Burjuva Zirvelerde Fırtına Korkusu
Utku Kızılok, 4 Mart 2019

“Kara bulutlar”, “fırtına”, “yıldırım” vb. Emperyalist kurum temsilcilerinin birdenbire meteorolog olmaya merak salmadıkları açık. Kapitalist sistemin içinde bulunduğu durumu vurucu bir şekilde anlatabilmek amacıyla, sıkça doğa olaylarından benzetme yapıyorlar. Çünkü küresel ekonomi son derece cansız ve kırılgan bir seyir izliyor, arzulanan büyüme rakamlarına ulaşılamıyor. Uzun zamandır vurguluyoruz: Üretici güçleri sıçramalı bir şekilde ilerletme, ekonomiyi canlandırma, pazarları devindirip genişletme potansiyellerini büyük ölçüde tüketen kapitalist sistem, tarihsel olarak tıkanmış ve çıkmaza saplanmıştır.

11-17 Şubat arasında değişik ülkelerde burjuva liderlerin, kapitalist sistemin uluslararası kurum temsilcilerinin ve hükümet görevlilerinin katıldığı birçok konferans yapıldı. Tüm bu konferanslara, kapitalist düzenin karşı karşıya geldiği büyük açmazlar ve buradan doğan krizler damgasını bastı. Uzun bir süredir uluslararası burjuva siyaseti belirleyen, kapitalizmin tarihsel krizi ve Üçüncü Dünya Savaşıdır. Bu nedenle burjuva zirvelerin ana konusunu ya ekonomik kriz ve sistemi bekleyen tehlikeler ya da savaş ve emperyalist güçler arasındaki rekabetin yarattığı gerilimler oluşturuyor. Meselâ Birleşik Arap Emirlikleri’nde (Dubai) yapılan Dünya Hükümet Zirvesinde konuşan IMF Başkanı Christine Lagarde, kapitalist sistemi bekleyen tehlikeye çarpıcı bir şekilde dikkat çekmek için “fırtına” kavramını kullandı: “Havada çok fazla bulut olduğunda, fırtınanın çıkması için gereken tek şey bir yıldırımdır.” Ocak ayında ise Dünya Bankası, küresel ekonomi üzerinde kara bulutların toplandığını açıklamıştı.

“Kara bulutlar”, “fırtına”, “yıldırım” vb. Emperyalist kurum temsilcilerinin birdenbire meteorolog olmaya merak salmadıkları açık. Kapitalist sistemin içinde bulunduğu durumu vurucu bir şekilde anlatabilmek amacıyla, sıkça doğa olaylarından benzetme yapıyorlar. Çünkü küresel ekonomi son derece cansız ve kırılgan bir seyir izliyor, arzulanan büyüme rakamlarına ulaşılamıyor. Uzun zamandır vurguluyoruz: Üretici güçleri sıçramalı bir şekilde ilerletme, ekonomiyi canlandırma, pazarları devindirip genişletme potansiyellerini büyük ölçüde tüketen kapitalist sistem, tarihsel olarak tıkanmış ve çıkmaza saplanmıştır. İşte bu koşullarda dünya ekonomisi, bir zamanlar olduğu gibi uzun süreli ve yüksek oranlarda büyüme kaydedemiyor. Elif Çağlı’nın dikkat çektiği gibi tarihsel tıkanıklık, kapitalist sistemin işleyişinde ortaya çıkan durgunluk eğilimini besleyip derinleştiriyor.[1]

IMF Başkanı Lagarde, dünya ekonomisinin beklediklerinden daha hızla yavaşladığını dile getiriyor. Bu yüzden de şayet her şey yolunda giderse dünya ekonomisi bu yıl yüzde 2,9, gelecek yıl ise yüzde 2,8 oranında büyüyecek. Fakat bu düzeydeki bir büyüme asla sistemin derdine deva olacak nitelikte değildir. Kaldı ki bu son derece zayıf büyümenin zemini kırılgandır ve emperyalist rekabetin yarattığı gerilim her an bir çöküşe yol açabilir. Hem daralan pazarını genişletmek hem de Çin’in yükselişinin önünü kesmek üzere ABD’nin başlattığı ticaret savaşı, dünya ekonomisinin zaten cılız olan büyümesine şimdiden darbe indirmeye başlamıştır. Ticaret savaşından dolayı Çin ekonomisinin büyüme hızının bu yıl ve gelecek yıl yavaşlayacağı, dolayısıyla büyümenin yüzde 6’da kalacağı öngörülüyor. Tam 40 yıl boyunca ortalama yüzde 10 büyüyen Çin ekonomisi, 2008’deki küresel krizle birlikte yavaşlama sürecine girmiştir. Dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumunda olan Çin’in büyümesinin yavaşlaması, uluslararası kapitalist pazarı doğrudan ve derinden etkiliyor. Kriz içindeki dünya ekonomisi, dünyanın atölyesi durumundaki Çin ekonomisinin de yavaşlamasını doğururken, bu da dönüp dünya ekonomisini daha da büyük sıkıntılarla karşı karşıya bırakıyor. Çin’e özellikle hammadde ve ara malı ihracatı yapan ülkelerin ekonomileri de küçülüyor, dünya ticareti zincirleme olarak geriliyor.

