Sermaye sınıfının sınırsız kâr iştahı, toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçilerin yaşamını yıkıma uğratıyor, ızdıraba dönüştürüyor. Bir tarafta kâra doymayan ve sermayesini daha fazla büyütmek isteyen açgözlü bir sınıf var, öte tarafta ise temel ihtiyaçlarını karşılamak ve yaşamını sürdürmek için canhıraş bir mücadele veren başka bir sınıf. Sömürücü sermaye sınıfı bir tarafta, üreten ama sömürülen işçi sınıfı öte tarafta. İki ayrı sınıf, iki ayrı dünya! Bu iki sınıfın, bu iki ayrı dünyanın uzlaşması eşyanın doğası gereği mümkün değildir. Bu durum, burjuvazinin ve iktidar sözcülerinin sıkça kullandığı “aynı gemideyiz” sözünün nasıl büyük bir palavra olduğunu da ortaya koyuyor. Nitekim asgari ücret zammına dair patron ve iktidar sözcülerinin açıklamaları, neden aynı gemide olmadığımızı bir kez daha teyit ediyor.
2025 asgari ücreti için görüşmeler başlarken, açgözlü sermaye sınıfının temsilcileri ardı ardına açıklamalar yapmaya başladılar. Bunlardan biri olan MÜSİAD’ın Başkanı Mahmut Asmalı şöyle diyor: “Bana göre yüzde 25’in üzerinde bir asgari ücret artışı doğru değil.”[1] Patron temsilcileri, işçilerin yaşamını bir nebze rahatlatacak ücret zammına kesin olarak karşılar ve bu konuda iktidarın kemer sıkma programını uygulayan Mehmet Şimşek’e güveniyorlar. Hatırlanacağı üzere Ağustos ayında Londra’da uluslararası tekelci sermaye temsilcileriyle bir toplantı yapan Merkez Bankası Başkanı, “hedef enflasyon” adı altında asgari ücrete yüzde 20 zam yapmayı planladıklarını açıklamıştı. Şimdi tüm sermaye temsilcileri benzer açıklamalar yaparak asgari ücrete zinhar yüksek zam yapılmamasını istiyorlar. Mesela Ankara Ticaret Odası Başkanı “Yapılan zam, iğneden ipliğe her şeye zam olarak yansıyor ve bu da enflasyonla mücadele sürecini uzatıyor” derken, Türkiye İhracatçılar Meclisi başkanı “Artışın sadece çalışanları değil, ülkenin genel rekabetçiliğini de göz önünde bulundurarak belirlenmesi” lazım diyor.[2]
Kapitalist sınıfın temsilcileri asgari ücrete düşük zam talep ederken iki şey söylüyorlar: Birincisi, asgari ücret zammı enflasyonu artırarak enflasyonla mücadeleyi zorlaştırır. İkincisi, asgari ücret zammı patronların rekabet gücünü artırmayı esas alarak yapılmalıdır. Böylece Türkiye burjuvazisinin sözcüleri İngiliz, Alman veya Fransız burjuva sınıf atalarının izinden gidiyor; kapitalizmin ortaya çıkmasından beri burjuva iktisatçıların söylediği o bayatlamış yalanı tekrarlıyorlar: Ücret artışları fiyatların ve enflasyonun artmasına neden olur! Mesela yetkin iktisatçılardan biri olarak kabul edilen Mahfi Eğilmez aynen şöyle diyor: “Asgari ücretin artırılması ekonomi açısından canlılığın korunmasıyla birlikte şirketlerin maliyetlerinin artmasına, bu artışların fiyatlara yansıtılmasına ve dolayısıyla enflasyonun daha da yükselmesine yol açar.”[3] Burjuva iktisatçılar şöyle akıl yürütüyorlar: Üretim yapmak isteyen bir kapitalist gerekli makineleri, hammaddeleri, yarı mamul malları ve diğer şeyleri o günün fiyatından satın alır. İşçilere ödediği ücreti de toplam maliyete ekler. Şu formüle ulaşırlar: Fiyatlar=maliyet+kâr. Yani onlara inanacak olursak kapitalist, ürünlerin üzerine belirli bir miktar kâr ekleyerek satış fiyatını belirler. Böylece kârın kaynağında işçi sınıfından çalınan artı-değer olduğu gerçeğini gözlerden saklamış olurlar. Bu düz akıl yürütme ve formülden hareketle şunu iddia ediyorlar: Kârını korumak isteyen kapitalist, ücretlerdeki artışı ürünlere yansıtır ve fiyatlar yükselmiş olur. Böylelikle burjuvazi fiyatların ve enflasyondaki artışın sorumluluğunu ücretlerdeki artışa yıkarak, ücretlerin baskılanmasını meşrulaştırmaya çalışır.
