12,35 dolar-sent/kWh fiyatla alım garantisi verilmiştir. Bu, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en pahalı elektriği satın alma garantisi verdiği bir projedir.

Çernobil dizisi, manipülasyonlar ve gerçekler

Konu bağlamında son günlerde bir hayli popülaritesi yüksek olan Çernobil dizisine de değinmekte fayda var. Çernobil dizisi medyada geniş bir tartışma konusu oldu. Kimileri dizinin tarihi bir nükleer kazayı başarılı bir şekilde yansıttığını ve nükleer santrallerin taşıdığı korkunç riske dikkat çektiğini, kimileri ise Sovyetler Birliği üzerinden “sosyalizm”in karalandığını, ideolojik çarpıtmaların olduğunu yazdı, çizdi. Öncelikle şu hususu belirtmekte fayda var: burjuva ideolojisinin merkezi olan emperyalist ABD’de hazırlanan bir filmin, üstelik de hegemonya mücadelesinin kıran kırana devam ettiği böylesi bir süreçte tüm gerçekliği, çarpıtmadan ya da kendi çıkarları doğrultusunda kullanmadan vermesi elbette ki beklenemez. ABD, Çernobil gerçekliği üzerinden Rusya’yı sıkıştırarak kamuoyu nezdinde psikolojik üstünlük elde etmek istemektedir. Ancak bu meselenin bir boyutudur. Diğer taraftan Çernobil dizisi, senaristlerinin ve yapımcılarının niyetlerinden bağımsız olarak, pek çok açıdan nükleer santrallerin yol açtığı ve açabileceği felâketleri çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir. Ne var ki dizinin Çernobil kazası üzerinden ortaya koyduğu gibi sorun sadece Sovyet bürokrasisinin sorumsuzluğu ve insanlığın çıkarlarını düşünmemesi sorunu değildir. Nükleer santrallerin yarattığı tehlikeler bugün emperyalist ve kapitalist ülkelerde aktif olan nükleer santraller için de geçerlidir. İrili ufaklı pek çok nükleer kaza ABD’den Japonya’ya pek çok ülkede yaşanmaya devam etmektedir. Ancak üstü kapatılamaz durumda olanlar medyaya yansımaktadır. 2011’de Japonya’da Fukuşima nükleer santralinde gerçekleşen kaza bunun yakın örneklerinden biridir.

Çernobil faciasının sorumlusu elbette ki Sovyet bürokrasisidir. SSCB ile “sosyalizm”i özdeşleştirenler için, Sovyet bürokrasisini savunmak da kaçınılmaz hale gelmektedir. Oysa SSCB’deki rejimin sosyalizmle uzaktan yakından ilgisi olmadığı gibi Sovyet bürokrasisinin işlediği günahları “sosyalizm”in karalandığı gerekçesiyle savunma pozisyonuna düşmek de asla doğru değildir.[2] Çok açık ki Sovyet bürokrasisi de tıpkı kapitalistler gibi Çernobil’de maliyetleri düşürme yoluna gitmiş, testleri tamamlanmayan bir reaktörü devreye almıştı. Ukrayna’da yer alan ve dört reaktörü olan Çernobil nükleer santralinde ilk reaktör 1977’de, ikincisi 1978’de, üçüncüsü 1981’de ve dördüncüsü 1983’te işletmeye alınmıştı. Çernobil RBMK tipi bir santraldi ve bu tip ilk olarak nükleer silah programına plütonyum üretmek için tasarlanmış, sonrasında ise elektrik üretimi için kullanılmak üzere geliştirilmiş ucuz bir modeldi. Ortaya çıkan belgelerden anlaşılıyor ki, ilk reaktörde 1982’de kısmi çekirdek erimesi yaşanmasına rağmen 1985’e kadar gizlenmişti. Acil durumlar için yedek elektrik sistemi bile test edilmeden, 1983’te dördüncü reaktörün testleri tamamlanmadan devreye alındı. 1984 ve 85’te güvenlik testleri devam etti, lakin testler başarılı olamadı. Güvenlik açısından çalıştırılmaması gereken reaktör, tüm risklere rağmen çalıştırılmaya devam edildi, ta ki 26 Nisan 1986’daki güvenlik testinde büyük bir patlama yaşanana dek. Normalde 3200 MW’lık ısıl güce sahip reaktörün ürettiği enerji kazayı takiben saniyeler içerisinde 33 bin MW’a çıktı. Sonrasında ise Hiroşima’ya atılan bombanın kat be katı radyasyon yaymaya başladı. Almanya, İsveç gibi Ukrayna’nın çok ötesindeki ülkelerde bile radyasyonun yüksek seviyelerde olduğu tespit edilince, SSCB artık kazayı saklayamadı. Kentler boşaltıldı. Ancak o zamana kadar çıplak gözle reaktördeki yangını izleyenlerinden çevreye yayılan radyasyona karşı güvenlik önlemi alınmadan yangını söndürmeye gönderilen itfaiyecilere dek yüzlerce insan çok kısa sürede yaşamını kaybetti, çok sayıda insan ise yıllara yayılan kansere yakalandı. Felâketin etkileri bugün hâlâ görülmeye devam ediyor. Ne var ki Sovyet bürokrasisi Çernobil’den kaynaklı ölümlerin sayısını saklı tuttuğu için facianın tam olarak kaç kişinin yaşamına mal olduğu bilinmemektedir.

