Burjuvaziyi Korkutan Sistem Krizi Gerçeği
Gülhan Dildar, 5 Ekim 2018

Kapitalizm tarihsel bir sistem krizi içerisinde nicedir debelenip duruyor. Kapitalistlerin bu tarihsel çıkışsızlığı her alanda çeşitli olgularla kendini dışa vuruyor. Kâr oranları düşüyor, kapitalizmin sınai çevrimleri içerisinde ekonomik krizler canlanma dönemleri adeta yaşanmıyormuşçasına geniş zamana yayılıyor. İşsizlik katlanarak artıyor, ücretler eriyor, iş ve yaşam koşulları çekilmez hâle geliyor. Açlık ve sefalet koşulları derinleşiyor. Toplumda gelir dağılımındaki adaletsizlik her geçen gün akıl almaz boyutlara ulaşıyor. Zenginlik bir avuç insanın elinde birikiyor. Dünyanın en zengin %1’lik kesimi, küresel zenginliğin %82’sine sahip! Petrol ve yeraltı kaynakları bakımından zengin olan ve/veya petrol ve enerji nakil koridorlarının denetimi açısından coğrafi konumları önem taşıyan bölgeler emperyalist hegemonya savaşının alanları haline getiriliyor. Yemen, Somali, Güney Sudan, Nijerya gibi ülkelerde çocuk, kadın demeden milyonlarca insan temiz su, temel gıda maddelerinden yoksun bırakılarak açlıktan kırılıyor. Savaş ve ekonomik zorluklar nedeniyle Afrika, Ortadoğu ve Asya’dan milyonlarca insan nice umutlarla Avrupa’ya doğru göç dalgaları oluşturuyor. Dünyada silahlanma yarışı kızışıyor, devletlerin bütçelerinden silahlanmaya astronomik rakamlar ayrılıyor. Militarizm azgınca körükleniyor, burjuva demokrasisi yerini giderek olağanüstü rejimlere bırakıyor. Faşizmden ders çıkardığı iddia edilen Avrupa ülkeleri dâhil dünyada aşırı sağcı partiler, hareketler, liderler öne çıkıyor, güç kazanıyor. Kitleler, derin bir umutsuzluk girdabında geleceksizliğe sürükleniyor, ruh sağlığı bozuluyor. İnsan insana, insan doğaya yabancılaşıyor… İşte kapitalizmin çürümüşlüğünün, çıkışsızlığının özeti!

Bu korkunç tablo ve çıplak gerçeklik burjuvazinin de saklayamayacağı boyutlardadır. Öyle ki, son yıllarda burjuva ideologlardan ve bizzat dünyanın önde gelen kapitalistlerinden kapitalizmin hal ve gidişatının kötüye gittiğine dair “uyarılar” duymaya başladık. Ellbette ki, bu tip uyarılarda bulunan zatlar, sınıfsal meşreplerine yaraşır bir biçimde kapitalizmin yapısal özelliklerinin üzerinden atlayarak ve sorunun kaynağının bizzat kapitalizmin kendisi olduğu gerçeğini karartarak karşı karşıya oldukları “tehlikelere” dikkat çekiyorlar. “Sosyal patlamalara” karşı önlem alınması gerektiğini söylüyorlar. Krizin tarihsel boyutları ortada değilmiş gibi, sorun ülkelerin yanlış siyasal, ekonomik, sosyal politikalar izlemesine bağlanıyor, çeşitli manipülasyonlarla kapitalist sistemin sorgulanmasının önüne geçilmeye çalışılıyor. Bu bağlamda burjuvazinin bazı kesimlerinden devletlerin sürdürdüğü neo-liberal politikalara yönelik eleştiriler gelmeye başladı. Bu eleştirilerde bulunan burjuvalar, neo-liberal politikalar yerine kapitalizmin tıkanıklığının önünü açacağını düşündükleri Keynesyen denebilecek alternatifler önermekteler.

