Bağlantısızlar Hareketi ve Anti-Emperyalizm
Utku Kızılok, 1 Aralık 2006

Geçtiğimiz Eylül ayında Küba’nın Başkenti Havana’da Bağlantısızlar Hareketi zirvesi toplandı. 118 devletin katıldığı bu toplantı dünya ölçeğinde bir hayli de yankı buldu. SSCB’nin tarih sahnesini terk etmesi ve ABD emperyalizminin dünyada tek hegemon güç olarak kalmasıyla birlikte fiilen dağılmış bulunan Bağlantısızlar Hareketinin yıllar sonra toplanması, Chavez ve Ahmedinecad gibi liderlerin ‘anti-emperyalizm’ pozlarıyla zirvede boy göstermesi, sol çevrelerde de heyecana neden oldu. Zirve vesilesiyle iki konu tartışılmaya başlandı. Birincisi, ABD emperyalizmine karşı yeni bir güç odağı şekilleniyor ve böylece tek kutuplu dünya çok kutupluluğa mı gidiyordu? İkincisi, Chavez, Morales ve Ahmedinecad gibi liderlerin yükselttikleri çizgi ‘anti-emperyalist’ miydi?

Yeni bir kutup mu şekilleniyor sorusu söz konusu olduğunda sol çevreler genel bir ihtiyat kaydı koymaktalar. Fakat mesele ikinci başlığa geldiğinde tüm ihtiyat kayıtları silinmekte, kapitalist ülke liderlerinin yükselttikleri anti-Amerikancılık söylemi anti-emperyalizm olarak sahiplenilmektedir. İşte asıl tehlike de bu noktada başlıyor. Zira anti-emperyalizmin, emperyalist sistemin merkezinde yer alan ABD gibi güçlere karşı çıkmak biçiminde kavranması işçi sınıfının bilincini bulandırmaya ve işçi hareketini burjuvazi karşısında şekilsizleştirmeye hizmet eder. Kapitalist sisteme bütünlüklü bir karşı koyuşu içermeyen bu çarpık kavrayışın bedelini işçi sınıfı geçmişte misliyle ödemiştir.

Geçmişte olduğu gibi bugün de, emperyalist güçlerin siyasal ve ekonomik basıncına karşı koymak ve emperyalistler sofrasında kendilerine yer açmak isteyen orta ve az gelişmiş kapitalist devletlerin liderleri, ‘her şeyin müsebbibi emperyalizm’, ‘sömürgeci emperyalizm’ demagojisine sarılmaktan geri durmamaktalar. İçinden geçtiğimiz emperyalist savaş konjonktürü adeta emperyalizm karşıtı söylemi bir modaya dönüştürmüş bulunuyor. Öyle ki, Türkiye’nin statükocu-devletçi burjuva güçlerinin sözcülüğüne soyunan generaller bile ‘anti-emperyalizm’den dem vurmaktalar. ABD’nin başını çektiği emperyalist savaşın basıncıyla bunalan ülkeler veya bu ülke burjuvazilerinin bir kesiminin, önümüzdeki dönemde demagojik bir anti-emperyalizm söylemini daha da yükselteceklerinin altını çizmek gerekiyor. Emekçi kitlelerin bilincinde çarpılmalara yol açabilecek bu tür demagojik söylemlere karşı uyanıklığı bir an olsun elden bırakmamak gerekiyor.

Bağlantısızlar Hareketinin Geçmişi

Bağlantısızlar Hareketini yaratan koşullar elbette ki, İkinci Emperyalist Savaş sonrasında şekillenen iki kutuplu dünya konjonktürüdür. Bir tarafta SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinden müteşekkil sözümona sosyalist dünya, öte tarafta ise ABD emperyalizminin başını çektiği kapitalist dünya yer almaktaydı. Bu iki kutup arasında başlayan ‘Soğuk Savaş’, 1960’lı yıllarda doruğuna varacak ve 1980’lerin sonunda SSCB’nin dağılmasına kadar dünyadaki siyasal dengeleri belirleyecekti. ABD önderliğindeki emperyalistlerin karşısına hegemon güç olarak SSCB’nin dikilmesi iki önemli sonuca yol açtı. Birincisi, başta Güney Asya ve Afrika olmak üzere sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketleri SSCB nezdinde kendilerine destek buldular. İkincisi, Bağlantısızlar gibi bir hareket sahneye çıktı ve iki kutuplu dünya konjonktürünün çelişkilerinden yararlanarak kendine manevra alanı yarattı.

Bağlantısızlık kavramını ilk ortaya atan, 1947’de bağımsızlığına kavuşan Hindistan’ın lideri Jawaharal Nehru’ydu. Dünyadaki siyasal dengelerin iki kutup ekseninde örülmeye başladığı bir süreçte Nehru, politik bir manevra yaparak Hindistan’ın iki kutuptan birini tercih etmeyeceğini ve ‘bağlantısız’ kalacağını açıkladı. 1950’de Kore savaşının patlak vermesiyle Nehru’nun ileri sürdüğü ‘bağlantısızlık’ politikası kendine uygun bir zemin buldu. Nitekim Hindistan, Yugoslavya ve Mısır bu savaşta taraf olmadıklarını, ‘bağlantısız’ olduklarını ileri sürdüler. Böylece Bağlantısızlar Hareketinin başını, bölgelerinde etkin olmaya çalışan bu üç ülkenin çekeceği belli olmuştu.