Nükleer santraller insanlık için bir tehlikedir. Ancak burjuva ideologlar, gerçekliği çarpıtarak ve eleştirilerinin merkezine sadece Sovyet bürokrasisinin yozlaşmışlığını ve vurdumduymazlığını koyarak bu tehlikeyi gözlerden gizlemek istiyorlar. Meselâ Çernobil dizisinin senaristi Craig Mazin’e göre “modern nükleer güç tehlikeli değildi. Halkına yalan söyleyen, kibirli ve her türlü eleştirinin bastırıldığı toplumlarda bu gücün kullanılması tehlikeliydi.[3]Mazin’in konuşmasından da anlıyoruz ki dizinin çekilmesinin amacı insanlığı nükleer tehdide karşı uyarmak ve harekete geçirmek değildir. İnsanlık için böylesine faydalı bir amacı, dünyanın en çok nükleer santraline sahip bir ülkenin dizi kanalı HBO/Sky’dan beklemek de saflık olurdu!

Temmuz 2018 verilerine göre, 31 ülkede 453 nükleer reaktör aktif halde bulunurken, 17 ülkede 57 adet nükleer reaktörün ise inşası devam etmektedir.[4] ABD, çalışır durumdaki 100 reaktörle dünya birincisidir. Onu 58 reaktör ile Fransa takip ediyor. Üçüncü sırada ise 48 reaktörü bulunan Japonya yer alıyor. Dördüncü sırada bulunan Çin’de 39 reaktör var, 18 reaktör ise inşa aşamasında. 37 reaktörü bulunan Rusya ise beşinci sırada bulunuyor. Nükleer santrallerin aynı zamanda nükleer silah sahibi olabilmenin zeminini hazırladığı göz önünde bulundurulduğunda, nükleer alandaki yarışın, içinden geçmekte olduğumuz Üçüncü Dünya Savaşı sürecinde emekçi kitleler açısından büyük tehditler barındırdığı daha net anlaşılacaktır.