Herve Hannoun ve Peter Dittus adlı iki üst düzey banka yöneticisi de geçtiğimiz aylarda “Devrim Gerekli – G7 modelinin saatli bombaları”[*] başlıklı bir “manifesto” yayımlayarak kapitalizmin bir sistem kriziyle karşı karşıya olduğuna dikkat çektiler. Herve Hannoun 2006’dan 2015’e kadar Bank of International Settlements’da (BIS) Genel Başkan Yardımcısı olarak çalışmış. Peter Dittus ise 2005’ten 2016’ya kadar aynı bankada Genel Sekreter olarak görev yapmıştır. Dünyanın önde gelen altmış merkez bankası, BIS’in üyesidir. “Merkez bankaların bankası” diye bilinen ve uluslararası bir kuruluş olan BIS, bankaların izlemesi gereken standartları oluşturuyor, finansal konularda araştırmalar yapıyor, raporlar yayınlıyor, üyelerine akıl veriyor. İşte böylesi bir uluslararası finans kuruluşunda uzun süre görev yapmış burjuva cenahtan iki üst düzey yöneticinin kapitalizmin yarattığı çok yönlü fecaat tablosuna dikkat çekmeleri çarpıcıdır.

Hannoun ve Dittus’un yayınladıkları 114 sayfalık manifestoda, kapitalist sistemin karşı karşıya olduğu “tehlikelere” dikkat çekiliyor. Çeşitli ekonomi verileriyle başta Batılı devletler olmak üzere kapitalist devletlerin borçlarının arttığına ve ekonomik büyümenin bu temeller üzerinde gerçekleştiğine vurgu yapılıyor. Özellikle G7 ülkelerinin ekonomi politikaları eleştiriliyor, devlet bütçelerinde silahlanmaya daha yüksek pay ayrıldığı ve bunun da devlet borçlarının artmasına yol açtığı tespiti yapılıyor.

Yayınlanan çalışmanın giriş bölümünde şöyle deniyor: “Küresel finans sistemi kırılganlığını koruyor. Dünya ekonomisi iyileşme mücadelesi veriyor. İklim değişikliği hızlanıyor. Dijitalleşme ve küreselleşme ücretleri düşürüyor. Gelir eşitsizlikleri artıyor. Jeopolitik kargaşa yaygınlaşıyor. Yalanlar, gerçek gibi sunuluyor. Gerçekler susturuluyor. İnsanlar öfkeli. Karl Marx, kapitalizmin kendi yıkımının tohumlarını ektiğini ve bunun eninde sonunda devrime yol açacağını düşünüyordu. Biz ise, şu anda piyasa ekonomisinin temelini oyan şeyin meçhul güçlerden ziyade G7 ülkelerinin politikaları olduğuna inanıyoruz. … G7 ülkelerindeki ekonomi politikalarının mevcut gidişatının, kapitalist sistemin dayandığı düşüncelerin çoğunu sorgulatacak bir sistemik krize yol açtığı kanısındayız.

Hannoun ve Dittus, kapitalizmin yarattığı çok yönlü yıkım karşısında korkuya kapılmakta haksız değiller. Daha önce de dünyaca ünlü para spekülatörü Soros’dan dünyanın sayılı zenginleri arasında yer alan Bill Gates’e ve bizzat IMF’nin yayımladığı raporlara varıncaya dek “üst düzey” burjuva kesimlerin kapitalizmin gidişatına yönelik kaygılarının dışavurumuna şahit olmuştuk. Meselâ bay Soros, küresel ekonomideki belirsizlik ve kötü gidişatın isyan ve sosyal çatışmaları arttıracağı uyarısında bulunmuş; Bill Gates, büyük şirketleri iklim değişikliği ve küresel ısınma konusunda gerekli adımları atmadıkları için eleştirmişti. Türkiye’nin önde gelen kapitalistlerinden Ali Koç da, sosyal patlama olasılığından dolayı çocuklarının geleceğinden korktuğunu dile getirmişti. Tüm bu önde gelen burjuvalar ve onların ideologları, ekonomistleri, adaletsizliğin, eşitsizliğin, krizlerin kapitalist sistemin doğasından kaynaklandığı gerçeğini gizleyerek “adil” bir kapitalizmin mümkün olabileceği yalanını pompalıyorlar. “Kapitalizm iyidir ama vahşi kapitalizm kötüdür”, “krizler ekonominin kötü yönetilmesinden kaynaklanıyor” benzeri açıklamalarla kapitalizmi aklamaya çalışıyorlar.