Ancak emperyalist sistemin uluslararası temsilcilerini endişeye gark eden tek neden bu değil. Meselâ Japon ekonomisi bir türlü durgunluktan çıkamıyor. Trump’ın tüm hamlelerine rağmen ABD ekonomisi arzulanan büyüme oranlarına ulaşamıyor ve cansızlıktan kurtulamıyor. ABD ekonomisi için önümüzdeki yılların çok daha beter olacağı ifade ediliyor. Geçtiğimiz yıl ancak yüzde 1,5 oranında büyüyebilen Alman ekonomisinin, bu yıl yüzde 1’lik büyüme oranının bile altında kalacağı hesaplanıyor. Kıta Avrupa’sının üçüncü büyük ekonomisi konumunda olan İtalya ise çöküşün kıyısında dolaşıyor. Görüleceği üzere, bizzat emperyalist sistemin en tepesindekiler sarsılıyor. Üstelik özellikle 2008 krizinden sonra şirketlerin ve devletlerin borç miktarındaki sıçramalı artış, sistemin kırılganlığını arttırıyor. ABD, Çin ya da AB merkez bankaları, ekonomiyi canlandırmak üzere piyasaya muazzam miktarlarda kredi pompalıyorlar ama istedikleri sonucu alamıyorlar. Zira pazarların daraldığı ve kârlılığın düştüğü koşullarda, üretim alanındaki kâr beklentisini ve heyecanını yitiren sermaye, finans alanına daha fazla yöneliyor ve spekülasyon eğilimi daha fazla güçleniyor. Bu durum patlamaya hazır balonların oluşmasına yol açıyor. Hâlihazırda hane halkı borçları hariç küresel borç 184 trilyon dolara yükselmiş bulunuyor. Bu tablo, Elif Çağlı’nın kredi mekanizmasının aşındığına dönük tespitini bir kez daha doğruluyor. “Fırtına” uyarısı yapan IMF başkanı; ticaret savaşı, Brexit, Çin ekonomisinin küçülmesinin yanına, devasa boyutlara yükselen küresel borçluluğu da ekliyor. Kapitalist sistemin üzerinde bu denli kara bulutun toplandığı şartlarda, Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya kadar tüm dünyayı sarsan savaş ve siyasal gerilimler her an bir yıldırımla fırtınaya dönüşebilir.

“Her yerde siyasal kriz”

Kapitalizmin içine düştüğü açmaz ve bunun doğrudan bir ifadesi olarak gelişip genişleyen Üçüncü Dünya Savaşı; serbest ticaretin, piyasa egemenliğinin ve burjuva demokrasisinin yüceltilmesine dayalı liberal kapitalist ideolojiyi, bu temelde örgütlenen uluslararası kurumları ve ittifakları derinden sarsıyor. Nitekim Şubat ortasında Almanya’da düzenlenen 55. Münih Güvenlik Konferansının dünya düzeninin dağılmasına atıfla “Büyük Pazıl: Parçaları Kim Birleştirecek?” temasıyla yapılması tesadüf değildi. Konferansın geçen seneki teması ise “Uçuruma Gidiş – ve Dönüş?”olarakbelirlenmişti.[2] Ancak hem konferansın temasının dağılma ve parçalanmaya atıf yapması hem de burjuva sözcülerin burada dile getirdikleri, dağılmanın kıyısından dönülemediğini ve sistemin tepesindeki güçlerin verili gerçekliği kabullenmeye başladığını gösteriyor. Münih Güvenlik Konferansı Başkanı Wolfgang Ischinger’in açılış konuşmasındaki vurguları bu açıdan dikkat çekici. Liberal düzenin dağıldığını ve hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını dile getiren Ischinger, siyasi krizlerin her yere yayıldığını, nüfuz alanlarındaki çatışmanın kalıcılaştığını, yeni büyük güçlerin yükseldiğini ve ufukta büyük güçler arası çatışmanın olduğunu ifade etti. Ischinger’e göre “Bugün, Sovyetler Birliğinin çöküşünden bu tarafa geçen zamanda küresel güvenlik çok daha fazla tehlikeli bir durum kazanmıştır. Bir çağ kapanıyor, yeni bir dönem başlıyor. Yeni siyasi çağın ana hatları yavaş yavaş belirginleşiyor”.[3] Oysa söz konusu çağ, aslında SSCB’nin çökmesiyle açılmıştı. Burjuvazi zafer naraları atarken ve burjuva ideologlar kapitalist liberal demokrasinin evrenselleştiğini, küreselleşen dünyaya barış ve refah geleceğini söyleyip kitleleri körleştirmeye çalışırken, Elif Çağlı yeni bir emperyalist rekabet ve savaş döneminin sökün edeceğini tespit ediyordu.

