Gelecek Bizim Gelecek Sosyalizm grubu olarak, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü yaklaşırken kadın ve erkek işçiler, gençler, öğrenciler olarak bir araya geldik, Diren filmini izledik. Film 1900’lü yılların İngiltere’sinde geçiyor. Kadınların oy hakkı mücadelesi filmin ana teması olsa da, kadınların bir birey olarak yok sayıldığı, aşağılanıp horlandığı dönem çarpıcı karelerle gözler önüne seriliyor. Emekçi kadınların hem kadın olarak ezilmesi hem de sömürülmesi sergileniyor. Küçücük yaştan itibaren çamaşırhanelerde çalışan kadın işçiler gün yüzü göremeden gencecik yaşta göçüp gidiyorlar güzelim dünyadan.
Etkinliğine katılan pek çok arkadaşımız filmi ilk kez izlediğini ve filmden çok etkilendiklerini belirttiler. Kimi zaman insanı ve elbette ki kadınları hiçe sayan sömürü düzenine öfkelenerek, kimi zaman gözlerimiz dolarak izledik. Filmi izledikten sonra duygularımızı paylaştık. Kısa süre önce Dilovası’nda kaçak bir parfüm fabrikasında çıkan yangında yaşamını yitiren kadın arkadaşlarımızı andık. 2025 yılındayız ancak ne yazık ki hâlâ önlenebilir, üstelik de basit nedenlerden dolayı iş cinayetlerinde ölüyoruz. Sömürü düzeni kapitalizmde kâr, insan canından önce geldiği için her gün işçi kardeşlerimiz, canlarımız bir bir aramızdan kopartılıyor. Lise öğrencisi arkadaşlarımız, film etkinliğinin bu kadar etkili olabileceğini düşünmediklerini ve filmin kendilerini çok etkilendiğini söylediler. Bir lise öğrencisi arkadaşımız MESEM projesiyle gencecik arkadaşlarının ölüme sürüklenmesine isyan etti. Dilovası’nda kendisiyle yaşıt 15-16 yaşlarındaki genç kızların yanarak can vermesini kabullenemediğini, “hepimiz bu arkadaşlarımız neden öldü diye sorgulamayız!” dedi. “Filmde de birçok kadın işçi çocukluğundan itibaren işçileştirilmişler. Bugün de tablo pek değişmemiş, zaman ve teknoloji ilerlese bile çocuk emeği patronlar için hâlâ baldan tatlı. İş cinayetleri artmaya devam ediyor. Daha 2025 yılı bitmeden 82 çocuk işçi yaşamını yitirdi. «Bu hayatı yaşamanın başka yolu olmalı» deniyor ya filmde, gerçekten de başka türlü bir yaşam mümkün, yanarak öldüğümüz yaşamı reddediyoruz!” Bir metal işçisi kadın arkadaşımız ise filmdeki repliği tekrar ederek “köle olacağımıza asi oluruz daha iyi” dedi.
Daha önce filmi yine birlikte izlediğimiz bir metal işçisi kadın arkadaşımız duygularını şöyle dile getirdi: “Diren filmini daha önce de izledik. Hep birlikte izlemenin keyfiyle kaç kere izlesek de bıkmıyoruz. 1900’lerdeki acımasız iş koşulları, kadını hor görme, aşağılama, hiçbir hakka layık görmeme, taciz, şiddet… maalesef hepsini 2025 yılında da görüyoruz, yaşıyoruz. Onun için filmdeki kareler yabancı gelmiyor, tepedekilerin zihniyeti aynı; kin, nefret, öfke, içleri kötülük bürümüş halktan habersizler. İşçileri ucuz işgücü olarak kullanıyorlar, kadınlara hâlâ eşit işe eşit ücret vermiyorlar.