Hannoun ve Dittus da aynı yolun yolcusudur. Onlara göre, G7 ülkelerinin ABD öncülüğünde yürüttüğü neoliberal politikalar, sistemi tehlikeye sürüklemektedir. “G7 modeli” sistemi tehdit eden saatli bir bombadır ve bir “düşünce devrimi” gereklidir. Öncelikle belirtmek gerekiyor ki G7 ülkeleri emperyalist hiyerarşide ilk yediyi oluşturan ülkelerdir (ABD, Japonya, Almanya, Fransa, Birleşik Krallık, İtalya ve Kanada). Dolayısıyla emperyalist-kapitalist sistemden bağımsız bir “G7 modeli” diye bir şey söz konusu değildir. Burjuva ideologlar, sorunları emperyalist hiyerarşinin tepesindeki ülkelerin izlediği politikalara bağlayarak sistemle olan bağını kopartmaya çalışmaktadırlar ki, bu da gerçekleri karartmak anlamına gelmektedir. Emperyalist kapitalist devletler, içinden geçilen döneme göre kendi çıkarları ve sistemin bekası için en uygun gördükleri ekonomi, siyasi, sosyal politikaları devreye sokuyorlar. Ne var ki, bu politikalar ancak sistemin arızi yönlerini etkileyebilir oysa bugün burjuvazi tarihsel bir sistem kriziyle karşı karşıyadır.

Kapitalizmin hâl ve gidişatının hiç de hayra alâmet olmadığının farkında olan ve bunu dillendiren Hannoun ve Dittus bu kötü gidişatın durdurulabilmesi için sistem içi çözümler aramaktadırlar. Onların bu bağlamda sözünü ettikleri “devrimci düşünce” de, “sürdürülebilir, az karbon kullanan, askerî yığınağı durduran; azınlığın çıkarlarına değil ortak çıkarlara öncelik veren; ekonominin meyvelerini daha adil dağıtan; son onyıllarda ekonomik ve finansal çıkarların hizmetkârı haline gelen devletin tekrar daha geniş bir rol oynayacağı” bir politikadan ibarettir aslında. Onlara göre devletler, sermaye gruplarını vergilendirme yoluyla borçtan kurtulur ve tüm toplumun çıkarları için harcama yapabilecek hale gelirler. Böylelikle kapitalizm “daha adil bir düzen” haline gelmiş olur ve kızgın kitlelerin öfkesi dindirilir, sosyal patlamaların da önüne geçilmiş olur.

Hannoun ve Dittus, kapitalizmin çıkmazına çare olarak ekonomide devlet müdahalesini simgeleyen Keynesyen politikaları önermiş oluyorlar bir nevi. Oysa kapitalizmin tarihi nice krizlere ve bunlara çare olarak ortaya konulan ekonomik reçetelere tanıklık etmiştir ki bunlardan biri de devlet müdahalesini simgeleyen Keynesçi politikalardır. Ancak burjuva ekonomistlerin krizlerin aşılması için önerdikleri yol ve yöntemler, bir sonraki krizin daha şiddetli ve yıkıcı yaşanmasından başka bir şeye yol açmamıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki ekonomik büyüme yavaşlayıp 1970’lerin başında kriz patlak verdiğinde, o yıllarda izlenen “sosyal devlet” politikaları hedef tahtasına oturtulmuş ve suç devletin ekonomi üzerindeki ağırlığına, müdahalelerine vs. yıkılmıştı. 1980’lerden itibaren ise tüm dünyada Keynesyen politikalar, yerini neo-liberal politikalara bırakmaya başlamıştı. SSCB’nin yıkılışının ardından psikolojik üstünlük elde eden burjuvazi neo-liberal saldırılarına hız verdi. O dönemlerde artık “tarihin sonu”nun geldiği, krizlerden azade, barış, özgürlük, demokrasi ve refah dolu bir dünyanın yolunun açıldığı naraları atılıyordu. Ancak yükselttikleri zafer naraları bir kez daha kapitalizmin işleyiş yasalarına çarpıp kriz gerçeğiyle birlikte suratlarına çarpınca ekonomik müdahalelerden uzaklaştırdıkları devletlerini yeniden yardıma çağırmaya başladılar. ABD’de patlak veren ve tüm dünya ekonomisini etkisi altına alan 2008 kriziyle birlikte işsizlik hızla yükselmiş, gelir dağılımındaki adaletsizlik, yoksulluk akıl almaz boyutlara ulaşmıştır. Kapitalist sistem açısından tehdit edici boyutlara ulaşan bu olgular, burjuva ideologları da çareler bulmaya zorlamaktadır. Lakin geçmişte tukaka ilan edilen ve bugün yeniden parlatılmaya başlanan Keynesyen politikalarla mevcut sorunların çözülmesi imkânsızdır. Kapitalizm var olduğu müddetçe krizler de, gelir dağılımındaki eşitsizlik de ve diğer sorunlar da var olmaya ve hatta katmerlenmeye devam edecektir. “Keynes’in doğduğu ay hayata gözlerini yuman Marx, aşırı-üretim olgusuna ve kâr oranlarının düşme eğilimine bağlı olarak kapitalizmin krizlerinin kaçınılmaz olduğunu kanıtlamıştı. Kapitalist işleyiş mekanizmasındaki pek çok unsuru ihmal eden, onu statik bir sisteme indirgeyen Keynes ise meseleyi üretim alanında değil dolaşım alanında görmekte ve son tahlilde dolaşımdaki tıkanıklığı aşacak önlemlerle krizlerin üstesinden gelinebileceğini iddia etmekteydi.” (İlkay Meriç, Keynesçilik Yeniden Parlatılırken, Ocak 2017)