Nitekim yıllardır dünya, ABD’nin başını çektiği bir emperyalist savaş tarafından biçimlendiriliyor. Bir zamanlar emperyalist sistemin tartışmasız hegemon gücü olan ABD, dünya pazarında kurduğu üstünlüğün bir gereği olarak serbest ticaretin, uluslararası çok yönlülüğün, küreselleşmenin savunuculuğunu ve sözcülüğünü yapıyordu. İkinci Dünya Savaşıyla en büyük emperyalist güç olarak yükselen ABD’nin sistem üzerindeki hegemonyası ve siyasal egemenliği üç temel ayak üzerine oturuyordu: Ekonomik, askeri ve kültürel. Ne var ki aradan geçen zaman içinde ABD’nin dünya ekonomisi içinde tuttuğu pay küçüldü, mutlak ve tartışmasız üstünlüğü sarsılmaya başladı. Dünyanın en ileri ve en büyük teknolojik gücü olan ABD, zaman içinde bu alanda muazzam ilerlemeler kaydeden Japonya, Almanya ve Çin gibi rakipleri karşısında buldu. Diğer emperyalist ülkelerin dev tekellerinin imalathanesi haline gelen Çin, dünya ihracatında üstünlüğü ele geçirirken, Almanya, hemen ABD’nin ardından üçüncü sıraya yerleşti.[4]

Emperyalist güçler arasındaki rekabet kızışıp yeni bir düzeye yükselirken, bu rekabetin bir parçası olarak ABD emperyalizmi Çin ve Almanya’nın yükselişine taş koymak amacıyla ticaret savaşı dâhil birçok yola başvuruyor. “ABD’nin çelik ve alüminyuma getirdiği ek gümrük vergisinden etkilenenlerin başında Almanya geliyor. En önemlisi Trump, Alman otomobillerine yüksek ek gümrük vergisi getirmek istiyor. Zira Almanya’nın ABD’deki otomobil pazarındaki ağırlığı giderek artıyor. (…) ABD ve özellikle Trump etrafındaki klik, devasa ekonomisiyle AB’nin lokomotifi olan Almanya’nın giderek daha fazla güçlenmesinin, emperyalist kamplaşmada ayrı bir baş çekmesinin, Çin ve Rusya ile olası bir ittifak temeli oluşturmasının önüne geçmeye çalışıyor.”[5] Bu yüzden, serbest ticaretten İran ve Rusya’ya karşı izlenecek politikaya kadar bu iki emperyalist güç arasındaki çelişkiler büyüyor.