Bağlantısızlar Hareketinin başlangıcı sayılan ilk toplantı 1955’te Endonezya’nın Bandung kentinde yapıldı. Asya ve Afrika ülkelerini bir araya getiren Bandung Konferansı, 1957’de Kahire’de yapılan konferansla devam etti. Ancak Bağlantısızlığın zemin bulduğu ve gelişerek bir harekete dönüştüğü tarih, 1950’li yılların sonudur. Hindistan, Yugoslavya, Gana ve Mısır’ın başını çektiği Bağlantısızlık, 1961 Belgrad Konferansında resmi bir ‘hareket’e dönüştü.

Bağlantısızlık politikasının 1961’den önce neden bir ‘harekete’ dönüşemediği sorusu, esasında onun nasıl bir siyasal konjonktürde hayat bulduğunu da açıklamaktadır. 1950’lerin sonuna doğru Latin Amerika’da ve esas olarak da Afrika’da ulusal kurtuluş mücadeleleri doruğuna ulaşmış, Küba, Tunus, Fas, Gana ve Cezayir gibi pek çok ülke bağımsızlığını kazanmıştı. Beri yandan, bu yıllarda ‘Soğuk Savaş’ın bir hayli kızıştığının altını çizmek gerekiyor. 1960’tan başlayarak SSCB nükleer denemelerini hızlandıracak ve Küba krizinden ötürü gerilim giderek yükselecekti. Tam da bu noktada durarak bir tespit yapmak gerekiyor: Bağlantısızlar Hareketi, dünyadaki siyasi dengelerin henüz yerli yerine oturmadığı, savaş çanlarının çaldığı ve ayağa kalkan sömürge halklarının emperyalist güçleri sömürgelerden kovduğu bir süreçte hayat bulmuştur.

Bağlantısızlar Hareketinin başını çeken ülke liderleri sözümona anti-emperyalist geçiniyor ve emperyalizmi ezdiklerini ilan ediyorlardı. Hatta daha da ileriye giderek, dünyadaki çelişkilerin Kuzey-Güney karşıtlığı biçiminde tezahür ettiğini ileri sürüyorlardı. Onlara göre bir tarafta Kuzey, yani emperyalist-zengin ülkeler, öte yanda ise Güney, yani yoksul ülkeler yer almaktaydı. Güya bu Üçüncü Dünya ülkeleri ‘kapitalist olmayan yoldan’ gelişecek ve emperyalizmi çökertecekti! Bu zırva, küçük-burjuva milliyetçi solculuğunda teorik ifadesini Üçüncü Dünyacılık olarak buldu ve sol çevrelerde itibar gördü. Ve ne yazık ki bugün de ‘Chavez örneğinde olduğu üzere’ itibar görmeye devam ediyor.

Oysa ne Bağlantısızlar Hareketi (birer bürokratik diktatörlük olan Yugoslavya ve Küba’yı bir kenara bırakırsak) emperyalist sistemden koparak yeni bir kutup meydana getirmişti ne de emperyalizm ezilmişti. Yaşanan tastamam şuydu: Bağımsızlığına yeni kavuşmuş ülke burjuvazileri veya devlet bürokrasisi, iktisadi ve kültürel gerilikten kurtularak modernleşme gayesindeydi. Sosyalizmi ulusalcı-devletçi bir iktisadi kalkınmaya indirgemiş olan Sovyet bürokrasisi, bu yolda onlara şu ya da bu ölçüde model teşkil ediyordu. Nitekim geriye dönüp baktığımızda söz konusu ülkelerin çoğunda ulusalcı-kalkınmacı bir programın hayata geçirildiğini görüyoruz. Yani ‘kapitalist olmayan yoldan gelişme’ denen şey, devlet kapitalizmi uygulamalarından öte bir anlam ifade etmiyor. Yükseltilen sözde anti-emperyalizm ise iki ayağı olan bir politik manevraydı. Hem SSCB’nin ekonomik ve siyasi desteği alınmış hem emperyalist güçlerin basıncı SSCB kartı kullanılarak dizginlenmiş ve hem de işçi hareketi ‘dış düşman-emperyalizm’ temelli bir milliyetçilik söylemiyle felçleştirilmişti. Bağlantısızlık politikasını şevkle destekleyen işçi sendikaları ve komünist partiler işçi hareketinin bu duruma düşürülmesinde burjuvaziye fazlasıyla yardımcı olmuşlardır.

Sonuç olarak, 1970’lerde ‘Soğuk Savaş’ın göreceli olarak yumuşaması ve siyasi dengelerin oturmasıyla birlikte Bağlantısızlar Hareketi fiilen çözülmeye başladı. Mısır ve Endonezya gibi ülkeler ABD emperyalizminin nüfuzuna girerken, Hindistan burjuvazisi bağlantısızlık politik manevrasını bir kenara bırakarak nükleer silahlanma yarışına girdi.