Bu iddialarının hiçbir bilimsel temeli yoktur ve Marksizm bu burjuva ideolojik argümanları defalarca çürütmüştür. Ancak sosyalist hareketin örgütsüz, dağınık ve zayıf olduğu günümüz benzeri dönemlerde, burjuva ideolojisinin hegemonyası toplum üzerinde daha baskın hale gelir. Sosyalist/komünist hareket Marksizmin ışığında kapsamlı bir karşı duruş sergileyemediği için burjuva fikirler ekonomik, siyasal veya kültürel alanda gündelik yaşamın her gözeneğine çok daha fazla ve derinlemesine sızar/nüfuz eder. Fiyatlar=maliyet+kâr ya da ücret-fiyat sarmalı gibi burjuva ideolojisinin argümanları ve saçmalıkları işçiler, sendikacılar ve hatta solcu akademisyenler tarafından tekrarlanır. Marx’ın analiz edip sergilediği üzere ücretlerdeki artış, daha doğrusu ücretlerde değerinin üzerinde bir artış fiyatları artırmaz, yalnızca kapitalistlerin kârını bir miktar azaltır. Fakat buna bakmadan önce ücretin ne olduğuna kısaca bir göz atalım.
Dünyadaki tüm zenginliği üreten, doğadaki kaynakları dönüştürüp ürün haline getiren emektir. Eğer insanın emek gücü olmasaydı toplumsal gelişme de olmaz, üretici güçler ortaya çıkmaz ve insanlık bir medeniyet kuramazdı. Kapitalist sömürü düzeninde ise tüm üretimin ve yaratılan zenginliğin kaynağı işçi sınıfının emek gücüdür. Bu düzende işçilerin kapitalistler gibi birikmiş sermayesi yoktur, aç kalmamak ve yaşamlarını sürdürmek için emek güçlerini satmak zorundadırlar. Kapitalist ilişkilerin hâkim olduğu modern toplumda emek/işgücü aynı şeker, makine ya da cep telefonu gibi bir metadır. Kuşkusuz işçinin işgücü kendine has bir metadır, bir değer kaynağıdır ve her zaman kendisinde olandan daha fazlasını yaratma potansiyeline sahiptir. Tam da bu özelliğinden dolayı bir meta olarak emek gücü, Marx’ın belirttiği gibi değişim değerine sahiptir. Bir kapitalist, işçinin emek gücünü günlük, haftalık veya aylık olarak satın alır ve işçiye belirli bir işgünün karşılığı olarak para öder ki, bu ücrettir. Yani ücret, belirli bir metanın, emek gücü metasının fiyatıdır. Ücret de öteki metaların fiyatlarını belirleyen aynı yasalarla belirleniyorsa, bir metanın fiyatı nasıl belirlenir?
Marx’ın ifade ettiği üzere “kendi başına fiyat, değerin parasal ifadesinden başka bir şey değildir.” Bir ürünün piyasada kendi değerinin altında ya da üzerinde bir fiyata satılması, bu gerçeği değiştirmez. Bir ürünün değerini belirleyen ise ona harcanan ortalama toplumsal emek zamanıdır/miktarıdır. Emek gücünü belirli bir ücret karşılığında kapitaliste satan işçi, bir işgünü boyunca üretir ve toplamda ortaya bir değer çıkar. Bir an için bu toplam değerin bir pasta olduğunu düşünürsek, işçinin işgücü metasının karşılığı olan ücret pastanın bir kısmını oluşturur. Yani kapitalist işçinin ortaya çıkardığı artı-değere el koyar. Kârın kaynağı, işte işçinin emeğinin bu ödenmemiş kısmıdır. Eğer burjuva iktisatçıların iddia ettiği gibi fiyatlar=maliyet+kâr olsaydı, ortaya bir artı-değer çıkmazdı. Marx, Kapital’de kârın kaynağının ürünlerin üzerine konan kâr payı olduğunu ileri süren burjuva iktisatçılarla dalga geçer. Çünkü toplam maliyeti 100 lira olan bir ürünün üzerine 10 lira kâr payı koyup satan bir tüccar, daha sonra alıcı pozisyona geçeceği ve onun yaptığını diğer tüccarlar da tekrarlayacağı için bu 10 lirayı kaybeder. Şöyle der Marx: “Bütün iş, gerçekte gelip şuna dayanır: Bütün meta sahipleri, metalarını birbirlerine değerlerinin %10 fazlasına satmış olur ve bu, metalarını tam değerleri karşılığında satmalarıyla tam olarak aynı şeydir.”[4] Görüleceği üzere bu şekilde ortaya hiçbir artı-değer ve kâr çıkmamaktadır.