Bu iki emperyalist güç arasında keskinleşen çelişkiler Münih Güvenlik Konferansına da damgasını basarken, makasın giderek daha fazla açıldığı görüldü. Nitekim Amerika ve Avrupa basını “ABD ve Avrupa arasındaki çatlak derinleşiyor”, “Transatlantik maskaralığının bittiği an” yorumlarını yaptı. ABD’nin İran’ı kuşatma planı çerçevesinde Polonya’da düzenlediği “Ortadoğu’da Barış ve Güvenliğin Geleceğini Desteklemek” konferansına AB ülkeleri üst düzeyde katılım göstermeyerek tutumlarını ortaya koymuşlardı. Bu yüzden, bu konferanstan Münih’tekine geçen ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence’in eleştirilerinin odağında AB, dolayısıyla Almanya ve Fransa’nın “bağımsızlıkçı” tutumu vardı. ABD emperyalizmi, Almanya ve Fransa’nın bir zamanlar olduğu gibi kendi ittifak cephesinde söz dinleyen, denileni yapan ortaklar olarak kalmaya devam etmesini istiyor ve aslında bir ölçüde onlara tepeden bakıyor. Pence’in konuşmasının içeriği ve azarlayıcı tonu da bunu yansıtıyordu. Öyle ki Almanya’da yapılan bir toplantıda, konuşmasını “Tanrı Amerika’yı korusun” sözleriyle bitirmekten geri durmadı. Kuşkusuz köprülerin altından çok su aktı, ne ABD eski hükmüne sahip ne de Almanya bir zamanların kendini toparlamaya çalışan yenik ülkesi… Fakat ABD hâlâ dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücü konumundadır. Zaten emperyalist rekabette kutuplaşmayı derinleştirme siyaseti izleyebilmesi ve buradan yürüyerek AB’yi sıkıştırabilmesi de bu sayededir.

ABD’nin stratejisini şöyle özetlemek mümkün: Çin, Rusya ve İran’ı kuşatarak yalnızlaştır! Bu güçler ile kendisi arasında salınan devletlerin üzerinde durduğu zemini yok et! Çeşitli hamleler yaparak AB ile bu güçler arasındaki çelişkileri şiddetlendir, aralarındaki tüm köprüleri uçur! İran’la yapılan nükleer anlaşmadan çekilen Trump yönetimi, bu ülkeyi boğmak üzere uyguladığı ambargoya AB’nin de katılmasını dayatıyor. Keza Rusya ile AB/Almanya arasındaki çelişkileri büyütmeyi hedefliyor. Meselâ geçtiğimiz günlerde Trump’ın Kısa ve Orta Menzilli Nükleer Füzelerin Tasfiyesi Anlaşmasından (INF) çekilmesinin bir nedeni de buydu. Bu anlaşmadan çıkan ABD, Rusya’nın yanı başındaki Doğu Avrupa ülkelerine nükleer başlıklı silahlar yerleştirebilecek. ABD’nin böyle bir hamle yapması karşısında Rusya’nın anında yanıt vereceği bir sır değil. Nitekim Putin, Avrupa’ya orta menzilli füze konuşlandırılması durumunda, füzelere ev sahipliği yapan ülkelerle birlikte ABD’yi hedef alacaklarını açıkladı. Çok açık ki ABD, Rusya’yı kışkırtarak onu AB ile derin bir anlaşmazlığa sokmak ve böylece olası bir Rus-Alman ittifakının temellerini dinamitlemek istiyor. Geçtiğimiz haftalarda INF konusunda bir dosya hazırlayan Der Spiegel dergisinin Rusya’yı olumlu yaklaşan taraf olarak gösterirken ABD’nin uzlaşmaz tutumuna dikkat çekmesi, Almanya’nın durumun farkında olarak hareket ettiğini gösteriyor.

Aynı strateji doğrultusunda ABD, Almanya’ya Rusya ile olan ekonomik ilişkilerini sınırlandırmayı dayatıyor. Bu kapsamda temel anlaşmazlıkların başında, Rus gazının Ukrayna ve Polonya devre dışı bırakılarak Avrupa’ya ulaştırılması projesi geliyor. Bilindiği üzere ABD-İngiltere ittifakı, Rusya’nın kuşatılması doğrultusunda Ukrayna’yı kullanıyor. Bu yüzden Ukrayna, Üçüncü Dünya Savaşının cephelerinden biri haline gelmiştir. Rusya, Kırım yarımadasını ilhak ederken, Donetsk bölgesinin Ukrayna’dan ayrılıp bağımsızlık ilan etmesini de tanımıştı. Hâlihazırda Rusya, doğalgazını Ukrayna üzerinden Avrupa’ya ulaştırıyor. Ne var ki bu iki ülke savaş pozisyonu almıştır ve üstelik Ukrayna boru hattının kendi topraklarından geçiyor olmasını Rusya’ya karşı bir koz olarak kullanmaya çalışıyor. Bu yüzden Rusya, Ukrayna’yı jeopolitik açıdan zayıflatmak üzere doğalgaz güzergâhlarını değiştirmek istiyor. Aslında Ukrayna dolayımı olmadan Rusya ile Almanya arasında doğrudan doğalgaz boru hatlarının inşa edilmesi projesi 2005’ten beri gündemdedir. İki gücün yakınlaşmasında önemli bir adım olarak görülen bu proje, uzun yılların ardından tamamlanmak üzeredir. Kuzey Akım-2 boru hattı Baltık Denizi’nden geçerek doğrudan Almanya’ya bağlanırken, Türk Akımı boru hattı ise Karadeniz’den geçerek Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşıyor.

