Bir Masa-Bir Gezegen, İki Ayrı Sınıf-İki Ayrı Dünya!

Bir Masa-Bir Gezegen, İki Ayrı Sınıf-İki Ayrı Dünya!

İngiltere Kralı Charles’ın ABD Başkanı Trump için verdiği yemeğin görsellerini gördüğümde tuhaf bir hisse kapıldım. İşten çıkmıştım ve servisin kalkmasını bekliyordum ama sanki üç yüz yıl, belki de çok daha öncesi bir zaman diliminde yaşıyormuşum gibi hissetim. Kral, Trump için Windsor Kalesinde bir yemek şöleni düzenliyordu. Yaklaşık 50 metre uzunluğundaki masa, o kadar şaşalı, o kadar şatafatlı, “bir kuş sütü eksikti” derler ya işte o türdendi. İnsan bazen nasıl anlatacağını da bilemiyor. 1452 çatal bıçağın kullanıldığı, hazırlığı bir hafta süren bir yemek masası nasıl resmedilir ki? Uzun masanın etrafında, biraz soyluları andırır gibi giyinmiş, ciddi bir edayla oturmuş 160 kişi; devlet başkanları, devlet yöneticileri, petrol ve silah şirketlerinin yöneticileri…

Moda deyimle, fotoğraftan çıkamadım. Biran ekrandan kafamı kaldırdığımda servisin sanayinin dışında olduğunu fark ettim. Zihnimde, bu yemek sahnesiyle eşleştirdiğim bir başka sahne canlanmıştı ama aklımda dört kare sanki birbiriyle çarpışıyordu. Bir arkadaşım, Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi adlı romanını anlatmış, hatta bu kitabın çekilen filminden sahneler izletmişti. Filmi izleyemedim bir türlü ama o giriş sahneleri hep aklımda. Hani o meşhur Marie Antoinette var ya, açlıktan kırılan halka “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” diyen Fransız kraliçesi, işte onun dönemi… Bir tarafta saraylarda lüks, şatafat, “vur patlasın çal oynasın” türünden ziyafetler, diğer tarafta açlık ve sefalet… Soylulardan biri, pudralı yüzüne kokulu esanslar sürerken arabası Paris’in yoksul mahallerinden geçer; atların çarptığı çocuk oracıkta ölür ve o aşağılık soylu, ölen çocuğun babasını azarlar ve şöyle der; “ya atlarıma zarar gelseydi!” Sonra çocuğun babasına sus payı olsun diye bir bozukluk fırlatıp uzaklaşır.

İşte sosyal medyada Trump için verilen yemeğin görüntülerini görünce aklıma bu sahneler geldi. Eve gidince, “artık okumak farz oldu” diyerek kitabın kapağını açtım, Dickens’ın cümleleri çarptı beni desem yeridir: “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü; akıl çağıydı, akılsızlık çağıydı; inanç devriydi, inançsızlık devriydi; aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi; ümidin baharıydı, ümitsizliğin kışıydı; önümüzde her şey vardı, önümüzde hiçbir şey yoktu…”

Sanki bugünü anlatıyor değil mi, her şey bir arada. Bir uçta aşırı zenginlik, lüks ve şatafat, öteki uçta yoksulluk, yetersizlik, sefalet, açlık… Sosyal medyada sayısız insan, Trump ve Kral Charles’ın yemek fotosunun altına Gazze’de açlıktan kırılan insanların, çocukların fotoğraflarını koymuştu. Onlardan biri şöyle yazmıştı: “Aynı Gezegen, Farklı Dünyalar!” Gerçekten de öyle. İsrail devleti 7 Ekimden beri, ABD’nin tam desteğini alarak Filistin halkını katlediyor, soykırım uyguluyor. Gazzeli çocukları görünce, insan ne yapacağını bilemiyor; o an söylenecek çok şey var ama kelimeler de anlamsızlaşıyor. Dedim ki, “evet aynı yeryüzünde, aynı zaman diliminde iki farklı dünya; hem bu kadar yakın hem de nasıl bu kadar birbirine uzak olabilir?” Bir yanda tarifini bile yapamadığımız masalarda ziyafet çeken Trump ve onun gibileri, öte tarafta Gazze’de dünyanın gözü önünde açlıktan ölen çocuklar, milyonlar! Aynı Trump, o açlıktan ölenleri sürüp oraya gökdelenler yapmak istiyor. “Bu nasıl bir dünya? Batsın sizin düzeniniz, yansın kül olsun” nasıl demez bir insan tüm bu olup bitenleri gördükten sonra?

