Cangıla Dönüşen Kapitalist Kent İnsanlığı Boğuyor
Utku Kızılok, 6 Ağustos 2014

İnsanın uygarlaşmasının sembolü olan kent, kapitalist sistemde tam anlamıyla bir cangıla dönüşerek insanlığı boğuyor. Çoğunlukla dikey bir şekilde büyüyen, yeşil alanların saksıda çiçek gibi kaldığı, karmaşanın hüküm sürdüğü beton bloklu labirentlerde milyarlarca insan ömür tüketmekte. Yalnızca Tokyo’da 35 milyon insanın balık istifi gibi üst üste yaşadığı düşünülürse, gelinen noktada kapitalist kentin insanı nasıl bir darboğaza soktuğu ve nasıl nefessiz bıraktığı daha iyi kavranacaktır. Tokyo’yu 23 milyonla Karaçi, 20 milyonla Mexico City, 18 milyonla New York ve Sao Paulo izlemektedir. Dünyada ilk 20 büyük kent içinde yer alan İstanbul’un nüfusu ise, resmi rakamlara göre 12 milyonu çoktandır geride bırakmış bulunuyor. Hem cangıla dönüşen bu kentler hem de dünyadaki diğer yüzlerce kent sağlıksız, plansız ve çarpık bir şekilde büyümektedir.

Meselâ Çin’de şimdiki süratle yapılaşma devam ederse, 13 milyon metrekare alan daha kapitalist kentleşme anlayışının kurbanı olacak. 1950-2000 yılları arasında, kentsel olarak kabul edilen alanlar tüm dünyada %171 oranında artmıştır. 2030 yılına kadar bu oranın %150 oranında daha artacağı öngörülmektedir. An itibariyle, ön görülen bu oranın yarısı gerçekleşmiş olmalıdır. Dünya nüfusunun yarıdan fazlası artık kentlerde yaşamaktadır ve bu oran her geçen gün hızla yukarı doğru tırmanmaktadır.

Kapitalist üretim biçiminin doğrudan bir sonucu olan ve dizginlenemeyen bu tarz bir kentleşme olgusu, Türkiye’yi de esir almış durumda. Ekonominin sürekli bir şekilde büyümesini ve çoktandır alt-emperyalist bir konuma yükselmiş olan Türkiye’nin daha üst basamaklara tırmanmasını arzulayan burjuvazi, inşaat sektörünü bu büyümenin lokomotifi olarak kullanmaktadır. Ne pahasına olursa olsun ekonominin büyümesini sağlama arzusu, AKP iktidarı altında, sonradan görmelik ve sınırsız bir açgözlülükle birleşmiştir. Dini kavramlar, muhafazakâr üslup ve davranış kalıplarıyla örtülen bu siyasetin sahipleri; doğanın canına okumakta, her boş bulduğu alana beton döküp bina yükseltmekte, kurallar hatırlatıldığında son derece keyfi ve kaba bir yaklaşım sergilemekte, kendisi için tehdit algıladığında ise rejimi alabildiğine otoriterleştirerek kendini ve icraatlarını garanti altına almaya çalışmaktadır. “Çılgın proje”lerle İstanbul’un akıl almaz bir çılgınlıkla büyümesinin önünü açan AKP, bir taraftan kentleri kendi arzusu temelinde dönüştürürken, öte taraftan da çevreyi ve insanları düşünmeden madencilik, baraj ve santral yapımlarının önündeki her türlü engeli kaldırmaktadır.

