Beyrut Kasabı Öldü, Filistin Sorunu Devam Ediyor
Gülhan Dildar, 1 Şubat 2014

2006’dan bu yana bitkisel hayatta olan İsrail’in eski başbakanı Ariel Şaron’un 11 Ocakta ölmesi, Filistin halkının yaşadığı acıları, katliamları yeniden gündeme taşıdı. İsrail’de “büyük bir asker” ve “kahraman bir savaşçı” olarak görülüp “Buldozer” lakabıyla anılan eli kanlı Şaron, Arap halkları ve özelde Filistin halkı içinse “Beyrut Kasabı” olarak tarihe geçmiştir. Filistinlilerin, Şaron’un ölüm haberini bir bayram havasında karşılamaları ve sevinç duymaları, onun Filistin sorununda izlediği imhacı siyasi çizgiden kaynaklanmaktadır.

İşgal edilen Filistin toprakları üzerinde 1948’de kurulan İsrail devleti, Batılı emperyalist güçlerin de desteğini arkasına alarak izlediği Siyonist politikayla Filistin halkına tarifsiz acılar yaşatan kanlı bir süreç başlattı. Filistin halkı, dünyanın gözleri önünde topraklarından sürüldü, her türlü haktan mahrum kılındı, vahşi işkencelere ve katliamlara maruz bırakıldı. 65 yılı aşkın bir süredir devam eden bu durum sonucunda bugün Filistin sorunu halen çözülemeyen bir ulusal sorun olarak tüm yakıcılığıyla varlığını sürdürüyor.

Şaron Kimdir?

1928’de, İngiliz mandası altındaki Filistin topraklarında doğan Şaron, daha 14 yaşındayken orduya girdi. Gençliğini o dönemde suikastlarıyla ünlenmiş olan Yahudi askeri yeraltı örgütü Haganah’ta geçirdi. 1948’de İsrail devletinin ilan edilmesinin ardından başlayan 1948-49 Arap-İsrail savaşında Şaron, müfreze komutanıydı. 1953 yılında, henüz 25 yaşındayken, Filistin’in Kibya köyünü basarak çok sayıda Filistinliyi katletmişti. İki İsrailliyi öldürdükten sonra Kibya köyüne doğru kaçtıkları iddia edilen Filistinlileri yakalama bahanesiyle, Şaron, İsrail ordusuna bağlı liderliğini yaptığı 101. Komando Birliğiyle köydeki evleri yerle bir etmişti. Bu katliam, sonraki yıllarda da gerçekleştirilecek olan kanlı operasyonlardaki gibi insan aklının alamayacağı türden bir vahşetin örneğiydi. Gece köye giren İsrailli askerler bütün evleri basıp bombardımana tuttular. Dinamit de kullandıkları bu vahşet sonucu 73 Filistinli can verirken, yaklaşık 100’ü de yaralandı. Köyün büyük bölümü bu saldırı sonucu yerle bir oldu.

Katil Şaron, “başarıyla” yönettiği Kibya katliamı sonrasında “Buldozer” lakabını kazandı! Bu katliam, Siyonist burjuvazinin, Filistin köylülerini korkutup kaçırmak ve onların boşalttığı alanlara Yahudileri yerleştirmek için gözünü kırpmadan masum insanları katledebileceğini açık bir biçimde ortaya koymuştu. Kibya katliamı, Siyonist İsrail devletinin gerçekleştirdiği ilk katliam da değildi. 1948 Nisanında Deir Yasin köyüne saldırılmış, erkek, kadın, çocuk 254 kişi katledilmişti. Haganah komutanı Zvi Ankori olanları şöyle anlatıyor: “Koparılmış cinsel organlarla karınları deşilmiş kadınlar gördüm… Düpedüz katliamdı.”[1] Katliamlar art arda gelmeye devam etmiş ve Filistin köyleri haritadan silinmişti. Deir Yasin katliamı, Siyonist yeraltı örgütlerinin marifetiydi. Deir Yasin katliamının ardından aynı yıl yapılan Dueima katliamı ise bizzat İsrail Savunma Kuvvetleri tarafından gerçekleştirilmişti. “… Araplardan seksen ile yüz arası erkek, kadın ve çocuk öldürdüler. Çocukları kafalarına sopalarla vura vura öldürdüler. Bütün evler cesetlerle doluydu. Önce erkeklerle kadınlar aç susuz evlere tıkıldı. Sonra da kundakçılar tarafından üzerlerine dinamit atıldı.”[2]