Çernobil dizisinde sergilendiği gibi emekçi kitleleri kandıran sadece Sovyet bürokrasisi değildir. Çernobil’de yaşanan kazanın ardından Sovyet bürokrasisi olayın ABD ve Avrupa tarafından öğrenilip, kendilerinin inşa ettiği nükleer santrallere halel gelmesini istemezken; kapitalist sisteme ruhunu teslim etmiş ABD’li ve Avrupalı nükleer “bilimciler” ise bu tür kazaların Sovyet reaktörlerine has olduğunu propaganda etmişlerdir. “Soğuk Savaş” yıllarının devam ettiği bu dönemde SSCB’nin insana değer vermediği ve bu nedenle de güvenlik önlemlerinin alınmadığı, Sovyetler’in gerçekleri halktan sakladığı bolca propaganda edilerek “sosyalizm” gözden düşürülmeye çalışılmıştır. SSCB’de yaşananlar inkâr edilemez gerçekliklerdir ancak Avrupa’da, ABD’de ve Japonya’da da nükleer kazalar gerçekleşmiş ve tıpkı Sovyetler’de olduğu gibi gerçekler emekçi kitlelerden saklanmıştır. Tüm emperyalist-kapitalist devletler, dün olduğu gibi bugün de kitleleri uyutmaya çalışmaktadırlar. Mazin’in ileri sürdüğünün aksine, nükleer santraller hiç de güvenli değildir. Bu milyonlarca insanın yaşamına mal olabilen büyük ve tehlikeli bir yalandır. Nükleer santraller radyasyon yayan atık üretimi demektir, kanser hastalarının artmasıdır, insan ömrünün kısalmasıdır, yeni kuşakların sakat doğmasıdır, doğanın ve insanlığın tehdit altında olmasıdır. Normal işletim anında bile nükleer santraller, nükleercilerin küçümsemelerine rağmen, çevreye katı-sıvı-gaz salımları dışında bile belli bir radyasyon yayarlar. Tüm kaygının ucuza üretmek ve daha fazla kâr elde etmek olduğu kapitalist düzende, bir maliyet unsuru olarak görülen tüm güvenlik önlemleri olabildiğince minimuma indirilmeye çalışılır. Hem SSCB’de, hem de emperyalist teknoloji devi Japonya’da insanlık, maliyetleri düşürme dürtüsünün Çernobil ve Fukuşima’da nasıl feci kazalara yol açtığına tanık olmuştur.

Japon hükümeti, aktif volkanlarla çevrili bir bölgede yer alan Sendai nükleer santralini (yarı-ömrünü doldurmuş 30 yıllık bir nükleer santral olmasına rağmen) çalıştırmaya devam etmektedir. Fukuşima faciasından sonra bu santral bir süreliğine durdurulmuş ancak sonra tekrar aktif hale getirilmiştir. Fukuşima benzeri bir kazanın tekrar yaşanması, insanlığın çıkarları gözetilmeksizin enerji üretimine odaklanan kapitalistlerin zerre kadar umurunda değildir.

Burjuvazinin meşrebi ortaktır!

2011 Martında Japonya’da yaşanan deprem ve tsunaminin ardından Fukuşima Daiiçi nükleer santralinde nükleer kaza meydana gelmişti. Reaktörün erimesi sonucu havaya, toprağa ve suya kontrol edilemez bir şekilde radyasyon yayılmış, yüz binlerce insan yüksek radyasyona maruz kalmıştı. Tıpkı Çernobil faciasında Sovyet bürokrasisinin sergilediği tutum gibi Japon burjuvazisi de önce kazayı örtbas etmeye ve radyasyonun gerçek değerlerini saklayarak olayın boyutunu küçük çaplı göstermeye çalışmıştı. Devlet baskısı sebebiyle radyasyona maruz kalan ve bu kaza sonucu kansere yakalanan kişi sayısı net olarak bilinmemektedir. Ancak özellikle çocuklarda başta tiroit kanseri olmak üzere kanser vakalarında patlamalı şekilde artış yaşanmıştır. Sadece çocuklardaki tiroit kanseri vakalarında 500 kat artış gözlemlendiği söyleniyor. Coğrafi olarak ülkenin %20’si zarar görmüş, 520 bin civarında insan bölgeyi terk etmek zorunda kalmış ve binlercesi ise ölüler ve kayıplar arasına karışmıştı.

Fukuşima santralinde gerçekleşen kaza, Japon hükümeti tarafından her ne kadar “doğal afet” olarak yutturulmaya çalışılsa da göz göre göre geliyorum demişti. Yaşanan felâketten, bizzat Japon hükümeti ve santralin işletmecisi TEPCO sorumluydu:

