Berlin Duvarının Yıkılmasından 11 Eylül’e
Akın Erensoy, 16 Aralık 2001

Rayından Çıkan Emperyalist Dengeler

Berlin Duvarının yıkılması ve ardından Doğu Avrupa’daki bürokratik yapıların çökmesi, dünyadaki siyasi dengelerin hızlı bir değişim sürecine girdiğinin habercisiydi. Nitekim kısa bir süre sonra, bürokratik rejimlerin merkezi ve hegemon gücü olan SSCB’nin de çökmesiyle birlikte, uluslararası siyasi dengeler altüst oldu. Emperyalist ideologların deyişiyle, artık “yeni bir dünya düzeni”yle karşı karşıyaydık. Ancak bu hiç de iddia edildiği gibi, “sınıf mücadelesinin sona erdiği” ve neoliberalizmin kendi bayrağını ebedi bir şekilde göndere çektiği bir dünya olmayacaktı.

19. yüzyılın sonunda bir üst aşamaya (emperyalizm aşamasına) sıçrayan kapitalizm, 1914’te emperyalist güçler arasındaki kıran kırana rekabetin ekonomik, siyasal ve sosyal ifadesi olan emperyalist savaşın patlak vermesiyle birlikte bir yeniden paylaşım dönemine girmişti. Birinci Dünya Savaşı, 1917 Ekim Devrimiyle sonuçlandı ve bu devrimin ürünü olarak kurulan SSCB dünya emperyalist ekonomisinden koptu. Ancak emperyalistler arasındaki yeniden paylaşım sorunu çözülemedi. Bu paylaşım kavgası İkinci Dünya Savaşıyla devam etmiş olsa da, bu kez Çin Devriminin gerçekleşmesi ve Doğu Avrupa’nın bütünüyle SSCB’nin hegemonyası altına girmesiyle, emperyalist sistemden büyük bir parça daha kopmuş oluyordu. Böylece emperyalist-kapitalist sistemin yanı sıra kendisini bu ilişkilerin dışına çıkartan rakip bir blok oluşmuştu. İkinci Dünya Savaşından sonra oluşan bu yeni durum, aslında emperyalist-kapitalist ilişkilerin tüm dünya ölçeğinde yayılmasını ve kapitalist işbölümünün bu ölçekte organize edilmesini engellemişti.

1990’lı yıllara gelindiğinde ise, yetmiş yıllık parantez kapanıyor ve dünya bir bakıma 1917 Ekim Devrimi öncesine dönüyordu. Bürokratik Stalinist rejimlerin gümbürtüyle çökmesi, tüm ülkelerin kapılarının kapitalist dünya ekonomisine sonuna kadar açılmasına neden oldu. Böylece bir dönem boyunca emperyalist güçlerle bürokratik rejimler arasında paylaşılmış olan dünya, şimdi haritaların hızla değişmesine ve emperyalizmin zafer çığlıklarına sahne oluyordu. Yıllar yılı dünya işçi sınıfına sosyalizm olarak yutturulan bürokratik diktatörlükler, birkaç gün içinde yerle yeksan olmuş ve bu ani çöküş milyonlarca insanda şaşkınlık yaratmıştı. Bunu fırsat bilen emperyalizmin propaganda mekanizmaları çok hızlı davranarak harekete geçmiş ve tüm dünyayı ideolojik bir bombardımana tutmuşlardı. Emperyalistlerin bu ideolojik saldırı dönemi pek çok insanın kafasında sosyalizm inancının çökmesine neden oldu. Kendini SSCB’ye ve resmi sosyalizm anlayışına adapte etmiş olan dünya sol hareketinin büyük bir çoğunluğu, bu tarihsel çöküş karşısında derin bir bunalımın içine yuvarlanarak, gerek ideolojik ve gerekse örgütsel anlamda tam bir kaosa girdi.

Emperyalizmin ideologlarına göre, sosyalizmin çöküşüyle birlikte tüm çelişkiler ortadan kalkıyor ve kapitalizmin önündeki engeller temizleniyordu. Bu ideologların söylediklerine bakılırsa, kapitalizmin önünde dünyayı “çelişkisiz ve uyum içinde” yeni ufuklara taşıyacak olan “yeni bir dünya düzeni” olanağı açılıyordu. Dönemin ABD başkanı baba Bush, bu düzeni “yeni dünya düzeni” olarak ilan ediyordu. Francis Fukuyama ve Samuel Huntington da, döneme uygun yeni bir ideoloji geliştirdiler. Fukuyama’ya göre bu yeni dünya düzeninde çelişkiler artık ortadan kalktığı için sınıf mücadelesi de ölmüştü! Artık tarihin sonu gelmişti! İşçi sınıfı eski işçi sınıfı değildi! Komünizm ölmüştü ve nihai zaferi kazanan yeni liberal düzen olmuştu vb. Fukayama’nın zıttı şeyler söylediği sanılan Huntington ise, tam tersine onu tamamlıyordu. Ona göre, artık sınıf mücadelesi olmayacaktı. Bunun yerini, küreselleşen ve zenginliğin bollaştığı dünyada, “medeniyetler arası çatışmalar” alacaktı. Bu temelde, içine girilen yeni tarihsel dönem aslında medeniyetlerin savaştığı bir dönem olacaktı. Gelişmiş Batılılarla geri kalmış Doğuluların savaşı! Geri kalmış cahil Doğulular, Batıya saldıracak, Hilal ile Haç savaşacaktı!

Gerçekten de Stalinist bürokratik rejimlerin varlığının yıllar boyunca yarattığı yanılsama, yığınların kafasında sosyalizm olarak algılanmıştı. Kendilerini sosyalizm olarak yutturan bu rejimlerin çöküşü ve bunun karşısında Marksistlerin güçsüzlüğü, ideolojik mevzilerin kaybedilmesi, meydanı emperyalizmin ideolojik propagandalarına bıraktı. Bu ortamda emperyalistler, kendi aralarındaki çelişkileri de “yeni dünya düzeni” palavrasının ardına gizleyerek bir süre gözlerden uzak tutabildiler. Tüm burjuva yorumcular şu nakaratı yineliyorlardı: “Büyük devletler arasında bir nükleer savaş tehlikesi ortadan kalktı. Silahlanma yarışı ve savaşlar bitti.” Ekonomik alanda ise bilişim sektörünün gelişmesiyle, “devrimci teknoloji ve küreselleşme üretkenliği çok yükselterek düşük enflasyonlu daha hızlı bir büyümeye yol açacak ve işsizliği makul bir düzeye indirecektir. Bu dinamik onlarca yıl sürecek, dünyaya akıl almaz bir refah gelecektir”[i] Fakat daha sonra gelişen siyasal ve toplumsal olaylar, dünya kapitalist sisteminin çelişkileri nasıl ortadan kaldıracağını ve dünyaya nasıl refah getireceğini birbiri ardı sıra patlak veren bölgesel savaşlarla gösterecekti!

SSCB’nin çökmesiyle ABD ekonomik, askeri, teknolojik ve siyasi olarak “tek kutuplu” dünyada hegemonyasını kurarken, diğer taraftan ortaya çıkan bu yeni durum, diyalektiğin yasası gereği kendi karşıtını doğurmaya başladı. Bir zamanlar, bir yanda ABD’nin öbür yanda SSCB’nin hegemon olduğu iki kutuplu dünyada rakip emperyalist-kapitalist güçler, Sovyet blokunun varlığı nedeniyle kendi aralarındaki çelişkileri törpülemek zorunda kalıyorlardı. O dönemde Avrupa Birliği ülkeleri ve Japonya, ABD’nin rakibi olmalarına karşın onun dümen suyuna girmek zorundaydılar. Fakat Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra oluşan tek kutuplu dünyada emperyalist kamp içindeki çelişkiler hızla su yüzüne çıktı. Bu güçler arasındaki hegemonya savaşı bazen örtülü bazen açık olarak yaşanmaya başladı. Böylece, dünyada hegemonyasını kurup emperyalist piramidin tepesine oturduğunu varsayan ABD için de tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Aslında SSCB’nin çökmesiyle eski dengeler tamamen bozulmuş, diğer emperyalist güçler de ABD ile rekabet içinde yeni pazarlara ve petrol havzalarına gözlerini dikmişlerdi.

Kapitalist ekonominin “küreselleşmesi” ve emperyalist hegemonya için oluşturulmuş bloklar

Sözümona sosyalist blokun çöküşünden sonra dünyanın tamamının kapitalist ekonomiye açılması, emperyalist güçlerin önüne şu fırsatları çıkardı: 1) Uçsuz bucaksız Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa topraklarının kapitalist sisteme entegrasyonu ve bu yeni pazarlarda hâkim olma, 2) Orta Asya ve Kafkasya petrollerinin ele geçirilmesi. Ortaya çıkan bu yeni durum, emperyalistlerin iştahını kabartıyordu. Kendi aralarında çekişmeye başlayan emperyalist güçler, birbirlerine karşı üstünlük sağlayabilmek için bölgesel ekonomik güçler oluşturmaya giriştiler. Bu süreçte ABD güdümlü “Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi” (NAFTA) oluşturuldu ve AET “Avrupa Birliği”ne (AB) dönüştü. Dünya Ticaret Örgütü (WTO) yine bu süreçte (1995) emperyalistler arası anlaşmazlıkları gidermek için kuruldu. Verili koşularda bu oluşumlar içinde belirleyici olan ABD, Japonya ve Almanya’dır. Kavga, dünya pazarına kendi sermayelerini akıtmak isteyen bu emperyalist metropoller arasındaki kavgadır. 1970-1980’lerde emperyalist güçler arasında örtük bir biçimde yürüyen hegemonya savaşı, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra yeni biçimler almaya başladı.