1955’te Gazze’de 38 Mısırlı askerin öldürüldüğü operasyona komutanlık eden Şaron, 1967’de yaşanan meşhur “Altı Gün Savaşı”nda da yer aldı. Şaron’a tuğgenerallik rütbesi kazandıran bu savaş, Doğu Kudüs, Batı Şeria, Gazze Şeridi, Sina ve Suriye’ye ait olan Golan Tepelerinin işgaliyle sona erdi. Bu savaş, 1000 İsraillinin ve 18 bin Arabın ölmesiyle sonuçlanmıştı. Batı Şeria’da yaşayan 200 binden fazla Arap, bu savaş sonrasında Ürdün’e göç etmek zorunda kalmıştı. 1972 yılında tümgeneral olarak ordudan ayrılan Şaron, bir yıl sonra sağcı Likud Partisinin milletvekili olarak İsrail parlamentosuna girdi. 1977-1999 yılları arasında ise sırasıyla Tarım, Savunma, Ticaret ve Sanayi, İnşaat ve Konut, Ulusal Altyapı ve Dışişleri Bakanlığı görevlerini yürüttü.

Sabra ve Şatilla katliamları

İsrail, 1982 Haziranında Lübnan’a saldırarak Beyrut’u işgal etti. Bu dönemde Savunma Bakanı olan Şaron, Lübnanlı Hıristiyan faşist Falanjlar ile işbirliği yaparak, Eylül ayında Beyrut’taki Sabra ve Şatilla kamplarına asker gönderdi. Bunlar, İsrail işgali nedeniyle topraklarından kaçmak zorunda kalan yoksul Filistinlilerin ve Filistinli direnişçilerin kaldığı kamplardı. Basılan bu kamplarda çocuk, kadın, yaşlı demeden binlerce Filistinli katledildi. Katliamın boyutu Kibya’da yaşananları katmer katmer aşıyordu. Toplu mezarların açılmasına izin verilmediği için katledilen Filistinlilerin sayısı tam olarak bilinmiyor olsa da 3 binin üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Katliam sırasında İsrail birlikleri kampın etrafını kuşatarak çıkışları engelliyor ve katliamı izliyordu. Washington Post gazetesinden Loren Jenkins, kamplarda gördüklerini 23 Eylül 1982’de şöyle anlatıyordu: “Yabancı gözlemciler cumartesi günü Şatilla’ya geldiklerinde, gerçek bir kâbusla karşılaştılar. Kadınlar şişmeye başlamış cesetlerin başında ağlıyordu, bütün sokaklar mermi kovanlarıyla doluydu. İçlerinde insanlar bulunan evler buldozerlerle yıkılmış, yerle bir edilmişti. Delik deşik duvarların diplerinde, kurşuna dizildikleri belli olan cesetler gruplar halinde yığılıydı. Sokaklar ise görünüşe göre kaçmaya çalışırken vurulan insanların cesetleriyle doluydu.” Amerikalı gazeteci Mya Shone ve Ralph Schoenman, katliam hakkında araştırma komisyonuna verdikleri ifadede şöyle diyorlardı: “18 Eylül 1982 Cumartesi, yani katliamın son günü Sabra ve Şatilla’ya geldiğimizde, her yerde cesetler gördük. Balta ve bıçaklarla parça parça edilmiş kurbanların fotoğraflarını çektik. Bu insanların sadece pek azı silahlıydı. Kiminin kafaları parçalanmış, gözleri oyulmuş, boğazları kesilmiş, derileri yüzülmüştü. Bazılarının iç organları dışarı çıkartılmıştı. Katiller Filistinlilerin evlerini yağmalamaya bile vakit bulmuşlardı.”

Binlerce savunmasız, yoksul Filistinlinin kıyımdan geçirildiği bu vahşi katliam sonrasında Şaron, “kasap” unvanıyla anılmaya başlandı. İsrail’in amacı Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) lideri Yaser Arafat’ın ve örgütün önde gelen kadrolarının Lübnan’dan çıkmasını sağlamaktı. Çok uzun ve kanlı geçen Lübnan-İsrail savaşı sonucunda, FKÖ’nün Sabra ve Şatilla kamplarını boşaltıp Lübnan’ın kuzeyine ve Tunus’a çekilmeyi kabul etmesiyle İsrail Beyrut’tan çıktı, fakat güney Lübnan’ı işgal altında tutmaya devam etti. Eline aralarında bebeklerin de bulunduğu binlerce insanın kanı bulaşan Şaron, bu katliam sonrasında İsrail’de yargılanıp suçlu bulundu. Bu dönemde Şaron, Savunma Bakanlığını bıraksa da daha sonra İnşaat ve Konut Bakanı olarak 1990’larda İsrail işgali altındaki Gazze ve Batı Şeria’da büyük bir Yahudi yerleşim merkezi kurma furyasına girişti ve 2001’de başbakanlığa kadar ilerledi.