“Fukuşima santrali de dâhil olmak üzere Japonya’daki santrallerin üçte birinin sahibi ve işletmecisi olan TEPCO, dünyanın en büyük dördüncü enerji şirketi. Tastamam bu yüzden skandal boyutundaki vukuatları saymakla bitmiyor. 2002 yılında TEPCO, rutin güvenlik bildirimlerini yapmamakla ve yanlış bilgi vermekle suçlanıyor. 1977 ilâ 2002 yılları arasında iki yüzden fazla «nükleer olay»ın (bunların hepsi nükleer terminolojide irili ufaklı kaza anlamına gelir) örtbas edildiği ve teknik bilgilerin yetkililerden saklandığı açığa çıkıyor. Yalanlar, sahte raporlar, örtbas girişimleri ve hatta bu durumu açığa çıkaran mühendislerin tehdit edilmesi ve saldırıya uğraması gibi sayısız vukuat açığa çıkıyor. Ardından 17 nükleer santral 2005 yılına kadar inceleme için kapatılıyor. Depremden iki hafta önce, 28 Şubat 2011’de hazırlanan bir raporda TEPCO’nun sahte teftiş ve onarım raporları hazırladığı söyleniyor; yapılması gereken rutin denetimler tam 11 yıldır yapılmamış ama hepsi de yapılmış gibi gösterilmiş! Fukuşima-1 santralindeki 6 reaktöre ait 33 kritik önemdeki teknik bileşen teftiş edilmemiş. Bunlar arasında, reaktörün sıcaklık kontrol vanalarının güç birimleri, su pompa motorları ve acil durum dizel güç jeneratörleri gibi soğutma sistemine ait bileşenler de mevcut. Bu sistemler deprem ve tsunami sonrasında tümüyle devre dışı kaldığı içindir ki, Fukuşima-1 santralinde bugün nükleer bir felâket yaşanmaktadır!

“Ama bu ilk değildi, 2007’de de dünyanın en büyük nükleer güç istasyonu olan Kaşivazaki-Kariwa santralinde 6,8 büyüklüğündeki bir depremin ardından radyasyon sızıntısı gerçekleşmiş ve daha sonra TEPCO santralin böylesi bir depreme dayanabilecek şekilde inşa edilmediğini itiraf etmek zorunda kalmıştı. Keza Wikileaks’in sızdırdığı belgelerde, bir Uluslararası Atom Enerji Kurumu yetkilisi, Japonya’daki nükleer santrallerin depreme dayanıklı olup olmadığının son 35 yıl içerisinde yalnızca üç kez denetlendiğini, bu konuda Japon hükümetinin uyarılmasına rağmen adım atmadığını belirtiyor. Aynı belgelerde santrallerin depreme dayanıksız olduğu gerekçesiyle mahkeme tarafından kapatılmasına karar verildiği ama hükümetin bu karara karşı çıktığı belirtiliyor.”[5]

Tüm bu gerçeklikler egemenlerin meşrebinin aynı olduğunu gösteriyor. Türkiye’de Çernobil faciası sonrasında Karadeniz’deki çayın ve fındığın radyasyondan etkilenmediğini ispatlamak için kameralar karşısında çay içip “radyasyon yok, zaten kaynayınca geçiyor” diyen dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral ile Japonya’da Fukuşima faciası sonrasında radyasyonun suya karışmadığını göstermek için su içen Tokyo Valisi aynı akla zarar tutumu sergilemişlerdi. Farklı ulustan da olsalar, burjuva egemenlerin kitleleri kandırma konusunda refleksleri nasıl da ortak!

Çernobil, Fukuşima gibi saklanamaz boyutlara ulaşan kazalar haricinde de yüzlerce nükleer santral kazası mevcuttur. AKP iktidarının nükleer politikaları ciddi tehlikelere işaret etmektedir. Çernobil’den, Fukuşima’ya ibretlik kazalar ortadayken Akkuyu nükleer santralinde yaşanacakları öngörmek felâket tellallığı olmasa gerek! Üstelik Akkuyu’da reaktörün oturacağı temelin üst üste çatlaması düşünüldüğünde! Son yıllarda AKP’nin hayata geçirdiği “başarılı” projelerden birkaçını alt alta sıraladığımızda toplumun yüz yüze kalacağı tehlikeler daha net anlaşılacaktır. Sinyalizasyon sistemi kurulmadan açılan hızlı tren hatları, mühendislik parametreleri dikkate alınmadan yapılan ve testleri tamamlanmadan aktif hale getirilen demiryolları ilk akla gelen sorunlu projelerdendir. Özelleştirmelerle birlikte denetim ve bakım işlerinin özel şirketlere bırakılması, lokomotif bakım ve yol bakım atölyelerinin işlevsizleştirilerek küçültülmesi, hatta bir kısmının kapatılması, “yol bekçiliği” gibi güvenlik önlemlerinin ise maliyetli olduğu gerekçesiyle kaldırılması sonucu Çorlu’da, Ankara’da yaşanan kazalar ve ölümler hafızalarda diridir.