Yeri gelmişken burada küreselleşmeye ve ulus-devlete de değinmek isteriz. Emperyalist ideolojik propagandanın argümanlarından biri olan “ulus-devlet ortadan kalkıyor” söyleminin büyük bir balon olduğu bugünkü çatışmalar ortamında daha bir açığa çıkmaktadır. Kapitalizmin küreselleşmesinin anlamı ulus-devletin ortadan kalkması değildir. Kapitalist ilişkilerin küreselleşmesi, sermayenin tüm dünyada serbestçe dolaşabilmesi için önündeki engellerden kurtulmaya çalışması anlamına gelir. Fakat ekonomik ilişkiler küreselleşse bile kapitalizm son tahlilde ulus-devlet üzerine oturan bir sistemdir. O nedenle ulus-devletin aşılması, aslında kapitalist sistemin aşılması, dünyada yeni bir sosyo-ekonomik formasyonun işlemeye başlaması demektir. Kapitalizm var olduğu sürece, dünya pazarında rekabet eden sermaye grupları sırtlarını güçlü ulus-devletlere yaslamaksızın kendilerini güvende hissedemezler. Öte yandan, karşılıklı rekabet temelinde oluşan ekonomik birlikler kendi içinde de çatışma, çelişki ve hiyerarşiyi taşıyan bölgesel, kıtasal birlikler olmaktadır. Bu birlikler dünya pazarında nüfuz alanlarını genişletebilmek için kıran kırana bir mücadele sergilerlerken, aynı ekonomik birlik içindeki farklı ulus-devletlerin arasındaki (örneğin AB içinde Fransa ve Almanya) mücadele de sona ermemektedir. Unutulmamalıdır ki, kapitalizm eşitsiz ve bileşik gelişir. Bu nedenle gerek birlik hiyerarşisinde, gerekse emperyalist piramidin dizilişinde her zaman yer değiştirmeler olur. Bu durum kapitalist sistemin mantığına uygundur, onun doğası gereğidir.

İşte bundan dolayı, bu yer değiştirmelerde altta kalmamak ve gerekli pazarlara daha fazla nüfuz edebilmek için büyük emperyalist güçler sürekli silahlanır ve kendi askeri güçlerini oluştururlar. Soğuk savaş döneminde Sovyet bloğuna karşı savaşmak için kurulan ABD güdümlü NATO, aynı yıllarda sermayeye dikensiz gül bahçesi yaratmak için de savaşmıştır. Soğuk savaşın bitmesiyle NATO, ABD’nin elinde Amerikan sermayesinin vurucu gücü olarak kalmaya devam etmiştir. Diğer yandan, “Avrupa Güvenlik Savunma Politikası (AGSP)” çerçevesinde AB sermayesinin vurucu silahlı gücünün oluşturulması düşünülmektedir.

Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya hattı

Bir zamanlar ABD’nin müttefiki[ii] olan İran’da bir devrim yaşanması ve ardından mollalarla ABD’nin çıkarlarının ters düşmesi, ABD’nin Saddam Hüseyin’i silahlandırmasına neden olmuş ve bu da Irak’ın İran’a savaş açmasıyla sonuçlanmıştı. Sekiz yıl süren İran-Irak savaşı mollaların eline büyük bir koz verip İran’da tüm muhaliflerini bertaraf etmelerine ve mutlak diktatörlüklerini kurmalarına yararken, Saddam da bu savaştan silahlanarak çıkmıştı. Eline topladığı silahlarla kendine güveni artan Saddam, daha sonra Kuveyt’i “paldır küldür” işgal etti. SSCB’nin çökmesi sonucu eski dengelerin bozulduğu ve diğer emperyalistlerin ABD’nin rolünü daha fazla sorguladığı bu dönemde Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi, sıkışan ABD için can simidi rolü oynadı. Emperyalist piramidin tepesindeki ABD, 1991’deki Körfez Savaşında bölgeyi askeri olarak kontrol altında tutma amacını güttü. ABD emperyalizmi, Körfez Savaşı aracılığıyla uzun süreli bir planı gerçekleştirmenin temellerini atarken, Ortadoğu’ya askeri olarak yerleşip Arap devletlerinin tümüyle kendi dümen suyuna girmesini sağladı ve böylece bölgede dört adet askeri üs kurdu. ABD’nin bölgede üstün konuma gelmesinin amacı, diğer emperyalist rakiplerine gözdağı vermekti. Onlara emperyalist dengelerin hâlâ kendi lehine işlediğini göstermek istiyordu. Ayrıca ABD, Kafkasya’ya bir ön kapı aralamak ve buradan Orta Asya petrollerine ve pazarlarına ulaşmak için Balkanlarla Orta Asya arasında muazzam stratejik öneme sahip bir gedik açtı.

Balkanlar

1992’de Balkanlar’da savaş başladığında Birinci Dünya Savaşı üzerinden tam 78 yıl geçmişti. Fakat aradan geçen bu süre zarfında değişen pek de bir şey olmamış gibiydi. Tarih, 78 yıl önce savaşan ülkeler ve destekçilerini ironik bir biçimde yine karşımıza çıkarmıştı. Ama bu kez emperyalistler Balkanlar’da çıkarları için yüz yüze kapışmak yerine, yıllarca aynı topraklarda birlikte yaşamış insanları milliyetler temelinde bölüp onların arkalarına saklanarak ve onları savaştırarak kendi aralarındaki kozlarını paylaştılar. ABD soğuk savaş stratejisinin bir uzantısı olan ve yeni politikasıyla da bütünleşen Müslüman Boşnakları destekledi. Almanya ve İtalya, Birinci Dünya Savaşında olduğu gibi Hırvatları destekledi. Rusya ise tarihsel Slav birliği temelinde Sırbistan’ı. Fransa bölünmeye karşı çıkıp Sırpları desteklerken, dengeler değiştiğinde Fransa’nın tavrı da değişti. Yugoslavya parçalanıp her ülke kendi bağımsızlığını ilan ettikten sonra, Bosna Hersek’teki üç ulustan insanlar 1992’den 1995’e kadar Avrupa’nın göbeğinde birbirlerini öldürdüler. Batılı devletler ve BM vaaz verip müdahale etmedi. Niye? Çünkü savaşan güçlerin arkasında farklı emperyalist devletlerin çıkarları vardı. Müdahale, emperyalistlerden kimin kazanacağı veya pazarlıklarda bu emperyalistlerin söz hakkı netleşmeden yapılmadı.

Balkanlarda yaşanan savaş, bize göre emperyalistlerin dünya ölçeğinde yürüttükleri kendi aralarındaki hegemonya savaşının bir kesitiydi. Birbirlerini boğazlayan dünkü kardeş uluslar, kendilerini destekleyen emperyalistlere tamamen muhtaç hale gelip, umutlarını onlara bağlamaya başladılar. Uzun yıllar süren savaş, köklü düşmanlıklar oluşturdu. Artık emperyalistlerin müdahale zemini de oluşmuştu. 1995’te ABD öncülüğünde Dayton anlaşması yapıldı ve Bosna Hersek üçe bölündü. Bölgeye NATO aracılığıyla ABD, “Acil müdahale gücü” aracılığıyla da İngiltere, Fransa ve Almanya yerleşti. Ancak bu ABD için yeterli olmamıştır. ABD, Balkanlarda kalabilmek ve bölgeye iyice yerleşmek için başka yollar aramaya yönelmiştir. 1995’te ABD dışişleri bakanı Warren Christopher, “olaylar yeni bir stratejik durumun ortaya çıkmasına neden olabilir” diyordu. ABD emperyalizmi için bu stratejik durumlar hiç bitmedi. ABD, hegemonya yarışında Kosova’da provokatörlüğe soyundu. Kosova Arnavutlarını önce Sırplara karşı sonra da Makedonya’ya karşı kışkırttı. Oysa Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) lideri İbrahim Rugova, 1992’de Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmiş ancak o zamanlar “büyük satranç tahtası”nda rolü olmayan Kosova, emperyalist devletler tarafından desteklenmemişti. Miloseviç Kosova’nın bağımsızlığını tanımamış, Dayton anlaşmasını düzenleyen ABD de bu anlaşmada Kosova’yı gündeme dahi almamıştı. Çünkü o zamanlar Miloseviç, emperyalistler için düzen koruyucuydu ve bu onların işine geliyordu.