Dünyanın en ileri ülkelerinden en geri ülkelerine kadar, on milyonlarca insanın dar bir alana yığıldığı, sefahat ve korkunç bir sefaletin, ihtişam ve çürümenin bir arada olduğu, trafik çilesinin ve çevre kirliliğinin toplumu delirme noktasına getirdiği megapoller, kapitalizmin insanlığı nerelere sürükleyebileceğinin de bir göstergesi. İnşaat sektörü ve kentleşme burjuvazi için sermayenin yeniden üretildiği çok önemli bir alandır. Tarihsel bir krizle boğuşan burjuvazi, bu alana daha fazla yüklenmekte, doğayı ve toplumu hesaba katmayan plansız yapılaşma dizginsizce sürüp gitmektedir. Gerek İstanbul gerekse dünyanın diğer merkezi kentlerinde konut inşası üzerinden kapitalist pazar derinleştirilirken, kentin merkezi noktalarında yaşayan emekçiler “kentsel dönüşüm” adı altında kentin dışına sürülmektedirler. İstanbul’dan biliyoruz ki, kentin tarihi mekânlarında kıymetli araziler üzerine kurulu emekçi mahalleri burjuvazinin ağzını sulandırmaktadır. Burjuvazi emekçileri buralardan atarak lüks konutlar yapmak ve yüksek fiyatlara satarak kârını arttırmak istemektedir. İstanbul’daki Sulukule bunun en çarpıcı örneğini oluşturmaktadır. Tarihi yarımada sınırları içinde kalan Sulukule “kentsel dönüşüm” kapsamına alındı ve burada yaşayan Romanların evleri ucuza kapatıldı ya da istimlâk yoluyla el konuldu. Yeni inşa edilen ve 400 ilâ 500 bin liradan satışa çıkartılan “Osmanlı havalı” konutlara bir daha geri dönemeyen Romanlar buradan fiilen sürülmüş oldu.

Yalnızca Sulukule değil, İstanbul’un merkezinde kalan, emekçilerin yaşadığı eskimiş ve çökmüş binalarla dolu mahalleler de –meselâ Cibali, Fener, Ayvansaray, Dolapdere gibi– tasfiye planlarına dâhildir. Keza burjuvazi Küçük Armutlu ya da Aydos’un denize nazır tepelerinde emekçi mahallesi görmek istemiyor. Mekân olarak oldukça kıymetli olan ve yüksek rant imkânları sunan bu bölgelere, zenginler için ihtişamlı villa kentler yapılmak isteniyor. Burjuvazinin kentsel dönüşüm dediği şey fiiliyatta emekçilerin aleyhine bir süreç olarak işlemektedir. Oysa emekçilerin ve doğanın lehine bir kentsel dönüşüme gerçekten ihtiyaç vardır. Kentler dönüştürülmeli ve emekçilere sağlıklı yaşam alanları oluşturulmalıdır. Ancak burjuvazi “kentsel dönüşüm” sloganıyla emekçileri kentin tarihi merkezlerinden, denize nazır ve rant getirisi yüksek bölgelerinden kovuyor ve buralara kendisi yerleşiyor.

Sermayenin kendini üretme alanı olarak kent

Kapitalizm kenti geniş ölçekli üretimin merkezi haline getirerek insanlık tarihinde bütünüyle farklı bir dönemin de kapısını açmış oldu. Yüz binlerce insanın köylerde, birbirlerinden kopuk yaşamı ortadan kalkmaya başladı. Marx ve Engels kır-kent arasındaki ilişkiyi Komünist Manifesto’da şöyle dile getiriyorlardı: “Burjuvazi, kırı kentlerin egemenliğine soktu. Çok büyük kentler yarattı, kentsel nüfusu, kıra kıyasla büyük ölçüde arttırdı ve böylece, nüfusun oldukça büyük bir kısmını kırsal yaşamın bönlüğünden kurtardı.”