Demiryolu kazalarına havalimanı kazalarının da eklenmesi riski yüksektir. AKP iktidarı dünyanın en büyük havalimanını inşa etmekle övünedururken, İstanbul Havalimanına rüzgârdan dolayı inemeyen, pistten çıkma riski taşıyan, kuş çarpması sonucu kokpit camının çatlaması nedeniyle piste acil iniş yapan uçaklar oldu. Havalimanı projesinin ilk gündeme geldiği dönemde, bölgenin havalimanı için meteorolojik açıdan uygun olmadığı gündeme getirilmesine rağmen AKP iktidarı doğaya kafa tutarak bildiğini okudu. Rüzgâr alan, göçmen kuşların güzergâhı üzerinde kurulan havalimanında, kış aylarında buzlanmayı önleyen zemin ısıtma sisteminin olmaması gibi pek çok sorun var… Doğanın, tarihi ve kültürel mirasın yok edilmesi, nehirlerin kuruması pahasına inşa edilen ve 12 bin yıllık insanlık mirası Hasankeyf’i yok eden Ilısu Barajı’nın su tutup tutmayacağı da belirsiz. Ancak, ne yazık ki insanlık mirasının yok edileceği kesin! Ekolojik, kültürel, tarihi miraslara, topluma zarar veren projelere pek çok örnek verilebilir. Son olarak Trabzon Araklı’da HES borusunun patlaması sonucu yaşamını kaybedenlerin ölüm sebebi “doğal afet” olarak yansıtıldı. Oysa 8 kişi selden dolayı değil, “su boşuna mı aksın” diyerek dereleri borulara hapseden, gözü rant ve kâr hırsıyla dönen AKP burjuvazisinin iklim değişikliğine yol açan, doğayı talan eden projeleri sonucu yaşamlarını kaybettiler.

Nükleere karşı Marksist tutum

Soma, Çorlu, Trabzon ve daha pek çok yerde insanların yaşamlarına mal olan projelere imza atan, sicili hayli kabarık AKP iktidarının, nükleer santral projeleri, toplum sağlığı ve doğanın geleceği açısından son derece risklidir, tehlikelidir. Nükleer fisyon santralleri bugün dünyanın her yerinde ciddi bir risk oluşturuyor ve insanlık buna katlanmak zorunda değildir, dolayısıyla da nükleer fisyon santrallerine karşı çıkılmalıdır. “Konunun teknik yönlerine bakıldığında, nükleer fisyon santrallerinin esasen iki önemli tehlike yaratığı görülür. Birincisi radyoaktif atık sorunu olarak bilinen tehlike, ikincisi ise reaktörün bir tür «radyasyon fabrikası» olması nedeniyle ortaya çıkan tehlike. Nükleer atık sorunu nükleer fisyon enerjisinin zayıf karnıdır. O nedenle nükleerci «mücahit»ler bu sorunu tartışmaktan özellikle kaçınırlar. Bu atıklar, aktivitesi yüz binlerce yıl süren, uzun ömürlü ve yüksek düzeyli atıklardır. Nükleerciler bu atıkların bir zarara yol açmayacak şekilde özel gömme teknikleriyle ortadan kaldırılabileceğini iddia etmektedirler. (…) Oysa hiçbir gömü yerinin ve gömü biçiminin yüz binlerce yıl, hatta daha fazla koruma sağlaması mümkün değildir. Sorunun kalbi buradadır.”[6]