Fakat daha sonra birden bire derhal iktidardan uzaklaştırılması gereken “halkların düşmanı”, “kasap”, “diktatör” oluverdi! Niye acaba? Miloseviç, NATO’nun Kosova’yla ilgili “barış anlaşmalarını” uygulama bahanesiyle dayattığı askeri çözümü kabul etmedi. Rambouillet anlaşması denilen anlaşmaya göre ne Kosova’ya bağımsızlık tanınıyor ne de Kosova’nın Arnavutluk’la birleşmesi öngörülüyordu. Bu anlaşmanın 8 ve 10. maddelerine göre, NATO personeli, araçları, gemileri, uçakları ve teçhizatları Yugoslavya Federal Cumhuriyetinin (YFC) hava ve deniz ulaşım sahalarından sınırsız olarak yararlanabilecek, geceyi geçirme hakkına, askeri manevra hakkına, üs hakkına sahip olacaktı. YFC yetkilileri NATO güçlerine öncelik tanıyıp bütün ihtiyaçlarını ülke çapında gidermek zorundaydı. NATO uçakları hiçbir vergiye tâbi tutulmadan uçabilecek, inip kalkabilecekti. Aynı şekilde limanlara uğrayan NATO gemilerinden de hiçbir vergi ya da masraf alınmayacak, operasyonlar için kullanılan araçlar, gemiler ve uçaklar hiçbir izne, lisans, kayıt işlemine ya da ticari sigorta işlemine zorunlu tutulmayacaktı.”

Yugoslavya bu anlaşmayı kabul etmeyince üzerine aylarca bomba yağdı ve Miloseviç pes etti. Utanmaz bir NATO yetkilisi, “Yugoslavya ekonomisini tahminen ortaçağ düzeyine geri götüreceklerini” açıklayabilmiştir. ABD Kosova Savaşıyla birlikte Yugoslavya’yı önce yerle bir etti, sonra da yeniden yapılanması için müteahhit firmalarını gönderdi. Savaşın sonucunda bölgeye tam 50 bin ABD askeri yerleşmiştir. Ayrıca, biri Kosova’ya olmak üzere Balkanlar’a dört adet ABD üssü yerleştirilmiştir. Peki, böylece ABD nereye varmak istiyordu? Bunun cevabını dönemin başkanı Clinton’un enerji bakanı Bill Richardson veriyor: “Bu Amerika’nın enerji güvenliğine, bizim değerlerimizi paylaşmayanların stratejik gedikler açmalarını önlemeye ilişkindir. Bu yeni bağımsız ülkeleri Batıya yakınlaştırmaya çalışıyoruz. Onların başka bir rotaya girmek yerine Batılı (siz ABD diye okuyun!-AE) ticari ve siyasi çıkarlara bel bağlamalarını istiyoruz. Hazar’da esaslı siyasi yatırımlar yaptık ve hem boru hattı haritasının ve hem de siyasetin istediğimiz yönde çıkması bizim için çok önemlidir.”[iii]

ABD ve İngiltere, Balkanlar’ı tamamen kendi çıkarları temelinde düzene sokmak istediklerinden, Kosovalı Arnavutları silahlandırıp Makedonya’ya karşı savaş açtırmışlardır. Almanya ve AB ise Makedonya’nın yanındadır. Nitekim AB, Doğu Avrupa’yı kaybetmemek için bu ülkelerle üyelik görüşmelerini başlatmış ve Balkanlar’ı kıskacına almıştır. Bulgaristan’ın Burgaz limanını Arnavutluk’un Adriyatik kıyılarındaki Vlori’ye bağlayan AMBO Trans-Balkan boru hattı projesini kontrol eden İngiliz-Amerikan konsorsiyumu, Avrupa’nın rakip petrol devleri Total-Fine-Elf’in katılımını dışlamaktadır. ABD’nin asıl amacı, boru hattı koridoru üzerindeki stratejik kontrolünü güçlendirmek, AB’nin rolünü zayıflatmak ve rakip Avrupalı şirketleri yaklaştırmamaktır. Kavga çok büyüktür. Hazar petrollerine ulaşmak ve onları hem Avrupa’ya taşımak hem de dünyaya pazarlamak büyük çatışmalar gerektiren bir olaydı. Afganistan’a açılmış savaşla bu çatışma biraz daha şiddetlendi ve sonuca gidecek bir yola girildi. Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya üzerinden Orta Asya hattına, şimdi Afganistan’dan gelen bir yol daha eklenmiştir. Bu hat boyunca kesişen noktalarda, ABD askeri olarak şimdilik daha avantajlı gözüküyor.

11 Eylül öncesi Kafkasya’da dengeler

SSCB’nin mirasçısı Rusya birkaç yıl öncesine nazaran şimdi daha güçlü gözükmektedir. 11 Eylül öncesi ABD’yle düşman kamplarda olan Rusya, şimdi ABD’ye yakınlaşmış gözüküyor. Bunun böyle olup olmadığının irdelenmesini ilerleyen bölümlere bırakıp 11 Eylül öncesine dönelim.

Kafkasya ve Orta Asya’da kontrolü elinde tutmak isteyen Rusya, SSCB’nin dağılmasının hemen ardından Bağımsız Devletler Topluluğu’nu (BDT) oluşturmuştur. Ancak ABD bu bölgeye müdahale etmek ve NATO aracılığıyla Rusya’nın etkisini kırmak istemektedir. Burada ABD’nin müttefiki Türkiye’dir. Emperyalist piramidin üst basamaklarına tırmanma hayalindeki Türkiye burjuvazisi, hedefini Çin Seddi’ne kadar genişletmiştir. Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya üçgeninin ortasında bulunan Türkiye, emperyalist merkezlerin gözdesi durumundadır. Türkiye’nin özlemleriyle ABD’nin bu tarihsel müttefik üzerinden Kafkasya’ya müdahale etme planı örtüşmektedir. Rusya’ya zaman zaman kafa tutmaya çalışan Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan ve Moldavya (GUAM) bir araya gelerek bir anlaşma imzalamışlardı. Türkiye’nin etkisiyle oluşturulan “Kafkasya İstikrar Paktı” da bu döneme aittir. Bu ülkeler ABD’yle flört edip NATO’ya göz kırparken, NATO’ya üye olmak istediğini açıklayan Gürcistan, Rusya’nın kışkırttığı Abhazlarla iç savaşa sürüklenmiştir. Keza yine ABD ile Ermenistan arasında yapılacak bir boru hattı anlaşmasının gerçekleşmesini istemeyen Rusya, 1999’da Ermenistan parlamentosunu bastırmış, parlamento başkanını öldürterek bu anlaşmayı iptal ettirmiştir. Aynı günlerde ABD’nin tek kutuplu dünya özlemine Şanghay İttifakı oluşturularak cevap verilmiştir. Bu ittifak içindeki devletler Rusya, Çin, Kazakistan, Tacikistan ve Kırgızistan’dır. Ayrıca Hindistan ve İran’ı da bu oluşum çerçevesinde sayabiliriz (Daha sonra Şanghay İşbirliği Örgütü adını aldı). Çin yıllık yüzde 10’lara varan büyüme oranıyla Asya’nın devi olmuştur. Hindistan da son yıllarda yüksek bir büyüme oranı sergilemektedir ve bu iki ülkenin elinde de nükleer silahlar mevcuttur. Şanghay’da basın açıklamasında bulunan dönemin Rusya başkanı Yeltsin, “Anlaşılan Clinton dünyada tek başına yaşadığını zannediyor. ABD ve NATO eksenli tek kutupluluğa karşı çok kutupluluğu destekliyoruz” demiştir.

Evet, emperyalist sistemin eski dengeleri çoktan bozulmuştur. SSCB’nin çökmesiyle birlikte verili dengeler rayından çıktı ve şimdi emperyalist merkezler durumu kendi lehlerine çevirerek, yeni dengeleri rayına oturtmak istiyorlar. Dengelerin yeniden değişmesi, silahlanma ve savaş demektir. ABD, 1972’de SSCB’yle yapmış olduğu anti-balistik füze anlaşmasını uzun yıllardır bozmaya çalışıyordu. 1999’da canlanan tartışmalar Bush’un iktidara gelmesine kadar sürmüştür. Bush iktidara gelir gelmez ABF’yi bozacağını söylemiştir. 11 Eylül saldırısı tam bir fırsat olmuş ve ABD 14 Aralık 2001’den itibaren ABF anlaşmasından çekilmiştir. 1999’daki tartışmalarda Çin, Rusya, Fransa ve Almanya ABD’ye çok sert tepki göstermişlerdi. Çin dışişleri bakanına göre ABD’nin bu tutumu “uluslararası stratejik dengeleri bozacak yeni bir silahlanma yarışı” demekti. Fransa cumhurbaşkanı Chirac, “balistik füzelere karşı savunma anlaşmasının sorgulanması, tüm dünyada istikrarsız bir ortam yaratacaktır” demiştir. Aynı Chirac, bir Ortadoğu gezisi sırasında verdiği bir mülakatta şöyle demiştir: “Avrupa olarak sahip olduğumuz ekonomik ve askeri güç oranında Ortadoğu siyasetine müdahale edeceğiz. Bölgeye ilişkin politikalarımız, var olan güçler dengesini ters yüz edeceğinden ürken ABD-İsrail ikilisini ciddi olarak rahatsız ediyor ve bu ikilinin oluşturduğu engellere çarpıyor: Apar topar ve emrivaki olarak egemenliklerini dayatıyorlar.”