Biz işçiler ne akılsızız, ne de cahil. Sosyalist fikirlerle dolunca, sınıf bilinci kazanınca neyin ne olduğunu hemen anlıyoruz. Emperyalist denen ülkeler, yani kapitalist piramidin en başındakiler hegemonya kavgası, liderlik kavgası veriyorlar. Pazarları, ticaret yollarını, enerji kaynaklarını kim ne kadar kontrol edecek, dünyayı nasıl paylaşacaklar… Kavganın arkasında bunlar var. Hiçbir kural tanımadan, hak hukuk dinlemeden dünyayı kan gölüne çeviriyorlar. Siyonist İsrail’in Gazze’de Filistin halkını katletmesinin arkasında da bu kavga var. 2 milyon insanın yaşadığı evler yıkıldı, kentler moloz yığınına döndü, ortadan kalktı. Öyle ki şimdi İsrail ordusu, hasar almış ama yıkılmamış evleri de planlı bir şekilde, ücret karışlığında mühendislere ve askerlere yıktırıyor. Ama her şeye rağmen Gazze halkının iradesi muazzam. Hastane, ev, okul yok; en önemlisi ne su, ne de yemekleri var, her gün üzerlerine bombalar yağıyor. Cehennemde yaşamalarına rağmen yaşama tutunuyorlar, direniyorlar. Onların direnişi ve sesi, bir şekilde dünyada duyuluyor. Özellikle sendikalar, sosyalist parti ve örgütler, vicdan sahibi demokrat insanlar, insan hakları örgütleri dünyanın her yerinde Filistin halkının sesi oluyor.

Müslüman ülkelerde ikiyüzlü egemenler kıllarını kıpırdatmazken, Hristiyan denen ülkelerde emekçiler neredeyse her gün İsrail’in sürdürdüğü soykırımı lanetleyen büyük gösteriler düzenliyorlar. ABD’den İspanya’ya sanatçılar, oyuncular, müzisyenler Filistin halkının çığlığını dünyaya duyurmaya çalışıyor. Aralarında gazetecilerin, doktorların, avukatların, parlamenterlerin, insan hakları savunucularının da bulunduğu çok sayıda aktivist, Ağustos ayının sonunda İspanya ve İtalya’dan yelken açan Küresel Sumud Filosuna katıldı. Gazze’ye yardım götürmeye ve İsrail’in kuşatmasına kırmaya, dünyanın dikkatini soykırıma çekmeye çalışıyorlar. Son günlerde Avusturya, Hollanda, İsveç, Viyana, İngiltere, İspanya dâhil onlarca ülkede büyük gösteriler oldu. Gazze halkı için sokaklara dökülen yüz binlerce kişi soykırımı lanetledi, dayanışmayı ve içimizdeki umudu büyüttü. 22 Eylülde ise çok önemli bir şey oldu; İtalyan işçi sınıfı Gazze’deki soykırımın durdurulması için genel greve gitti; Cenova’da Liman işçileri iş bıraktı, Napoli’de tren istasyonları kapatıldı ve yüzden fazla şehirde yüzbinler sokaklara dökülüp “Özgür Filistin”, “Kahrolsun Siyonist İsrail”, “Soykırımı Durdurun” sloganları attı.

Bu görüntüleri izlerken bir kez daha anladım; Filistin halkının gerçek dostu işçi sınıfıdır, sosyalistlerdir, öğrencilerdir, vicdanlı insanlardır. Türkiye’deki ikiyüzlülük insanı hasta edecek düzeyde. İktidar, laf üretiyor, laf değirmenini çalıştırıyor ama gerçekte hiçbir şey yapmıyor. Erdoğan, Birleşmiş Milletler kürsüsünde soykırımdan söz ediyor, “İsrail’i durdurun” diyor ama Türkiye İsrail’le ticareti kesmiyor; iktidara yakın şirketler İsrail ile yapılan ticaret sayesinde kârlarını katlıyorlar. Bu sahtekârlığı, ikiyüzlülüğü görünce çok öfkeleniyorum, insanın sayıp dökmemesi nasıl mümkün olabilir?

İnsanım diyen, vicdan sahibi olan bir insan nasıl gözünün önünde yapılan bu katliam karşısında rahatsız olmaz? Eğer biraz rahatsız oluyorsak, o zaman sesimizi çıkartmak zorundayız, bu her şeyden önce bizim insanlık görevimizdir! Batı ülkelerinde ve dünyanın birçok ülkesinde yapılan eylemler gerçekten de umut veriyor. Hepimiz umut ediyoruz, bir gün bu katliamlar bitecek; dünya işçi sınıfı örgütlenip katil sürülerini, insanlığa cehennemi yaşatan kapitalist düzeni tarihin çöplüğüne atacak. İşte o zaman dünya hepimizin olacak.

Soykırımcı İsrail’e Karşı Dünya Emekçilerinin Mücadelesi Umudu Büyütüyor

İsrail-İran Savaşı: Emperyalist Savaş Yeni Bir Çılgınlık Evresinde