Bir dönem nükleerciler nükleer santrallerde yaşanacak kazalar sonucu çevreye radyasyon yayılma riskini sokakta yürüyen bir insanın başına göktaşı düşmesi ihtimaliyle bir tutuyorlardı. Oysa yukarda bahsi geçen örneklerde de görüldüğü üzere çevreye yayılan radyoaktivite sonucu insanlar ve doğa için baş edilemez sorunlar ortaya çıkmaktadır. Özetle nükleer fisyon santrallerinde mutlak bir güvenlik yoktur. Güvenli enerji üretimi ancak insanlığın ve doğanın çıkarları gözetilerek üretimin yapılacağı bir düzende mümkün olabilir. Deniz Moralı’nın dediği gibi:

“… insanlığın elindeki teknik olanaklar çerçevesinde, enerji sorununun gerçek bir çözümü için, başta güneş enerjisi olmak üzere tüm yeryüzüne dağılmış yenilenebilir enerji kaynaklarına dayanan, bencil ulusal sınırlarla engellenmemiş ve tüm insanlığa zamanında ve bolca enerji ulaştıran bir entegre dünya enerji sisteminin gerektiği apaçıktır. Teknik açıdan bunun önünde hiçbir ciddi engel yoktur. Enerji kaybını ihmal edilebilecek boyutlara indirgeyebilecek süper-iletken iletim hatlarıyla birlikte, tüm yenilenebilir ve temiz enerji kaynaklarını bütün dünyaya yayılmış tek bir enerji şebekesine akıtacak ve ihtiyaca göre yine dünyanın dört bir köşesine enerjiyi dağıtacak bu tür bir sistem, insanlık ve doğanın çıkarlarına uygun en verimli, en temiz sistemdir. Çözümün teknik özü budur.

Bu tür bir sistem nasıl oluşturulacaktır? Bunun olması için her şeyden önce, üretimin, insanlığın ve doğanın çıkarlarına uygun olarak, kontrollü, bilinçli bir şekilde yapılması gerekir. Ama öte yandan üretim, kapitalizmde olduğu gibi bir azınlığın çıkarlarına tâbi olarak yapıldığı sürece, insan ve doğanın çıkarları açısından bilinçli ve kontrollü olamaz. Üretimin bilinçli ve kontrollü olabilmesi için, doğrudan doğruya insan ihtiyaçlarının giderilmesine dönük olması gerekir. Yani toplumsal kullanım değerleri üretimi söz konusu olmalıdır. Bu da insanların üretimin nasıl, ne kadar yapılacağına bizzat karar vermeleriyle, yani üretimi gerçek anlamda planlı kılmalarıyla mümkündür. Demek ki üretimin hâkimi, kapitalist ya da başka türden bir azınlık değil, bizzat üreticilerden oluşan çoğunluk, yani aslında toplumun kendisi olmalıdır.”[7]

İnsanlığın ve doğanın çıkarları doğrultusunda üretimin yapılacağı, yani üretimin hâkiminin toplumun kendisinin olacağı bir dünyaya ancak ve ancak bir işçi devrimiyle ulaşılabilir. Bugün insanlığı, nükleer santral tehlikesinden kurtaracak olan devrimci işçi sınıfıdır!


[1] Dönemin SSCB Atom Enerjisi ve Endüstri Bakanlığı Çernobil’in tasarımını yapmıştı. SSCB’nin yıkılışıyla birlikte bu bakanlık 1992’de Rusya Federasyonu Atom Enerjisi Bakanlığı oldu. 2007’de ise Rosatom Devlet Nükleer Enerji Kurumu adını aldı.

[2] Bu konuda bakınız, Elif Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Yay.

[3] https://www.forbes.com/sites/michaelshellenberger/2019/06/06/why-hbos-chernobyl-gets-nuclear-so-wrong/#1569bf23632f

[4] https://www.enerji.gov.tr/tr-TR/Sayfalar/Nukleer-Enerji

[5] Oktay Baran, Kapitalist Cinayet: Nükleer Santraller, MT, Nisan 2011

[6] Selim Fuat, Nükleer Santraller Yine Gündemde, MT, Nisan 2006

[7] Deniz Moralı, Radyoaktif Kapitalizm, s.45