Peki, bu anlaşmazlıkların çözülmesinin yolu nedir? Bu sorunun yanıtı bellidir, çünkü Birinci ve İkinci Dünya Savaşının anlamı ne idiyse bu hegemonya boğuşmasının anlamı da odur. Anti-balistik füze anlaşmasının bozulması, Afganistan’da başlayan savaş ve hızlı silahlanma emperyalistleri hangi yola sokmuştur? 11 Eylül saldırısı bir tesadüf müydü acaba?

11 Eylül öncesi dünya ekonomisine genel bir bakış

Kapitalist ekonominin bir canlanıp bir durması, herhangi bir devletin ya da burjuva iktidarının yanlış politikalar uygulamasından kaynaklanmaz. Bu durum kapitalist sistemin doğası gereği, onun işleyiş yasasıdır. Marx’ın tahlil edip belirttiği üzere kapitalist ekonomi yaklaşık her on yılda bir aşırı üretim krizine girer. Ancak uzun zamandır kapitalizmin bağrında biriken büyük çelişkiler, periyodik krizleri aşıp geçen bir nitelik kazanmıştır. Kapitalist dünya ekonomisinin yüz yüze geldiği kriz, işçi sınıfını da büyüyen bir işsizlik ve yoksullukla yüz yüze getirmektedir. Emperyalist kapitalist sistemin mekanizmaları genelde bu şekilde işler ve sanki bir kısır döngü biçiminde, geçmişte yaşananları yeniden üretir. Eğer işçi sınıfı bu kapitalist mekanizmaya müdahale edip tarihin akışını değiştirmezse, sistem bir biçimde krizden çıkış yolu bulur ve yoluna devam eder. Ancak krizini aşmış görünen ve büyümeye başlayan kapitalist ekonomi daha sonra, bu kez eskisini kat be kat aşan yeni bir krizle sarsılmaya başlar.

İkinci Dünya Savaşından sonra tarihinin en parlak büyüme dönemini yaşayan kapitalizm, 1970’lere gelindiğinde bir yavaşlama içine girmişti. Aslında 1970’lerde başlayan bu genel eğilim halen sonlanmış değildir. Kapitalist aşırı üretim, pazarların şişmesi ve doyumu, kâr oranlarındaki düşüş sarmalı, borsalardaki derin istikrarsızlık kapitalist ekonomiyi çalkantılı bir işleyişe sokmuştur. 1980’lere damgasını vuran neoliberal politikalar işte böyle bir dönemin ürünü oldu. Reagan-Thatcher ikilisinin demir yumruk politikaları bu dönemde işçi sınıfının tepesine biniyordu. O güne kadar Keynesçi politikalar uygulayan burjuvazi, ekonomik büyüme durmaya kâr oranları düşmeye başladığında bu politikalardan vazgeçip işçi sınıfına saldırmaya, sosyal hakları tırpanlamaya yöneldi. Kâr oranlarındaki düşüşü engellemek isteyen neoliberal politikalar, işçi sınıfına esnek çalışma sistemi denen yarım ücretle çalışmayı ve tensikatları dayattı. Ancak kapitalist sistem işçi sınıfına yönelik bu saldırılara rağmen yine de krizinden kurtulamadı.

1990’ların sonuna gelindiğinde dünya kapitalist ekonomisine ilişkin göstergeler yine derin bir istikrarsızlığa ve durgunluğa işaret ediyordu. Üretimdeki düşüş sürekli tensikat/işten atma demekti ve ABD ve Avrupa’da milyonlarca işçi sokaklara atıldı. Finansal sermayeyi elinde bulunduran tekeller, gerek kendi devletlerine borç vererek gerekse dünya borsalarına yatırım yaparak inanılmaz kârlar elde ettiler. Japonya’nın kamu borcu 1990’larda GSMH’nin yüzde 69’u iken, 2000’li yıllarda bu oran %128’e kadar yükseldi. ABD dış ticaretinin verdiği açık ise 2000 yılı itibariyle 475 milyar doları buldu. Neredeyse tüm Amerikan şirketleri cari işlemlerinde açık vererek borçlu duruma düştüler.

Ekonominin bir kez daha krize girmesi, 10 zengin ülkede 100 milyon insanın yoksulluk sınırı altında yaşamasına neden olmuştur. Yoksullukla varsıllık arasındaki uçurum iyice derinleşmektedir. En zengin %20’lik nüfus dünya zenginliğinin %80’ine el koyarken, en yoksul %20’lik nüfus dünya zenginliğinden %1 oranında yararlanmaktadır. Burada birkaç çarpıcı örnek vermek istiyoruz. Bu örnekler dünya ekonomisinin ne durumda olduğunu ve emekçileri ne hale getirdiğini çok iyi açıklamaktadır. Dünya nüfusunun %10’u açlık çekerken, 11 milyon çocuk her yıl gerekli olan birkaç dolarlık tıbbi yardımı alamadığı için ölüyor. “Fırsatlar ülkesi” ABD’de 1990’ların birinci yarısında yoksulluk sınırında yaşayan insanların sayısı 38 milyondu (nüfusun %14’ü). Bu rakam 1997 verilerine göre %18’e yükseldi. ABD’de işsizlik %5,5 civarındayken, Avrupa’da bu rakam %15’lere yakındır. ABD’li üç zenginin serveti en yoksul 48 ülkenin GSMH’sinden daha fazladır. İşte dünyadaki eşitsizliğin genel tablosu.

Kapitalizm üretim araçlarını sürekli yenilemek zorundadır. Marx’ın da belirttiği gibi burjuvazi üretim tekniğini sürekli devrimcileştirmeksizin var olamaz. Üretim araçlarını yenilemeyi başarıp krizden çıkan, yeni bir atılım yapan ve böylece yüksek kârlar elde eden şirketler ya da emperyalist güçler, daha sonra karşılarında aynı teknolojiyi uygulayan başka rakipler bulurlar. Bundan dolayıdır ki bir dönem için belirli bir pazara hakim olan ülkenin pazar payı daralmaya ve sonuçta üretimi düşmeye başlar. Kriz kapıdan çıkıp pencereden içeri girmiştir. Kriz, pazarı daraltır ve rakip devletlerin rekabeti için kavganın alt zeminini döşer. Şimdi artık önemli olan ne zaman, nerede, hangi biçimlerde kapışılacağıdır. Bu kapışma, tarafların biri lehine çözülmek zorundadır. Eşitsiz ve bileşik gelişen kapitalizmde, emperyalist merkezler yorulmadan birbirlerinin üzerine çıkmanın savaşını verirler. Bu çerçevede ABD ekonomisini düşünürsek durum biraz daha netleşmiş olur. ABD ekonomisi dünya ekonomisinin motorudur. ABD bu konumunu ve pazarlarını yitirmek istemiyor. ABD ekonomisi 1995’te bilişim sektörünün gelişmesiyle birlikte 6 yıl boyunca ortalama %4 civarında bir büyüme yakalamıştı. Bu gelişmenin sonucunda dokuz milyon insan enformasyon sektöründe istihdam edilmeye başlanmıştı.

Son yılların büyüyen sektörü olması ve diğer sektörlerin de bu sektöre bağlanma ihtiyacından dolayı ABD ekonomisi içinde bileşim sektörünün ağırlığı ve etkisi son derece artırmıştır. Bu sektördeki muhtemel bir çöküş, ardından tüm ekonomiyi aşağıya doğru çekecektir. Diğer bir sorun da şudur: Pazarın doyması, genel olarak ekonominin resesyona girmesi ve arkasından krize sürüklenmesi derin bir altüst oluşu da beraberinde getirecekti. Enformasyon teknolojisinin gelişiminin yavaşlaması, istihdam edilen milyonlarca işçinin tensikata uğraması ve bu sektöre bağlı üretim birimlerinde yaşanacak çöküntüler, ABD ekonomisini muazzam derecede bir krizle ve sosyal patlamalarla karşı karşıya getirebilecekti. Bu tehlikeyi sezen uyanık burjuva iktisatçılar şu uyarıyı yapıyorlardı: “Eninde sonunda yeni ekonomik boom’u yeni bir ekonomik iflâs takip edecek gibi görünüyor. Bir resesyon ve borsa çöküşü pek çok insanın beklediğinden daha derin olabilir.”[iv] Nitekim enformasyon sektöründe çöküşler olmaya ve tensikatlar yaşanmaya başlandığında, peşi sıra büyüme durmuştur. ABD ekonomisinin büyüme oranı şimdi %1’e kadar düşmüştür. Faiz oranlarının %1’lere kadar çekilmesi de ekonomiyi canlandıramamaktadır. Dünya ekonomisi derin bir krize sürüklenmektedir ve emperyalist güçler hızla kamplaşmaya gitmektedir. Hegemonya yarışında ABD ekonomisini tehlikeler beklemektedir.