ABD’nin baskısına Münih Konferansında yanıt veren Merkel, “Rusya-NATO Kurucu Sözleşmesine bağlılığımızı koruyoruz. Müzakerelere son verilmemeli” diyerek, Almanya’nın bu konudaki tutumunu şöyle ortaya koydu: “Rusya’nın siyasi alanda bilinçli olarak tecrit edilmesi yanlış olur, bunun bizler için stratejik açıdan yanlış olduğunu düşünüyorum. Avrupa, jeostratejik olarak Rusya ile ilişkilerin tamamen koparılmasını istemiyor.” Merkel, “Rus gaz molekülü gaz molekülüdür, nereden geçerek Almanya’ya ulaştığının bir önemi yok, eğer Amerika kendi kaya gazını satmak istiyorsa onu da alırız” diyerek Rusya ile ekonomik ilişkileri sıradanlaştırmaya çalışıyor ama durum bu kadar basit değil. Zira özellikle SSCB’nin çökmesinden sonra Alman emperyalizmi, uluslararası siyasette güçlü bir şekilde pozisyon tutma arayışındadır. Söz konusu projenin hayata geçmesiyle Rusya ile Almanya arasındaki ilişkilerin zemininin daha da güçleneceği aşikârdır, bu da doğal olarak ABD’nin çıkarlarıyla örtüşmüyor.

Aslında Almanya’nın ABD’nin karşısına dikilme ve onu dengeleme arayışı yeni değildir. İkinci Dünya Savaşından yenik çıkan Alman emperyalizmi, 1960’larla birlikte yeniden ekonomik bir güç olarak yükselmiş, ABD ve Japonya gibi rakiplerinin karşısına Avrupa ortak pazarıyla dikilmiştir. ABD’nin hegemon güç haline gelmesi Almanya ile Fransa arasındaki yıkıcı rekabeti yumuşatmış ve bir ekonomik birlik olarak AB’nin doğmasını mümkün kılmıştır. SSCB’nin çökmesi, belki de en çok Alman egemen sınıfının çıkarlarına hizmet etmiştir. Zira Alman emperyalizmi Doğu Almanya’yı yutmuş ve Doğu Avrupa’yı boydan boya nüfuzu altına almıştır. Fransa, Almanya’nın AB üzerindeki hegemonyasını sınırlandırmaya ve Birliğin merkezine iki gücün eşitliğine dayalı bir ittifakı yerleştirmeye çalışsa da, esas belirleyici olan Almanya’dır. Almanya, “İkinci Dünya Savaşı deneyimi nedeniyle kendi emperyalist tutkularını ancak bütünsel bir Avrupacılık kılığına bürüyerek genişletebileceğinin bilincindedir. Alman emperyalizminin ekonomik gücünü politik, diplomatik ve askeri bakımdan da geliştirmeye ihtiyacı vardır. Rusya ile yakınlaşma çabaları, NATO dışında bir Avrupa Ordusu oluşturma planları, Avrupa federasyonunun kurulabileceği propagandası bunun sonucudur.”[6]

Almanya, bilhassa ABD’nin Trump yönetimiyle birlikte izlediği siyasetten dolayı AB ordusu meselesini daha fazla gündeme getiriyor. Fakat ne AB ordusu arayışı ne de Almanya’nın Rusya’yla ilişkilerini derinleştirme çabası yenidir. ABD’nin emperyalist sistemin uluslararası kurumlarını hiçbir şekilde umursamadan Afganistan ve Irak’ı işgal etmesinden ve tüm rakiplerine gözdağı vermesinden sonra, Almanya’nın bu doğrultudaki arayışı daha görünür hale gelmiştir. ABD’nin gölgesinden kurtulup onu dengelemek için Rusya, hatta Çin ve Japonya’yla ilişkilerini derinleştirmeye çalışıyor. Son dönemde Çin ile birlikte ABD karşısında serbest ticaretin ve küreselleşmenin savunuculuğuna soyunması, Japonya’yla AB’nin devasa bir ortak ticaret anlaşmasını yürürlüğe sokması Almanya’nın arayışının ifadesidir.