Kapitalizmin temel özelliği üretimi, pazarı ve nüfusu merkezileştirerek kentleri toplumsal yaşamın odak noktası haline getirmesidir. Bu, kırsal dağınıklık ve izolasyonun ortadan kalkması ve insanlığın kaderinin tek bir çizgide birleşmesi anlamına da gelmekte, bu nedenle tarihsel açıdan devasa bir adımı temsil etmektedir. Modern sanayinin gelişmesi ve fabrikaların kurulmasıyla kitleler kentlere akmış, kentlerdeki ticaret sanayi üretiminin ihtiyaçları tarafından belirlenmiş ve bununla birlikte kentler büyüyen nüfuslarıyla devasa kapitalist pazarlar haline gelmişlerdir. Kapitalizmin üretimi, ticareti ve pazarı kentlerde toplaması, basitçe bir araya getirme değildir. Kapitalist kent, her geçen gün büyüyen devasa kompleks bir sistemdir. Üretim için makineler, hammadde ve işgücü kentlerde yoğunlaşır; işgücünün yeniden üretimi için gerekli tüm ihtiyaçlar kentteki ticareti canlandırır; bu durum yeni iş alanları yaratır; çok büyük bir sektöre dönüşen sanat, müzik, sinema ve edebiyat gibi faaliyetler kentleri bir çekim merkezi haline getirir, kapitalistleşme ilerledikçe kır daha fazla çözülür ve kentlere akar. Böylece kentler yalnızca nüfus olarak değil sermayeye yeni yatırım alanları açması bakımından da giderek daha çok büyür.

Bu süreç tarihsel açıdan ilerici bir işlev görmüş olmakla beraber, emekçiler açısından büyük acılar pahasına gerçekleşmiştir. Tarımın kapitalistleşmesiyle birlikte milyonlarca insan işsiz ve çaresiz bir şekilde sanayi kentlerinin yolunu tutmuştur, tutmaktadır. Kapitalist gelişmenin ilk dönemlerinde bu durumun nasıl korkunç bir manzara doğurduğunu görmek için İngiltere’ye bakmak yeterlidir. Marx Kapital’de, sermaye birikiminin genel yasalarını anlattığı bölümde, köyden kopup kitleler halinde kentlere akan yüz binlerce insanın nasıl onmaz acılar çektiğini betimlemektedir. Tarım alanları ellerinden alınan ve sefalete terk edilen yüz binlerce insan, başta tarihi kent Londra olmak üzere, sanayinin gelişmesiyle bir endüstri kenti haline gelen Manchester benzeri kentlere akmışlardı. Meselâ Londra’da bir işte çalıştığını belgeleyemeyen yüz binlerce işsiz, kulaklarına ve yüzlerinin çeşitli yerlerine damgalar vurulduktan sonra kentin dışına atılıyorlardı. Damgalanmış olanların bir daha kente girmesi oldukça zordu. Ne var ki milyonlar kentlere yığılmaya devam etti. Özellikle de tarihsel kökleri olan ve aynı zamanda sanayinin yoğunlaştığı bazı kentlerin nüfusu önce birkaç milyonu buldu ve ilerleyen sürede bu kentler 15 ilâ 30 milyon arasında insanın yaşadığı megapollere dönüştüler.

On milyonlarca insanın kentlere yığılması kapitalist işleyiş yasalarının doğal bir sonucudur. Bugün dünyanın birçok kentinin varoşlarında milyonlarca emekçi ya derme çatma kulübelerde ya da gecekondu tarzı izbelerde işsizliğin ve yoksulluğun pençesinde kıvranmaktadır. Daha da önemlisi milyonlarca insan, içine düştüğü sefalet koşullarından ve umutsuzluktan ötürü derin bir travma ve yabancılaşma yaşamaktadır. Kapitalist kentleşmenin giderek artan ölçüde aldığı sağlıksız biçim, insanı her geçen gün daha fazla doğadan uzaklaştırıyor ve insan doğaya daha fazla yabancılaşıyor. Bu haliyle kentin boğucu yapısı insanların psikolojisini bozuyor ve toplumu hasta ediyor.

Şüphesiz hızla büyüyen kapitalist megapollerin insanı zıvanadan çıkartan en temel sorunlarından biri de trafiktir. On milyonlarca insanın dar bir alana yığıldığı, buna karşın sermayenin doymaz bir iştahla otomobil satışını kışkırttığı, milyonlarca aracın trafiğe çıktığı megapollerde trafik meselesinin içinden çıkılamamaktadır. Bu durumdan dolayı, dünyanın hangi gelişmiş kenti olursa olsun, ne kadar metro ve toplu taşıma aracı devreye sokulursa sokulsun, burjuvazi trafik sorununu çözemiyor ve kapitalizm yıkılmadığı müddetçe de bu sorun çözülemeyecektir.