Ekonomileri hızla büyüyen Çin ve Hindistan, ellerinde nükleer silahlar tutuyorlar. Rusya ise kapitalist düzene entegre olmayı başararak ekonomik büyümeye geçmiştir. Fakat Avrupa ekonomisi durgunluk içindedir. Almanya, ekonomisinin resesyona girdiğini açıklamıştır. Japon ekonomisi zaten on yıldır toparlanamamaktadır. Sıfır kredi uygulanmasına rağmen tüketim artmamakta, Japon ekonomisine yeni kan akışı sağlanamamaktadır. Japon sermayesinin elinde tam 250 milyar dolar fazlalık vardır ve nereye yatıracağını bilmiyor. Son bir yıl içinde sekiz kez faizleri indiren ABD merkez bankası iç pazarı kızıştıramamışken, Japonya’nın son zamanlarda sözü edilen bir devalüasyona gitmesi, ihracatı otomotiv ve bilgisayara dayanan ABD’nin büyük bir darbe yemesi anlamına gelir. Bu durum ABD ekonomisi için büyük bir tehlikedir. ABD, dünyanın jandarması olarak kalmak ve ekonomik çöküntüye uğramamak için yeni kararlar almak zorundaydı. Bill Clinton, 1999’da ABD’li çiftçilerle yaptığı bir görüşme sırasında bu kararlardan söz etmişti: “ABD’nin nüfusu dünyanın yüzde 4’ünü oluşturuyor. Oysa ABD yurttaşları dünya zenginliklerinin yüzde 22’sinden yararlanıyor. Bu dengenin devam etmesi, hatta lehimize değişmesi için yeni kararlar almamız şarttır.” Sizce bu “yeni” kararlar neydi acaba? Ve alınmış mıdır?

İkiz Kulelere saldırı ve ABD’nin eline geçen fırsatlar

11 Eylülde uçaklar gökdelenlere dalış yaptığında CNN, “Amerika saldırı altında” başlığıyla duyuru yaptı. Nasıl olmuştu acaba, ABD’ye saldırı nasıl düzenlenebilmişti? Kimse gözlerine inanamadı. Dünya emperyalizminin baş aktörü “saldırı altındaydı.” Bu olayın yaşanması temelde insanları ikiye bölse de, haberin emperyalist medyada veriliş tarzı, aslında saldırıyı kimin gerçekleştirmiş olduğu veya bu saldırının kimin çıkarına işlendiği sorularını genelde unutturdu. Birinci algılayışta, “saldırı altında olmak” cümlesi ABD’yi mazlumlaştırıyor ve ABD emperyalizminin suç dosyalarını sanki bir anda insanların kafasından siliyordu. İkinci algılayışta ise, ABD’nin “saldırı altında” olması ve bunu açıklaması, kısacası bu duruma düşmesi sevindiriciydi. Yineleyelim, haber kurgusu bir kez böyle kurulunca sorgulama bir kenara bırakılıyor, ABD yetkilileri ve medyası ne açıklıyorsa iki taraf için de doğruymuş gibi kabul görüyordu. Aslında ABD medyası, ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda haberleri önce bir prizmadan geçiriyor, dezenformasyona uğratıp bize gönderiyordu. İşin bu kısmı gerçek bir ideolojik savaştı. Ve içine girilen bu yeni dönemde bu tarz bir saldırı kampanyasının asıl hedefi dünya işçi sınıfıydı. Peki, o halde 11 Eylül saldırısı gerçekte kimin işine geliyordu?

Amerikan medyası 11 Eylül olayını takiben saldırıyı kimin gerçekleştirdiği sorusunu ön plana çıkardı. ABD yetkilileri hemen basının karşısına geçip saldırının nereden geldiğini açıkladılar: Bu Usame Bin Ladin’in işiydi! Olayların dizilişinde sanki bir askeri tatbikat yapılıyormuş ve herkes sırası geldiğinde rolünü oynayacakmış havası vardı. Örneğin, nasıl olmuştu da CIA’nın bu saldırıdan haberi olmamıştı? Ladin ve ekibi bütün istihbarat birimlerini nasıl atlatabilmişti? İstihbarat birimlerinin genelde “terörist” gruplar içine uzandığı ve hatta bu grupların pek çoğuyla birlikte çalıştığı bilinir. Ayrıca istihbarat örgütlerinin birbirleriyle ilişkisi vardır ve örneğin Alman veya Fransız istihbaratının haberdar olduğu bir olaydan CIA da haberdardır. Üstelik CIA daha 1999’da Ladin’i uydulardan takip etmeye başlamıştı (burada CIA-Ladin ilişkisinden söz etmeyeceğiz; nasıl olsa herkes biliyor). Saldırı sonrasında sözde uçak kaçıranların ve onları tanıyıp destekleyenlerin fotoğrafları yayımlandı. Oysa uçak kaçırıp intihar etti denilenlerin bazıları ülkelerinde yaşıyor bulundu. Bu beceri ve çabukluk, uçak kaçırmalardan haberi olmayan CIA için bir çelişki değil miydi? Ya da CIA’yı atlatan cihatçı militanlar o kadar aptal mıydılar ki, içinde Arapça yazılar, hatıra defteri, uçak kaçırma krokilerinin olduğu bir çantayı havaalanında bıraksınlar? Bu soruları çoğaltmak mümkündür. Lakin buna gerek yoktur.

Şurası çok açık ki bu tarz eylemler CIA’dan habersiz olmuyor. 11 Eylül saldırısı ne bir tesadüf ne de yalnızca Ladin’in işidir. Ayrıca tarihte 11 Eylül saldırısına benzer birçok olay mevcuttur ve işin altından emperyalistler çıkmıştır. 11 Eylülün bu derece ses getirmesinin nedeni gerek emperyalizmin krizi ve hegemonya savaşı, gerek enformasyon teknolojisinin tüm dünyayı küçük bir “köy” haline getirmesi, gerekse de kulelerde ölen binlerce insanın üzerinde yükselmek isteyen ABD emperyalizminin çığırtkanlığıdır. Öyle ya da böyle bu saldırı, krize giren ve hegemonyası sarsılan ABD emperyalizmi için sonsuz fırsatlar sunmuştur. Tarihsel olarak bu tip saldırılardan sonra ABD emperyalizmi hegemonya yarışında hep öne geçmiştir. ABD emperyalizminin hegemonya savaşında benzer iki örneği hatırlatabiliriz; 1898 Maine saldırısı ve 1942 Pearl Harbor saldırısı.

Örneğin bunlardan birisi olan Maine saldırısının hikâyesi ilginçtir. 1898’de Havana Limanında Maine adında bir Amerikan savaş gemisi batar. ABD basını bunun bir İspanyol sabotajı olduğunu iddia eder. Böylece 25 Nisan 1898’de ABD, İspanya’ya savaş ilan eder. Küba’nın işgali ve İspanya’nın yenilgisiyle biten bu savaş, tüm Karayipler ve Orta Amerika’nın ABD’nin eline geçmesini sağlar. Uzun yıllar sonra ortaya çıkan belgeler, Maine’nin ABD tarafından batırıldığı yönündedir. Pearl Harbor’dan söz etmeye gerek bile yok. 11 Eylül saldırısı bir tesadüf müydü diye sormuştuk. Aslında bu olayın hiç de tesadüf olmadığını, 2004 yılında ABD başkanlık seçimlerine katılacak olan Lyndon La Rouche’un satırları gösteriyor:

“Mali kriz içindeyiz. ABD, Carter’den beri kötü yönetiliyor. Sistemimiz iflas etmiş durumda. Ulaşım, enerji, eğitim, sağlık sistemimizin tamamı, altyapı ve sanayimiz çöküş halinde. Halkın %80’i dar gelirlilerden oluşuyor. Bunların durumu 1977’dekinden çok daha kötü. IMF ve hâlihazır politikalar devam ettiği, Wall Street federal rezervi mevcut hâkimiyetini sürdürdüğü sürece ABD’de kimse kendisi için bir tırmanma beklemesin. Böyle giderse belki Bush bile başkanlık süresini tamamlayamadan çekilmek zorunda kalabilir. Çöküş kendini bir anda hissettirmez; kötü politikalar devam eder ve aniden gelir. Öte yandan Asya’da yeni oluşumlar var. Rusya, Çin, Hindistan, hatta bunlarla birlikte Japonya yeni oluşumlar içinde. Şanghay işbirliği örgütü kuruldu. Burada, Çin’den başlayıp, Asya’dan Avrupa’ya uzanacak ulaşım hatları üzerinde çalışıyorlar. Güneydoğu Asya ülkeleri benzer tarzda işbirliği planlıyorlar. Asya’da çok büyük bir nüfus var. Biz de Güney ve Kuzey Kore’yi barıştırıp, buradan başlayacak bir ulaşım hattıyla Sibirya üzerinden Avrupa’ya bağlanabiliriz. Bu hattaki ve diğer ülkelere borç değil, kredi vererek onları kalkındırabilir ve bu şekilde mallarımıza daha geniş ve zengin pazarlar açabiliriz. … Fakat böyle dönemlerde dünya savaşları çıkarılır.