Bağlantısızlar Hareketi ihya mı ediliyor?

Bilindiği üzere, kapitalist dünya ekonomisi uzatmalı bir bunalım yaşıyor. Sistemin derinlerinde biriken çelişkiler kendini, nüfuz alanlarında yürütülen emperyalist hegemonya yarışıyla ve sıcak savaş biçiminde açığa vuruyor. ABD emperyalizminin başını çektiği savaş, Ortadoğu’yu tam bir cehenneme çevirmekle kalmamış, tüm siyasal dengeleri de sarsmış bulunuyor. Belirtelim ki, emperyalist savaş, pazar ve yatırım alanlarının yeniden paylaşımı sonuçlandırılana ve yeni dengeler kurulana dek devam edecektir. Bu durum, tüm güçleri bir arayış içine ve saflaşmaya itiyor. İşte Bağlantısızlar Hareketi, siyasal dengelerin emperyalist savaşla yeniden kurulmaya çalışıldığı böyle bir konjonktürde toplandı.

Zirveye genel olarak anti-Amerikancılık damgasını bastı. Fakat Amerikan karşıtlığını ileriye götüren ve Bağlantısızlar Hareketini kendi platformlarına dönüştürmek isteyenler, esas olarak Venezuela, İran, Küba ve Bolivya idi. Daha önceleri de altını çizdiğimiz üzere, gerek İran gerekse Venezuela bölgelerinde alt-emperyalist güç olma peşindeler. İran’ın nükleer silah sahibi olma arzusu ve alt-emperyal niyetlerle hegemonya kavgasında yer almak istemesi bundandır. Keza pek ‘devrimci’ Chavez’in yükselttiği anti-Amerikancılığın, Latin Amerika’nın birliği savunusunun ve uyguladığı ulusalcı-kalkınmacı programın hedefi de Venezuela’yı bir güç yapmaktır. Geçmişte nasıl ki Bağlantısızlar Hareketi ‘Soğuk Savaş’ konjonktürünün çelişkilerinden yararlandıysa, bugün de, Venezuela ve İran gibi ülkeler emperyalist savaş konjonktürünün yarattığı boşluktan yararlanarak kendilerine alan açmaya çalışıyorlar.

Bugün her ne kadar kesin çizgileriyle ortaya çıkmış bir kutuplaşma yoksa da, Çin ve Rusya’nın yeni güçler olarak yükseliyor olması ve birbirlerine yaklaşmaları, parçalı bir manzara çizse de AB’nin varlığı, İran ve Venezuela gibi ülkelere uluslararası arenada manevra alanı sunuyor. Ancak ana kutuplar kesin çizgileriyle sahneye çıktığında, boşlukta salınan ve kendilerine alan açmaya çalışan bu tip ülkeler bu kutuplar arasında taraf olmak zorunda kalacaklardır. Ayrıca geçmişte olduğundan çok daha fazla gelişmiş ve dünya kapitalizmine entegre olmuş, dolayısıyla iktisadi manevra alanları aslında sanıldığının aksine genişlemiş olmayan ülkelerin emperyalist savaşın dışında kalmaları ve kendi başlarına bir ‘bağlantısızlık’ hareketi oluşturmaları mümkün değildir. Dolayısıyla da yeni bir kutbun şekillendiğinden ve Bağlantısızlar Hareketinin ihya edildiğinden söz etmek doğru değildir.

Öte yandan Bağlantısızlar zirvesinde çekilen nutuklara kendini kaptırarak heyecanlanmak, Chavez ve Ahmedinecad gibilerinin yükselttiği anti-Amerikancı çizgiyi anti-emperyalizm ilan etmek Marksizmle bağdaşmaz. Tekrarlayalım, Chavez ile Ahmedinecad çok anti-emperyalist oldukları için değil, Venezuela ve İran çabucak alt-emperyalistleşsin diye anti-Amerikancı kesiliyorlar. Emperyalizmi, bütünlüklü bir dünya-ekonomik sistemi olarak değil de, emperyalist sistemin merkezinde yer alan, yani piramidin tepe noktalarında oturan ABD ve İngiltere gibi devletlerin politikalarıyla sınırlayarak kavramak ve bu güçlere ve politikalarına karşı gelmeyi de anti-emperyalizm ilan etmek küçük-burjuva sosyalizmine özgüdür. Gerçek anti-emperyalizm, dünya kapitalist sistemini yıkmayı hedef alan anti-kapitalist mücadele perspektifidir. Görev, sınıf hareketi saflarına taşınmak istenen burjuva ve küçük-burjuva düşüncelere karşı uyanık olmak, işçi sınıfı içinde bağımsız sınıf siyasetini hâkim kılarak kitleleri gerçek anti-emperyalist mücadele çizgisine çekmektir.

1 Aralık 2006

İlgili yazılar