“Kadınlar çocuk yaşta çalıştırılmaya mahkûm bırakılıyor; açlık ve yoksullukla boğuşuyor, okul hayatları olmuyor sadece zenginlerin çocukları okuyabiliyor. Bu katlanılmaz koşullar, tabi ki kadınların ve işçi sınıfının mücadelesini daha da körükledi. Her şeye rağmen o dönem mücadele eden işçiler, emekçiler, devrimciler, sosyalistler sayesinde bugün sahip olduğumuz haklar alındı, yoksa kimse vermedi. Filmde başrol oyuncusu Maud mücadelenin bir parçası olduğunda eşi tarafından kapının önüne konuyor, çocuğunu görmesine dahi izin verilmiyor. Hapse atılıyor, fiziksel ve psikolojik şiddet görüyor. Ama her şeye rağmen pes etmiyor ve bugün biz onlar sayesinde oy kullanmanın yanı sıra birçok hakka sahibiz. Dilovası’nda aynı o dönemde olduğu gibi sermaye için 7 can yanarak iş cinayetine kurban edildi. Çocuk yaşta işçiler çalıştırılıyor, 65 yaşında emekli olup dinlenmesi gereken kadınlar düşük ücretlerle çalıştırılıyor, sigortasız ve güvencesiz. Bir şekilde birilerinin cebi şişsin diye hayatları yarım kaldı. Dilovası bize çok yakın bir bölge, o fabrikada aramızdan birileri de olabilirdi. Öfkelenmemek artık yeter dememek elde değil.
“Televizyon kanallarına birileri çıkıyor ve diyor ki «kadınlar başımızın tacıdır» ama fabrikalarda kadınlar ölüyor. «Kadınlar çiçektir» deniyor ama kadınlar katlediliyor. «Cennet kadınların, annelerin ayakları altındadır» deniyor ama tacize tecavüz uğruyor. Hiç birinde de gerçek anlamda bir cezai işlem uygulanmıyor. Nedir bu yaman çelişki diye sorguluyorsun. Yaşananların sebebi ta egemenlerin kendileridir, yaşadığımız bu kapitalizmdir. Bizler birlik olup buna karşı durmadığımız sürece bitmesi pek mümkün değil. Özgür, eşit ve onurlu bir yaşam için mücadele vermek zorundayız.”
Yine başka bir lise öğrencisi arkadaşımız şöyle ifade etti duygularını: “Diren filmini izlediğimde aslında bize verilen hakların, altın tepsiye sunulmadığını, hepsinin bedeller ödenerek kazanıldığını gördüm. Film bana hayatın belli noktalarında sistemin kendisinin aslında işçileri mücadele etmeye mecbur bıraktığını gösterdi. Çünkü sistem o kadar çürük ki mücadele etmeden kurtulamayacağımızı anlatıyor.” Genç arkadaşımızın işaret ettiği nokta son derece önemliydi. Bugün kazanılmış haklarımız, işçi sınıfının örgütsüz olması nedeniyle tırpanlanıyor, elimizden alınıyor. Her gün aramızdan gencecik işçi kardeşlerimizin yaşamdan kopartılması da bunun sonucu değil mi? İşçiler örgütlü olduklarında güçlüdürler ve yaşamlarını riske atan koşullara da ancak birlikte karşı durabilirler. Mesela Dilovası’nda yaşamını yitiren işçiler birlik olup o koşullarda çalışmayı reddedebilselerdi bugün hayatta olacaklardı. Yaşam hakkımız için dahi mücadele etmemiz gerektiği gün gibi ortadadır. Mücadeleden başka seçeneğimiz yok.
Bir başka metal işçisi kadın arkadaşımız, “Diren filmini izlerken, direnmenin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Ben de çok küçük yaşta işçiliğe başladım; haksızlığı, sömürüyü, adaletsizliği çocuk yaşta gördüm. Ama zamanla sosyalizm mücadelesiyle tanıştım. Haklarımızın kendiliğinden gelmediğini, alın teriyle, bedelle kazanıldığını öğrendim. Bizim direnişimiz, yarın gelecek kuşaklara daha iyi bir yaşam bırakmak içindir aynı zamanda. Biz mücadele etmezsek bu düzen değişmez ama direnirsek, örgütlenirsek, yan yana durursak; işte o zaman her şey değişir” diyerek geleceğimize sahip çıkmamız gerektiğini vurguladı.