İşte özellikle burası çok önemlidir. Emperyalist sistem krizler ve savaşlar sistemidir. Dünya ekonomisinin eşzamanlı krize girmesi emperyalist burjuvaziyi çılgına çevirmiştir. Paylaşılan pazarları yeniden paylaşmak için kapışmaya hazırlanmaktadırlar. Dünya işçi sınıfının bilincini bulandırarak emekçi kitleleri yeni emperyalist savaşlara çekebilmek için bu haksız savaşları, “özgürlüklere saldırı karşısında savunma”, “barbar olan ulusları uygarlaştırmak”, “dünya terörizmine karşı açılmış bir savaş” olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Oysa bu masalların arkasında emperyalizmin krizi ve hegemonya yarışı yer almaktadır. Bu durum yeniden bir paylaşım ve yeni bir savaş demektir. Hegemonyanın yeniden sağlanabilmesi için emperyalist savaş kaçınılmazdır. La Rouche, hegemonya yarışında ortaya çıkan emperyalist blok oluşumlarını şöyle açıklıyor:

“Birinci Dünya Savaşını Asya’daki benzer oluşumların önünü kesmek için İngiltere çıkarttı. Önce Balkanları tutuşturdular, sonra dünyayı. İkinci Dünya Savaşını aynı maksatla Almanlar çıkardı. Şimdi ABD ve İngiltere içindeki güçler –Brzezinski bunlara dâhildir– Asya’daki oluşumları engellemek için dünya savaşı çıkartmak istiyorlar. Ağustos bunun için en uygun aydır. Bu savaşın adını da Batı ile İslam’ın savaşı koyacaklar.”

La Rouche, Ağustos diyordu, Eylülde saldırı oldu. Herhalde, emperyalizmin nasıl işlediğini bilen biz Marksistler için bu adam bir kâhin olmasa gerek. La Rouche’un söyledikleri kehanet değil, emperyalizmin anayasasında yazan şeylerdir. La Rouche saldırı sonrası yapılan bir mülakatta ise şunları söylüyor: “11 Eylül hadisesi bir makyaj operasyonudur ve tam da uluslararası mali ve parasal çöküşün yaşandığı dönemde yapılmıştır. Bunu yapanlar, katiyen ABD dışındaki güçler değildir. Başka ülke insanları kullanılmış olabilir. Fakat bunu yapanlar, ABD içindeki güçlerdir.”[v]

İkiz Kuleler çöktüğünde, yoksul ülkelerin emekçilerinin pek çoğu olaya şöyle bakmıştı: “ABD ektiğini biçti”, “ABD’nin sembolleri yerle bir oldu”, “artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak.” Batılı emekçi sınıfların pek çoğu ise saldırıyı CNN’in verdiği haberler doğrultusunda algılayarak emperyalistlerin durduğu noktada duruyordu. Emperyalist ideolojik cephe kalınca örülmüştü ve işçi sınıfı bağımsız sınıf tavrı gösteremediği için bu cephede gedikler açılamadı. Dünya işçi hareketinin gerilediği, devrimci mevzilerin kaybedildiği dönemlerde genellikle meydan düzen sahiplerine kalır ve onlar emekçi sınıfın kafasını istedikleri gibi bulandırırlar. Biz elbette bu saldırının basit ve bireysel bir terör saldırısı olduğuna inanmıyoruz. Öte yandan, Marksistler bireysel terörizmi yererler. İşçi sınıfını maceracı ideolojilerden kaçınması için bilinçlendirmeye ve onun dünya genelinde politik örgütlenmesini sağlamaya çalışırlar. Marksistler bilirler ki işçi sınıfının mücadelesini dışarıda bırakan tüm bombalar güçsüzdür.

Saldırı ve kulelerin çökmesi ABD’ye bir zarar vermediği gibi, ABD emperyalizminin işini de kolaylaştırmıştır. ABD’de ve Batıda işçi sınıfının bilinci bulandırılarak, kendi sınıf kardeşleri olan yoksul ve Müslüman ülkelerin işçilerine düşman edilmeye çalışılmıştır. Saldırının ardından çeşitli Batı ülkelerinde, Doğulu işçilere saldırılar başlamış ve kimileri öldürülmüştür. Olay, emperyalist medya tarafından bir medeniyetler savaşı, İslamın Batıyla çatıştığı bir savaş olarak lanse edilmiştir. Amerikalı egemenler milliyetçiliği kışkırtarak, tüm halkı “saldırı altındaki” ABD’nin etrafında toplanmaya çağırmaktadırlar! Dünya ekonomisinin resesyona girdiği bir dönemde saldırı, ABD emperyalizmi için yeni fırsatlar doğurmuştur. Örneğin 1999’da Seattle’da başlayıp tüm dünyada gelişen “küreselleşme karşıtı” eylemler, bu bahaneyle engellenmeye çalışılmaktadır. İşçi sınıfının sosyal hakları kısıtlanmaya, demokratik hakları hiçe sayılmaya başlanmıştır. Gericilik dalga dalga yayılırken, Bush yönetimi yargısız infaz kanunları çıkartarak “cadı avına” başlamıştır. Anti-balistik füze kalkanı kurmak ve silahlanma yönünde kararlar almak isteyen ABD emperyalizmi, saldırı öncesi bunları hayata geçiremezken, saldırı sonrasında her istediğini yapmakta meşru bir zemin bulmuştur. ABF kalkan projesi hayata geçirilmiş, ABD senatosu silahlanmaya 40 milyar dolar para ayırmıştır. ABD, kendi çıkarlarıyla çakışmayan ülkeleri “terörist” ilan edivermiştir. 50 ülke bu kapsama girmektedir. Saldırı öncesi NATO’nun büyümesine karşı çıkan diğer emperyalist ülkeler, saldırı sonrasında NATO anlaşmasının 5. maddesinin işletilmesine karşı çıkamamışlardır.

Saldırıdan sonra genel olarak dünya üzerinde kaynağı belirsiz bir “terörizm heyulası” dolaştırılmaya başlandı. Yaratılan bu heyula, emperyalist ideolojinin diğer faktörleriyle de birleşerek dünya üzerinde gerici bir Demokles kılıcı rolü oynamaktadır. Dezenformasyon sayesinde ABD ve Avrupa emperyalistleri, dünya emekçi sınıflarına karşı ideolojik bir savaş yürütüyorlar. Bugün “terörizm” motifi bu ideolojik savaşın en güçlü ayağı olmuştur. Yeni dönemde, nerede ABD’nin çıkarlarıyla ters düşen bir sivrilik görülürse, bu “sivrilik”, yaratılan terörizm bahanesiyle ezilmek istenmektedir. ABD’de ve Avrupa’da işçi sınıfı yıllarca, yaratılan SSCB düşmanlığıyla sindirilmişti. Emperyalist propaganda, ABD’yi ve Batılı emperyalist devletleri “hür dünya”, SSCB’yi ise saldırgan ve “terörist” olarak lanse etmişti. 11 Eylül saldırısından sonra ABD emperyalizmi yine özgürlük savunucusu olarak boy göstermeye başladı. Bush “dünya üzerinde tüm kötülüğü kazıyacağız, terörizmi bitireceğiz” yolunda açıklamalar yaptı. Şimdi, “şeytanın imparatorluğu SSCB” propagandasının yerine “uluslararası terörizm” propagandası ikame ediliyor.

Tarih hep ironilerle doludur. Geçmişte SSCB için ABD ve Batı, ABD ve Avrupa içinse SSCB “terörist” ve özgürlük düşmanıydı. Bugünse yine “iyiler” ve “kötüler” var. George Orwell’ın kulakları çınlasın. 1984 adlı eserinde belki de tam bugünü anlatıyordu. Soyut bir düşman ve her an saldırıya uğrayabilecek, insanlığın savunucusu olan özgür bir ülke! Aslında böyle bir ülke yoktu. Ve şimdi de düşünmek gerekiyor: Her an özgürlüklere saldıracağı söylenen, sürekli büyük ekranlarda gösterilen bu kaynağı belirsiz terörist “düşman” da, halkı uyutarak yanına çekmeye çalışan emperyalist propaganda merkezlerinin bir uydurması olmasın? Şimdi şeytan ilan edilen ve dünya üzerinde dolaştığı söylenen bu terörizm düşmanı nerededir acaba? Anavatanı var mıdır? Yoksa insanların hayal dünyasında böyle bir umacı sürekli yaşatılmak mı istenmektedir?!

İşin gerçeği şu ki, SSCB’nin dağılması ABD’nin “hür” dünya savunusu rolünü ortadan kaldırdı. Ancak hayali düşman yaratmakta ABD’nin üzerine yoktur. ABD 1990’larda ortaya çıkan boşluğu, Saddam, terörist devletler ve “yeni dünya düzeni”nin özgürlük savunuculuğu propagandasıyla doldurmaya çalıştı. ABD istese Saddam’ı deviremez miydi? Peki, niye devirmedi? Çünkü o zaman hegemonya yarışında ABD emperyalizmine bahane oluşturacak malzeme ortadan kalkmış olurdu. Saddam, ABD için bulunmaz bir nimetti. Afganistan savaşı sonrasında “dünya terörizmine karşı mücadele” bu kez kimin üzerinden devam edecek dersiniz?