Plansız ve çarpık yapılaşma hızla ormanları ve yeşil alanları yok ederken, yeraltı suları ya kirleniyor ya da kuruyor, denizler kullanılmaz hale geliyor. Aşırı nüfustan dolayı kanalizasyon ve su sistemleri yetersiz kalıyor. Meselâ İstanbul’da çok ciddi su sorunu olmasına ve pek çok kez su krizi baş göstermesine rağmen, AKP hükümeti Kanal İstanbul, Üçüncü Köprü, Üçüncü Havaalanı gibi “çılgın proje”lerle ve ayrıca devasa konut projeleriyle hem su kaynaklarına darbe vurmakta hem de kent nüfusunun sıçramalı yükselmesinin önünü açarak suya olan ihtiyacı daha da arttırmaktadır. On milyonlarca insanın kentlerde balık istifi vaziyette yaşaması ve bunun paralelinde artan yakıt tüketimi, trafik vb., hava kirliliğini de beraberinde getirmektedir. Geçmişten günümüze kentlerin en temel sorunlarının başında hava kirliliği gelmiştir. Fabrika bacalarından çıkan zehirli duman hâlâ ölüm saçmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre, her sene 2 milyon insan hava kirliliğinin tetiklediği sağlık sorunlarından ötürü yaşamını kaybediyor.

Ormanların ve yeşil alanların yok edilerek betonlaşmaya açılması korkunç bir doğa tahribatına yol açmaktadır. Çarpık ve plansız yapılaşmanın sonucu olarak ortaya çıkan çevre kirliliği çok sayıda hayvan türünü ortadan kaldırırken, hayvan popülâsyonunu da düşürmektedir. Kapitalist kentleşme öylesine boyutlara varmış durumda ki, meselâ Afrika’da fillerin binlerce yıldır kullandığı göç yolları kentleşmeden dolayı kapanmıştır. Keza ABD’de yaban geyiklerinin göç güzergâhları yapılaşma ve arazilerin etrafına çekilen dikenli tellere kurban gitmektedir. Aslında bu kapitalizmin yarattığı bir doğa trajedisidir. Kapitalist kentleşme ekolojik dengeyi bozarak altüst etmektedir.

Yerleşik hayata geçen insanın uygarlaşmasının ifadesi olan kent, henüz sınıfsız bir topluma geçilemediği için, kapitalizm altında insanlığı çürüten devasa bir beton çöplüğüne dönüşmüştür. Kapitalist kent, tümüyle kapitalist üretim anlayışı üzerinde yükselmektedir. Kentin inşası toplumun doğayla iç içe, sakin ve sağlıklı bir yaşam sürmesi amacıyla değil, tümüyle kâr üzerine kurgulanmaktadır. Kapitalist üretimin plansızlığından dolayı sanayinin belirli kentlerde yoğunlaşması, gayet tabii olarak nüfusun söz konusu kentlere akmasını doğurmaktadır. Kapitalist kentleşmenin sürüklediği darboğazdan insanlığı ancak meta ekonomisine dayanmayan, amacı kâr değil toplumun çıkarları olan, üretimi merkezi olarak planlayan bir toplumsal örgütlenme kurtarabilir. Kapitalizm yıkıldığında, onun belirlediği toplumsal düşünme biçimleri, insan ile insan arasındaki ilişkiler, kent anlayışı ve yaşam biçimleri de değişmeye başlayacaktır. Yeni bir toplum ve yaşam ancak yeni ilişkiler üzerinde kurulabilir. Böylesi bir toplumun adı sosyalizmdir ve işçi sınıfı kapitalist kâr düzenini yıktığında yeni bir yaşamın da yolunu açacaktır. 

6 Ağustos 2014

İlgili yazılar