Etkinliğe katılan ve kısa bir süre önce hakları için direnişte olan bir erkek işçi arkadaşımız ise, demokratik hak ve özgürlüklerimiz için de mücadele etmemiz gerektiğine dikkat çekti: “Film kadın işçilerin oy hakkı mücadelesini anlatıyor, üzerinden yüz yıldan fazla bir zaman geçmiş. Ama ben de bugün bir erkek olarak oy hakkım için mücadele etmek zorundayım. Hakkârili bir genç olarak oy kullanmaya başladığımdan beri oy verdiğim, seçilmiş hiçbir belediye başkanı görevini tamamlayamadı, kayyum atandı, seçilmiş milletvekilleri tutuklandı. Bunun için de hala mücadele veriyoruz.”
Bir öğretmen arkadaşımız filmi izlediğinde bir kadın olarak yaşadığı süreçlerin gözü önünde canlandığını ve emekçi kadınların bu düzende katmerli olarak sorun yaşadığını ve daha fazla mücadele etmek zorunda olduğumuzu belirtti. Başka bir kadın arkadaşımız ise “hak elde etmek için bu kadar bedel ödemek zorunda mıyız?” diye düşündüğünü ve öfkelendiğini söylerken, sorduğu sorunun cevabını kendisi verdi: Hak verilmiyor, hak ancak alınıyor. Mücadele etmeden katlanılmaz koşullarımız değişmiyor.
Bir erkek metal işçisi arkadaşımız ise işçi sınıfının tarihsel mücadelesinde muazzam bir deneyim anlamına gelen Ekim Devrimine vurgu yaparak, esas olarak devrimin dünya halklarının yaşamında kadınıyla erkeğiyle değişime yol açtığını belirtti. 1917’de Rusya’da işçi devrimi olduktan sonra bir çırpıda kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınıyor, kadınların boşanması kolaylaştırılırken çocuğun velayet hakkı kadınlara da tanınıyor. Düşünün ki filmin geçtiği 1912 yılında İngiltere’de söz hakları dahi olmayan kadınlar, bu haklar için mücadele ediyorlardı. Devrim korkusuyla tutuşan burjuvazi bu hakları Avrupa’daki kadınlara da ancak devrimden sonra tanımak zorunda kaldı.
Etkinliğe katılan petrokimya işçisi bir kadın arkadaşımız “kadının erkekten aşağı olduğunu kim çıkarmış, neden kadınlar ve erkekler eşit haklara sahip değiller, neden bu adaletsizlik” diye sormuştu. Kapitalizm, eşitsizlik ve adaletsizlik üzerine kurulmuş bir sistemdir. Özel mülkiyete dayalı, insanı insana, emekçiyi emeğine yabancılaştıran, değersizleştiren, hiçlik duygusunu körükleyen, eşitsizlik üreten kapitalist sömürü düzeni cinsiyet ayrımcılığının da, kadına yönelik şiddetin de esas kaynağıdır. Topluma nefret pompalayarak emekçileri yapay temelde kutuplaştıran ve kadın kimliğini aşağılayan burjuva hükümetler, katilleri koruyup kollayan burjuva yargı sistemi, eşitsizliği normalleştirip taze zihinlere kazıyan eğitim sistemi ve düzen medyası kadına şiddetin üretilmesinde büyük bir rol oynamaktadır.
İnsanı insana kul köle eden, değersizleştiren, hiçlik duygusunu körükleyen, eşitsizlik üreten, gençleri geleceksiz bırakan kapitalist sömürü düzenine mahkûm değiliz. Bu kahrolası düzen biz kadınlara da, tüm işçi ve emekçilere de yeryüzünde cehennemi yaşatıyor, iyi hiçbir şey vaat etmiyor. Bugüne kadar “Böyle gitmemeli” diyen, “Bu hayatı yaşamanın başka bir yolu olmalı” diye düşünen işçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, sosyalistler ve devrimciler sayesinde bugün sahip olduğumuz haklar kazanıldı. Bugün bize düşen bu hakları korumak ve daha da genişletmek için toplumsal mücadelenin bir parçası olmaktır. Özgürlük ve en temel hak olan yaşam hakkımız için bile mücadele etmek zorundayız. Başka seçeneğimiz yok!
Kadına Şiddeti ve Erkek Egemen Zihniyeti Doğuran Kapitalizmdir!
Dilovası’nda 6 Kadın İşçinin Yanarak Ölmesinin Sorumlusu Patron Düzeni ve Siyasi İktidardır!