Marksist Tutum sayfalarında başta Elif Çağlı’nın makalelerinde olmak üzere 2000’li yılların başından beri işaret edildiği üzere, kapitalizm bir sistem krizi içerisinde debelenmektedir ve bu tarihsel bir krizdir. Elif Çağlı, 2005 yılında kaleme aldığı “Küreselleşme: Eşitsiz ve Bileşik Kapitalist Gelişme” adlı çalışmasında kapitalizmin insanlık tarihinin yeni milenyumuna, derinliği, şiddeti ve yaratacağı sonuçları önceden tam kestirilemeyen sarsıcı bir sistem kriziyle giriş yaptığını vurguluyordu: “Bu kriz, emperyalist kapitalizmin periyodik bunalımlarının çok ötesindedirYaşanmakta olan, tekelci ilişkilere eşlik ettiği bilinen durgunluk eğilimini derinleştirip neredeyse kalıcılaştıran boyutta bir yapısal krizdir.”

Emperyalistlerin hegemonya krizi derinleşiyor

Hannoun ve Dittus’un öne çıkardıkları bir diğer başlık ise, Rusya ile Batı arasında askeri bir çatışma olasılığının artmasıdır. Onlara göre, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla oluşan “astronomik savaş harcamalarını aşağı çekme fırsatı” Batı devletlerince kullanılmamıştır. Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku’nun çökmesiyle tüm dünya, kapitalist ilişkiler tarafından fethedildi. Burjuvazi, globalleşen kapitalizmi göklere çıkararak krizlerin ve savaşların artık geride kaldığını ilan etti. Hannoun ve Dittus, G7 ülkeleri başta olmak üzere batılı devletleri bu “barışçıl” dönemi değerlendirmeyerek, yanlış politikalar sonucu savaşa yönelmelerini eleştirmekte ve G7 ülkelerinden silahlanmanın önüne geçilmesini istemektedirler. Ancak tıpkı kriz meselesine bakışlarında olduğu gibi, emperyalist-kapitalist devletler arasındaki savaş meselesinde de kapitalizmin çelişkilerinin üzerinden atlanması söz konusudur. Sanki “barışçıl” bir kapitalizm mümkünmüş ve savaşlar yanlış politikalar sebebiyle ortaya çıkıyormuş gibi, devletlere silahlanmaya ayrılan pay yerine kamu harcamalarına ayrılan payın yükseltilmesini öneriyorlar. Oysa SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun dağılmasıyla birlikte muazzam büyüklükte bir pazar alanı kapitalizme entegre olmuş ve bu pazarda hegemon güç olma, pastadan daha büyük pay kapma savaşı kızışmaya başlamıştı.1989’da Berlin Duvarı debdebeli gösterilerle yıkıldıktan sonra burjuvazinin “barış” naralarının aksine yeni bir emperyalist paylaşım savaşının perdeleri aralandı. Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya, Ortadoğu ve Afrika’nın birçok bölgesinde etnik, dinsel, mezhepsel, kabilesel ve benzeri ayrımlar kaşınarak çatışmalar tırmandırıldı. 2000’lere gelene kadar 1990-91’de Irak’a, 1992-93’te Somali’ye, 1993’te Bosna’ya, 1994’te Haiti’ye ve 1999’da da Kosova’ya yönelik emperyalist saldırganlığa tanık olduk.