Emperyalist hukuk, meşruluğunu politik, ekonomik ve askeri olarak baskın olanın gücünden alır. Hukuk egemen olanın hukukudur. Suçlu ise hep egemen olanın çıkarlarıyla örtüşmediğinde ortaya çıkar. ABD, Vietnam’da ve Kore’de savaştığında, 1960’lı yıllarda Endonezya’da milyonlarla ifade edilen komünistlerin öldürülmesinde, 1986’da Libya’yı bombaladığında, 1953’te İran’da, 1973’te Şili’de darbe yaptığında meşruluğunu hep egemen olmaktan alıyordu. Egemen olan yaptığında haklı oluyor, egemenlik zoru meşrulaştırıyor!

Ladin ve Taliban kimin beslemesidir? Ladin, ABD onu SSCB’ye karşı kullandığında “özgürlük savunucusu”, ABD’ye karşı döndüğünde ise birdenbire terörist oluveriyor. ABD eski dışişleri bakanı Henry Kissinger saldırıdan sonra şu açıklamayı yaptı: “Her kim ki teröristlere destek sağlar, finanse eder yahut teröristlere ilham verir, bunlar, en az terörist kadar suçludur.” Kissinger bu sözleri Afganistan, Irak vb. için söylüyor. Ama aslında çok güzel bir şekilde ABD’yi tarif etmiş olmuyor mu? Evet, bu denilenler doğrudur ve ABD dünyada emperyalist terörün başıdır. Kapitalist sistem var oldukça terörizm de var olacaktır. Her ülke, terörizmi kendi çıkarları için kullanmaktan çekinmeyecektir. Şu anda müttefik gözüken ülkeler, çıkar yolları ayrıldığında birbirlerini terörist ilan etmekten çekinmeyeceklerdir. Bu bir güçler ilişkisidir. Güçler değiştiğinde ilişkiler de değişir.

Eski CIA başkanı R. James Woolus, Irak’a müdahale konusunu tartıştığı bir yazısında şöyle diyor: “Türkiye’ye Kuzey Irak’ta istikrar garantörlüğü rolü vererek ve buradan petrol kaynaklarına geçiş imkânı sağlayarak (sorun -çn.) çözülür. Bu kolay olmayacak, ama eğer kararlı olursak gücümüzü de aşmamakta. Türkiye ve Umman denizindeki uçak gemilerinden harekete geçerek hava gücümüzü deniz kıyısı bulunmayan Afganistan’a karşı yaptığımızdan daha hızlı ve yıkıcı şekilde kullanmamızı sağlayacak sortiler yapabiliriz.” Yazının biraz sonrasında bakın ne yumurtluyor: “Hedefimizin ne olduğu konusunda en ufak bir şüphe olmamalı: Irak’a demokrasi getirmek.”[vi] İşte emperyalistler özgürlük ve demokrasiyi böyle getiriyorlar. Afganistan’da binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan savaşın adı da “sürekli, kalıcı özgürlük” değil miydi?

“Terörizm”e karşı oluşturulan “ittifak” ittifak mıdır?

11 Eylül saldırısından sonra tüm emperyalist ülkeler ABD’nin yanında olduklarını açıklayıp matem havasına girerek timsah gözyaşları döktüler. Herkes şunu söylüyordu: “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” Zahir bu doğruydu ve Avrupalı emperyalistler bunu çok iyi biliyorlardı! 1990’da ortaya çıkan dengesizlik nihayet çözümlenecekti. Fakat durum Birinci Dünya Savaşı öncesinden pek de farklı değildir. Farklı olan, savaşın daha şiddetli ve başka araçlarla devam etmesinin yollarının bulunmuş olmasıdır. Altın kemeri elinde bulunduran ABD, kendine yaklaşmak ve kemeri elinden almak isteyen diğer emperyalist rakiplerini görüyor; onlara üstün gelmenin yollarını arıyor. 11 Eylül saldırısı gerek ABD, gerekse diğerleri için bir fırsat olmuştur. Diğer güreşçiler de saldırı sonrasının gürültüsü içinde güreş alanına inmişlerdir.

ABD saldırı sonrasında büyük bir avantaj ve prestij yakalamıştır. Bu prestij sayesinde, işine gelmeyenleri terörist ilan ederken ve dengeleri kendi lehine çevirmek için stratejik alanlarda belirleyici olmak üzere harekete geçerken, diğer emperyalist güçler şimdilik seslerini çıkartamıyorlar. Avrupa emperyalizmi büyük bir matem havası içinde ABD’yi diplomasiyle kuşatmaya çalışmaktadır. Avrupa bir taraftan diplomasi yapıp ABD’nin yanında gözükürken, arkasından ABD’nin altını oyup onun prestijini yok etmeye yönelmiştir. Amaç ABD’nin yakaladığı saygınlığı ve üstünlüğü kullanarak istediği yere saldırıp ganimete tek başına konmasını engellemektir. Avrupalı emperyalistler, ABD’nin müdahale ettiği yerlerde tek başına davranmasını kesinlikle istemiyorlar. Almanya’nın Afganistan saldırısına asker göndermek istemesi boşuna değildir. Nitekim Almanya Afganistan’a gidecek sözde “barış” gücünün komutanlığı için İngiltere’yle çekişmektedir. AB saldırıyı hemen kendi çıkarları için kullanmış ve terörizme yeni bir tanım getirirken, Avrupa Ordusunun kurulması için atağa geçmiştir. Avrupa ABD’ye destek verirken “ama” ve “ancak”ları da yükseltmiştir.

Daha 12 Eylülde Financial Times şöyle yazıyordu: “Ancak başkan Bush’un misillemeden önce durup düşünmesi, müttefikleriyle birlikte hareket ederek vuracağı hedefleri ve zamanlamayı tartışması gerekir.” Almanya Başbakanı, “riske evet maceraya hayır” derken, Fransa Cumhurbaşkanı, “Desteğe evet. Ama, müdahalenin boyutu ve içeriğini tartışmak şartıyla” demekteydi. 14 Eylül tarihli L’Express adlı Belçika gazetesinde şu satırlar yer alıyordu: “Dünyanın kulağı olan Avrupa bundan böyle daha çok sorumluluk üstlenecek. Bundan böyle kendi güçsüzlüğünü örtbas etmek, zayıflıklarını kapatmak ve güçsüzlüklerine çare bulmak için Amerika’ya bel bağlamayacak. Avrupa’nın iradeli ve cesur olmasının zamanı geldi.” 14 Eylül tarihli Le Monde: “Hedef olarak gösterilen Bin Ladin, yıllarca CIA tarafından eğitilerek Ruslara karşı kullanıldı. Bu tutum akıllara ‘acaba teröristin iyisi ve kötüsü mü var’ sorusunu getiriyor.” Alıntıları uzatmanın bir anlamı yok. Bu açıklamalar “ittifak” hakkında çok açık bir fikir veriyor. Hegemonya yarışında ABD henüz kesin bir üstünlük kurmuş değildir. Diğer emperyalist güçler artık ABD’nin jandarmalığını tanımak istemiyorlar. 11 Eylül saldırısı ile Afganistan’a saldırı arasında tam bir aylık bir süre vardır. Bu bir aylık süre zarfında tüm emperyalist devletler birbirlerinin arkasından numaralar çevirmeye başlamış, çıkarlar yeniden gözden geçirilmiş, kartlar yeniden karılmıştır.

ABD ve diğer emperyalistler için Afganistan’ın önemi nedir? Afganistan; Çin, Hindistan ve Rusya’nın ortasına sıkışmış jeopolitik önemi olan bir ülkedir. ABD’nin amacı Afganistan üzerinden Orta Asya petrollerine ulaşmak, buradaki petrolleri hem Uzak Doğuya pazarlamak hem de Hint Okyanusu üzerinden Batıya taşımaktır. Ulusötesi Amerikan şirketi UNOCAL, Taliban’la bir anlaşmaya varmıştı. Taliban Afganistan üzerindeki –özellikle şu an ABD’nin müttefiki olan Kuzey bölgesindeki– tüm toprakları ele geçirecek ve Kuzey bölgesine boyun eğdirecekti. Ancak Taliban başarısız oldu ve proje ortada kaldı. Ne oldu bilinmez! Birden bire ABD ile Taliban’ın çıkarları uyuşmamaya başladı.

ABD çoktandır yapmak istediğini yaptı ve Afganistan’a ulaşmayı başardı. Kısa zamanda Afganistan’a giren ABD askerleri, kamplar kurmaya başladı. ABD’nin asıl amacı kısa zaman zarfında Afganistan’da bir üs kurmaktı. Böylelikle Körfez Savaşıyla Ortadoğu’da açılan gedik ve sonrasında Balkanlarda genişletilen hat, Afganistan’la birlikte güçlendirilmiş oluyor. ABD, petrol pazarlarını bir üçgen içine alıyor. ABD’nin Afganistan’a girmesi önümüzdeki süreçte başka çatışmaların da olacağının göstergesidir. ABD Ortadoğu, Balkanlar ve şimdi de Afganistan’a üsler yerleştirmekle, bu çatışmayı göze almıştır. Emperyalist dengelerin kendi lehine devam etmesi için ABD, dünyayı askeri olarak kuşatma politikası güdüyor.