Şaron, başbakanlığa ilerlediği süreçte, “Barak’ın Kudüs’ten vazgeçmek gibi bir hakkı olamaz” diyerek dönemin başbakanı Ehud Barak’ı uzlaşmacılıkla suçluyordu. 2000’de Müslümanlar için kutsal bir mekân olan Mescid-i Aksa’ya yüzlerce koruma eşliğinde girdi. Bu tam anlamıyla bir provokasyon demekti ki, hemen akabinde İkinci İntifada patlak verdi. Filistinlilerle mevcut görüşmelerin bağlayıcılığını reddeden, uzlaşmaz ve saldırgan bir politik çizgiyi savunan Şaron nihayetinde başbakanlık koltuğuna oturdu. Şaron, başbakanlığı döneminde Filistin topraklarındaki Yahudi yerleşimlerine hız verdi ve Batı Şeria’da ırkçı apartheid uygulamalarını anımsatan “güvenlik” duvarları inşa ettirdi. Yine binlerce insanın katledilmesiyle sonuçlanan İntifada süreci, ABD’nin devreye girmesiyle son buldu ve hiçbiri sonuç vermeyen “barış” görüşmelerinden birisi daha başladı.

Şaron’un Filistinlilere hatırlattığı, dehşet verici katliamlar, acı ve gözyaşı ile yoğrulmuş bir tarihtir. Fakat bu tarih Şaron ile sınırlı değildir. Çünkü Filistin sorunu, Şaron ile başlayıp onunla biten bir sorun değildir. Bu sorunun varlığından sadece Siyonist İsrail burjuvazisi değil, “böl-yönet” taktiği ile halkları birbirine boğazlatan Batılı emperyalist güçler ve işbirlikçi bölge devletleri de sorumludur.

Katliamların hesabını işçi sınıfı soracak

Şaron, 2006’da beyin kanaması geçirerek siyaset sahnesinden ayrılsa da İsrail burjuvazisinin politikalarında ciddi bir değişim yaşanmadı. Yukarıda örneklerini verdiğimiz katliamlar, Filistin halkına yönelik insanlık dışı uygulamalarda ve vahşette sınır tanınmadığını göstermektedir. İnsanlık için bir utanç olan bu tablo, burjuva egemenler tarafından gurur ve zafer kaynağı olarak görülmektedir. Kadın, çocuk, yaşlı demeden katledilen binlerce insanın kanı, canı pahasına… Ne yazık ki, Filistin halkına uygulanan ambargolar, ablukalar, katliamlar bugün de devam etmektedir. Yeni yıla girdiğimiz günlerde İsrail yine Gazze’ye karadan ve havadan operasyonlar gerçekleştirdi. Yıllardır İsrail kuşatması altındaki Gazze’de Filistinliler bir yandan açlıkla, sefaletle boğuşurken, öte yandan İsrail askerleri tarafından hastanelerinin dahi bombalandığı, yaralılarını bile doğru düzgün tedavi ettiremedikleri koşullarda yaşam savaşı veriyorlar.

Yıllardır sayısız “yol haritaları” çizilse de, sözde çözüm planları ortaya konsa da, çelişkilerin yoğunlaştığı Ortadoğu’da Filistin sorununda çözümsüzlük devam etmekte ve kangrenleşmektedir. Başta ABD olmak üzere emperyalist devletler Filistin sorununu çözme çabası içindeymiş gibi görünseler de, gerçekte yaptıkları şey, İsrail’in yanında yer alarak Filistin halkının kölelik şartlarını kabul etmesini sağlamaya çalışmaktan ibarettir. Üstelik bu adımlar çoğu zaman bölgedeki akan kanı durdurmak şöyle dursun, halklar arasındaki çatışmaları körüklemek yönünde oluyor. Dolayısıyla işçi-emekçi kitlelerin payına daha fazla kurban vermekten, acı ve gözyaşından başka bir şey düşmüyor. Tüm Ortadoğu halkları için kalıcı bir barışın yolu, işçi sınıfının kapitalist düzeni yıkarak toplumsal devrimi başarıya ulaştırması ve siyasal iktidarını kurmasından geçiyor. Yaşanan onca katliamın hesabı da ancak kapitalist sömürü düzenine son vererek sorulmuş olacaktır!


[1] Ralph Schoenman, Siyonizmin Gizli Tarihi, Kardelen Yay., 1992, s.36

[2] Ralph Schoenman, age, s.39

İlgili yazılar