Önümüzdeki dönemde ABD ve Almanya arasındaki gerilimin yeni görünümler alması kaçınılmazdır. İran da bu gerilim alanlarından biridir. Nükleer anlaşmadan sonra yaptırımların kalkmasıyla, İran, AB ülkeleri ve Almanya için önemli bir pazar haline gelmişti. Yalnızca 2017’de AB ülkelerinin İran’la yaptıkları ticaretin hacmi 20 milyar euroyu geçmişti. Ne var ki ABD’nin bu anlaşmadan tek taraflı çekilerek eskisine nazaran çok daha ağır yaptırımları gündeme getirmesinden ve tüm ülke ve şirketleri tehdit etmesinden dolayı, AB tekelleri İran’la ticaretten uzak durmaya çalışıyor. Zira ABD’nin İran’ı kuşatmaya dönük hamleleri hızlanıyor ve tehlike çanlarının çaldığı koşullarda Avrupa sermayesinin kolayına bu ülkeye gitmeyeceği açıktır. Hatırlarsak, ABD emperyalizmi uzun yıllar boyunca Irak’a ağır ambargo uygulamış, ekonomisini zayıflatmış, Saddam rejiminin çelişkilerini arttırmış ve gerekli koşulların oluşmasından sonra da saldırmıştı. Şimdi aynı taktiği İran’da uyguluyor.

Polonya’daki sözde güvenlik konferansı devam ederken, aynı saatlerde bir başka zirve de Soçi’de yapılıyordu. Rusya, Türkiye ve İran liderleri, Üçüncü Dünya Savaşının Suriye cephesindeki gidişatı değerlendiriyorlardı. Soçi’deki zirvenin en net sonuçlarından biri, Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna ve Menbiç’e dair arzularının boşa çıkmasıydı. Lakin bu sonuç, Suriye cephesindeki savaşın bittiği anlamına gelmiyor. Çünkü Fırat’ın doğusuna uluslararası bir güç yerleştirerek burada “güvenli bölge” oluşturmak isteyen ABD, hem kazanımlarını garanti altına almak hem de bu bölgeyi İran’ın nüfuzunun kırılması için kullanmayı hedefliyor. Yani Suriye cephesindeki savaş bitmediği gibi, ABD hem İran’da hem de Venezuela’da yeni cepheler açmak üzere adımlar atıyor, hamleler yapıyor. Üstelik bunlar olurken, Pakistan ve Hindistan gibi iki nükleer güç, Keşmir’de çakılan küçük bir kıvılcımla savaşın eşiğine geliyor.

Tüm bu tablo, kapitalizmin nasıl da bir çıkmaza saplandığını ve küresel karakterli savaşın her geçen gün halka halka nasıl genişlediğini gözler önüne seriyor. Kapitalist sistemin üzerinde toplanan kara bulutların ekonomik çöküş fırtınasına dönüşmesi, hiç şüphe yok ki emperyalist savaşı daha da şiddetlendirecektir. Uluslararası işçi sınıfı için tek bir kurtuluş yolu var: Örgütlenmek, ayağa kalkmak ve kapitalist sistemi tarihin çöplüğüne fırlatacak bir devrim fırtınası estirmek! İşte o zaman insanlık, mavi gök kubbenin altında kapitalizmin yarattığı sorunların temelini yok edecek; savaşsız, sömürüsüz, bereketli ve özgürlük dolu bir dünyanın yani sosyalizmin kapılarını açacaktır! 

4 Mart 2019


[1] Elif Çağlı, Küreselleşme: Eşitsiz ve Bileşik Kapitalist Gelişme, Tarih Bilinci Yay.

[2]   https://globalriskinsights.com/2018/03/munich-security-conference-brink/

[3] https://www.securityconference.de/en/news/article/food-for-thought-who-w…

[4]  Çin’in ihracatının toplamı 2 trilyon 263 milyar dolarken, ABD’nin 1 trilyon 546 milyar dolar, Almanya’nın ise 1 trilyon 450 milyar dolardır.

[5] Utku Kızılok, Kapitalizmin Tarihsel Çıkmazında Ticaret Savaşları, www.gelecekbizim.net

[6] Elif Çağlı, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum, Tarih Bilinci Yay, s.32

İlgili yazılar