Bölgede çok ciddi güç haline gelen Çin, Rusya, Hindistan ve Japonya, ABD’nin burunlarının dibine sokulmasına neden seslerini çıkartmıyorlar? Rusya hariç diğer üçlünün ne yapmak istediği şu an belli değildir. Rusya ise Afganistan’a binlerce asker ve silah göndermiştir. Kuzey İttifakını Taliban’a karşı silahlandıran Rusya’dır. Kendi bölgesine çeki düzen veren Rusya, BDT içinde ABD ve NATO ile flört eden ülkelerin kulaklarını çekip, kendi inisiyatifi dışında gelişen bu flört girişimlerinin önünü kesmek istiyor. Eğer ABD ve NATO’yla yakınlaşma olacaksa buna karar verecek ve işleri yürütecek güç Rusya olmalıdır.

Biz gizli görüşmelerde neler konuşulduğunu bilmiyoruz. Ancak emperyalist dünya sisteminin geldiği yer ve ekonomik kriz şunu gösteriyor: Bir savaş olacaksa, bu, terörizme karşı açılmış bir savaş değil, bizzat emperyalistlerin kendi arasında olacak bir savaştır. Savaşın şu an için açık cephelerde ve birebir emperyalistler arasında cereyan etmemesi bizleri yanıltmamalıdır. Onlar pekâlâ yoksul ülkeler üzerinden savaşabilmektedirler. Balkanlar bunun çok iyi bir örneğidir. Yukarıda da söylediğimiz gibi, dönem 1914’e çok benzemektedir ve emperyalistler arası saflaşma devam etmektedir. ABD’nin Rusya’yla “ittifak” kurması şaşılacak bir şey değildir. ABD ile tarihsel müttefiki İngiltere arasında bazı anlaşmazlıklar çıkmış gibi gözüküyor. Örneğin ABD’nin Irak’a saldırısına İngiltere karşı çıkarken, bugüne kadar müdahaleye karşı duran Rusya, bu itirazını kesmiş ve ABD ile anlaşmaya varmıştır. İngiltere ABD’ye nispet yapar gibi AB yönünde açıklamalarda bulunmuştur. Tony Blair, 22 Kasım günü yaptığı bir konuşmasında, İngiltere’nin Avrupa ile olan ilişkilerindeki fırsatları hep illüzyonlar görerek kaybettiğini, bu sefer euro para birimindeki son fırsatın kaçırılmaması gerektiğini, güçlü ve birleşik bir Avrupa’nın dünya barışı için zorunlu olduğunu söylemiştir. Bu, İngiltere’nin Avrupa’ya dönüş için köklü bir politika değişikliği yaptığı anlamına mı geliyor? Bunu bilmiyoruz. Politika güçler ilişkisidir. Çıkarlar kiminle kesişirse emperyalistler oradadırlar. Rusya’nın ABD’ye, İngiltere’nin AB’ye yanaşması, emperyalist savaş alanının kayganlığında bir anda değişir; düşmanlar kardeş, kardeşler düşman olur. Afganistan operasyonu sonrasında ortaya çıkacak hedefler, kimin kiminle olduğu ve çıkarların nasıl çakıştığı biraz daha netleşecektir.

ABD yönetimi şimdilik Irak’a saldırı planları kuruyor ve bunu sık sık açıklıyor. Ama burada akıllara bir soru takılıyor. ABD Saddam’a müdahale eder mi? Ederse nasıl bir strateji geliştirmektedir? Çünkü Saddam yerli yerinde kaldıkça ABD, Suudi Arabistan ve bölgedeki dört üssü terk etmez. Eğer Saddam giderse ABD askerlerinin ve üslerinin Ortadoğu’da varlık nedeni ortadan kalkmış olacaktır. Bu durumda gerek AB ve diğer emperyalist devletlerin, gerekse Arap devletlerinin ABD’ye Ortadoğu’dan çıkması yönündeki baskıları artacaktır. ABD Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya hattında diğer emperyalist kutuplar karşısında hiç de avantajlı olmayan bir duruma düşecektir. Bundan dolayıdır ki ABD Irak’a müdahale ederse, bunu hem Saddam’ı devirip bölgede kalıcı olmaya devam etmek için yapacaktır; hem de Irak petrollerine doğrudan ulaşacaktır. ABD bölgede kalıcı olmanın yollarını döşüyor ve bahaneler stratejisi geliştiriyor. Meselâ Türkiye’nin hortlaktan korkar gibi korktuğu bir Kürt devletinin varlığı, ABD için bulunmaz bir nimettir. ABD güdümünde bir Kürt devleti, petrol rezervlerine direkt ulaşmak, üsler kurmak ve bir adım sonrası Kafkasya demektir. İsrail’in yeniden Filistin halkını katletmeye giriştiği ve Filistin’i yeniden işgal ettiği savaşa ABD’nin destek vermesi bu planın bir parçasıdır.

Sonuç

Sonuç olarak bizleri ilgilendiren kapitalist sistemin gideceği yöndür. Kapitalist sistem krize girdiğinde ve kriz derinleşip uzadığında, daha önce oluşmuş bulunan emperyalistler arası güç dengeleri altüst olur ve bir hegemonya krizi yaşanmaya başlanır. Bu da emperyalist güçler arasındaki rekabetin kıran kırana geçmesini ve bir savaş ortamının oluşmasını gündeme getirir. Ekonomik kriz ve sistemin zora girmesi, bir savaş ve düzende kırılmalar yaşanması olasılığının artması demektir. Savaş dönemleri dünya işçi sınıfının bilincinin burjuva propaganda mekanizmaları tarafından çarpıtıldığı dönemlerdir. İşçi sınıfının enternasyonal mücadele geleneğine ve dünya devrimi düşüncesine bağlı kalan Marksistlerin görevi, bir an önce devrimci mevziler kazanabilmek için, dünya çapında bir proleter devrimci enternasyonali hızla inşaya girişmektir. Dünya işçi sınıfına, bu savaşın emperyalist bir savaş olduğunu ve gerçek düşmanın sermaye ve onu elinde tutan her milliyetten burjuvazi olduğunu, ancak bu enternasyonal açıklayabilir. Düşman dışarıda değil, içerdedir. Marksistler genel olarak savaşa karşı değil, emperyalist savaşa karşıdırlar. Enternasyonalist komünistler savaşa karşı tutum alırken, bunu kapitalist düzenin devamı için yapmazlar. Onlar emperyalist savaşı iç savaşa çevirme ve sermayenin iktidarını devirme şiarıyla hareket ederler. Enternasyonalist komünistler, bir işçi enternasyonalinin ne anlama geldiğini somut olarak yaşamışlardır. Tutuklanan Pakistanlı Marksistlerin uluslararası bir kampanya başlayınca serbest bırakılmaları çok anlamlıdır. Enternasyonalist komünistler işçi sınıfına emperyalizmi anlatırken, emperyalizmin insanı insana karşı savaştırarak barbarlara dönüştürdüğünü de anlatmalıdırlar. 1979’da başlayan Afganistan savaşı, insanları tam anlamıyla barbara çevirmişti. Afgan halkının yaşadığı travma tahayyül sınırlarını aşmıştır. Somut olarak görüldüğü gibi “gelecek ya sosyalizmdedir” ya da dünyanın emperyalist sistem elinde “tamamen barbarlaşmasıdır”.

***

[i] David McNally, Cosmo Politik dergisi, Ekim 2001, sayı 1, s. 107

[ii] 1979’da mollalar iktidara geldikten sonra, ABD ile Mollaların çıkarları ters düşmüş ve ABD İran’ı terörist ilan etmişti. Mollalar ise sınıf hareketini bastırmak ve kitleleri ideolojik temelde körleştirmek için 1980’de ABD’yi şeytan ilan ederek, ABD elçiliğini işgal ettirmiş ve elçiliktekileri rehin almışlardı. ABD’de 1980’de yapılan başkanlık seçimlerini kazanmak isteyen Reagan, Humeyni’yi bizzat arayarak telefonla görüşmüş, seçimlerin sonucu belli olana kadar elçilikteki işgalin sürmesini istemişti. Nihayetinde işgali iç siyaset malzemesi yapan Reagan seçimleri böyle kazanmıştı. 11 Eylül saldırısına niye şaşırmamak gerektiği çok açık değil midir?

[iii] Michael Chossudovsky, Cosmo Politik dergisi, s. 45

[iv] Business Week, 14 Şubat 2000

[v] Aktaran Aydın Çubukçu, Evrensel Kültür, sayı 119, Kasım 2001, s. 28

[vi] Radikal, 29 Kasım 2001, s.8

İlgili yazılar