NATO ve AB’nin Doğu Avrupa ülkelerine yayılmasıyla birlikte Rusya ile rekabetin kızıştığına dikkat çeken Hannoun ve Dittus, kriz içerisinde çıkmaz sokaklara savrulan kapitalistlerden ve onların emrindeki hükümetlerden “akılcı” davranmalarını beklemektedirler. Oysa SSCB’nin varlığı koşullarında oluşan tüm dengeler kısa sürede altüst olmuş ve ABD emperyalizmi, kendini dünyanın tek hegemon gücü olarak kabul ettirme stratejisiyle askeri gücünü, dolayısıyla da silahlanmaya ayrılan payı daha da arttırmaya başlamıştı. 2002’de yazdığı Savaş Tamtamları Çalınırken başlıklı makalesinde emperyalist ülkelerin dünya kapitalist sisteminin derinleşen krizi nedeniyle önlerini tam olarak göremediklerini yazan Elif Çağlı, silahlanmaya neden ihtiyaç duyulduğuna açıklık getirmişti: “… içinden geçmekte olduğumuz şu günlerde çok yakıcı hale gelen bir gerçek var ki, o da dünyanın süper gücü ABD’nin talebi canlandırmak için çareyi silahlanma harcamalarını alabildiğine arttırmakta bulmuş olmasıdır. Amerikalı yetkililer, hiç savaş çıkmasa bile sonuna kadar askeri harcama yapılmasını ve bu nedenle silahların gücüne dayanan yeni bir dengenin kabul ettirilmesini savunuyorlar.” Silahlanma yarışında diğer ülkelerden açık ara önde olan ABD, 11 Eylül saldırılarıyla birlikte “uluslararası terörizmle savaş” bahanesiyle önce Ekim 2001’de Afganistan’ı ardından da 2003 Martında Irak’ı işgal etmişti.

Ortadoğu Savaşı, kapitalizmin içinde bulunduğu çıkışsızlığın bir sonucu olarak yürüyen Üçüncü Dünya Savaşının bir parçası olarak 17 yıldır yeni alanların eklemlenmesiyle kızışarak devam ediyor. Uzun yıllar boyunca emperyalist güçler tarafından petrol kaynağı ve silah pazarı olarak görülen Ortadoğu, öte yandan kapitalist sistemin durgunluktan çıkartılabilmesi için yeniden biçimlendirilmesi ve kapitalist sisteme tam anlamıyla entegre edilmesi gereken bir alan olarak değerlendirilmektedir. 90’lardan bugüne Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Ortadoğu’dan Afrika’ya birbirine eklemlenen bölgesel savaşlarla Üçüncü Dünya Savaşı dönemi devam ediyor. Emperyalist kapitalist güçler, içinde bulundukları tarihsel sistem krizini aşmak için savaş harcamalarını tırmandırdıkça tırmandırıyorlar. Artan silahlanmayla birlikte emperyalist hegemonya savaşının alanı haline gelen bölgeler ateşe veriliyor, milyonlarca emekçi yerinden yurdundan ediliyor, yaşamları söndürülüyor. Emekçi kitlelere yaşatılan bunca acı pahasına krizden çıkış için emperyalist savaşa tam gaz devam eden emperyalist-kapitalist güçlerin çırpınışları boşunadır. Tarih ana er geç “kapitalizmin mezar kazıcısı” işçi sınıfına yaşanan acıların hesabını sorma fırsatını verecektir.

Kapitalizmin ölüm çanlarının çalmaya başladığını vurgulayan Elif Çağlı’nın altını çizdiği gibi; “Bugün tüm belirtileriyle gözler önüne serildiği üzere, kapitalizm tarihsel bir tıkanma içindedir ve peş peşe gelen ölüm sancıları kaçınılmazdır. Daha önce dünya üzerinden gelip geçmiş çeşitli toplumsal düzenleri tarihin çöp tenekesine sürükleyen akıbet, şimdi kapitalizm için pusuda bekliyor. Kapitalist sistem artık kendini ileriye taşıma potansiyellerini tüketmiş ve onun için de ölüm çanları çalmaya başlamıştır. İşte günümüzde kapitalist dünya düzeninin içine sürüklendiği muazzam çatışmalı ve çıkışsızlıklarla yüklü süreç bu gerçeklere işaret ediyor.” (Elif Çağlı, Kapitalizm Çıkmazda, Şubat 2012)


[*] Revolution Required – The Ticking Time Bombs of the G7 Model