Burjuva iktisatçıların makine veya hammadde gibi toplam maliyetin basit bir unsuru olarak gördükleri ücret, gerçekte bir metadır ve bu metanın değeri de onun üretimi için gerekli olan emek miktarıyla ölçülür. Kuşkusuz ücreti belirleyen karmaşık bir süreç söz konusudur ama temel olarak şunları söyleyebiliriz: “Bir insanın emek-gücü ancak onun yaşayan bedeninde var olur. Bir insanın gelişip büyümesi ve yaşamını sürdürmesi için belli miktarda geçim aracı tüketmesi gerekir. Ancak, insan da makine gibi yıpranır ve yerini bir başka insanın alması gerekir. Ayrıca, kendi yaşamını sürdürebilmesi için gerekli geçim araçları kütlesinin dışında, emek pazarında kendisinin yerini alacak ve emekçilerin soyunu sürdürecek belli sayıda çocuk yetiştirmek için de bir miktar geçim aracına gereksinimi vardır. Dahası, emek-gücünü geliştirmesi ve belli bir beceri kazanması için de ayrıca bir miktar değer daha harcamak zorundadır.”[5] Ancak işçi bir robot değildir; yaşamak işçinin sadece fiziksel varlığını sürdürmesi anlamına gelmez. İşçinin yemesi, içmesi, dinlenmesi ve soyunu sürdürmesinin yanı sıra; tatile, tiyatroya, sinemaya, konsere, pikniğe vb. gitmesi yani topluma karışarak sosyalleşmesi de gereklidir. İnsanın kendisini insan olarak duyumsadığı ve yaşamdan zevk aldığı alan işyeri değil, kültürel ve toplumsal alandır. Özetle emek gücü metasının değeri, onun üretilmesi için gerekli tüm bu temel şeyler tarafından belirlenir.
Görüleceği üzere ücretlerin düzeyi keyfi kurallara göre belirlenmez. Ücretlerin düzeyini belirlemek için sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasında bitip tükenmez bir mücadele söz konusudur. Emek-gücünün değeri iki öğeden oluşur diyen Marx, bunlardan birinin fiziksel, ötekinin ise tarihsel ve toplumsal olduğunu vurgular: “Bu gücün en uç sınırını fiziksel öğe belirler; yani, işçi sınıfı fiziksel varlığını sürdürebilmek için, yaşamak ve çoğalmak için mutlak olarak vazgeçilmez olan geçim araçlarını almak zorundadır. Bu nedenle, bu vazgeçilmez geçim araçlarının değeri, emeğin değerinin en uç sınırını oluşturur.” Sermaye sınıfı, ücretleri baskılayıp aşağı çekerek ve işçileri yalnızca fiziksel varlıklarını sürdürecek bir yaşama mahkûm ederek daha fazla artı-değere el koymak ister. Bu düzenin işçileri ezdiğini ve insani olmayan koşullar dayatarak onları yük hayvanı konumuna ittiğini söyleyen Marx, şu önemli hususları vurgular: “O, bedence ezilmiş, kafaca duyguları yok edilmiş, başkaları için servet üreten basit bir makinedir. Buna karşın, bütün bir modern sanayi tarihi, dizginlenememesi durumunda sermayenin, işçi sınıfının tamamını hiç umursamadan ve amansızca bu en aşağılık düzeye mahkûm etme hevesini güttüğünü göstermektedir.”[6] Evet, sermaye sınıfı dizginlenmediği müddetçe işçi sınıfını en sefil koşullara doğru itmek için durmaksızın mücadele eder ve bugün Türkiye’de yaptığı da budur.
Sanayi devriminin yaşandığı, üretimin patlamalı olarak arttığı, milyonların kentlere akıp işçileştiği kapitalizmin gelişme döneminde işçi sınıfı lehine neredeyse hiçbir yasal düzenleme yoktu. Kapitalistler, çocuklar dâhil işçileri 12-16 saat arasında tam bir yük hayvanı gibi çalıştırıyordu ve son derece düşük olan ücretler karın doyurmaya bile yetmiyordu. Gerektiği gibi beslenip dinlenemeyen, uzun ve ağır çalışma koşulları altında ezilip tükenen işçiler, erken yaşlarda ölüp gidiyorlardı. Bu yüzden işçi sınıfı, kapitalistlerin daha fazla artı-değere el koymak amacıyla ücretleri fiziksel sınırlara doğru itmesine çok sert tepki gösterdi; sendikalar ve sosyalist partiler örgütleyerek mücadelenin araçlarını yarattı, daha iyi yaşam koşulları için büyük mücadeleler verdi. Bu mücadelenin en önemli parçalarından birini, bir temel/asgari ücret düzeyinin belirlenmesi ve bunun altında ücret verilmesinin yasaklanması oluşturuyordu. Zira kapitalizmin geliştiği Avrupa ülkeleri başta olmak üzere dünyanın hiçbir yerinde yasalarla garanti altına alınmış bir asgari ücret uygulaması yoktu.
İşçi sınıfının mücadelesi sonucunda asgari ücret uygulaması ilk kez 1894’te Yeni Zelanda’da uygulanmaya başlandı. Bu asgari ücretin düzeyi 45 ürünün fiyatı esas alınarak belirlenmişti. İşçi sınıfının mücadelesi gelişip büyüdükçe, asgari ücret uygulaması da yaygınlaşıp bir norm haline geldi ve yasalaştı. Kuşkusuz asgari ücret dâhil birçok hakkın tanınmasında, Rusya işçi sınıfının Ekim 1917’de sömürücü egemenleri tepeleyip iktidarı ele almasının büyük bir etkisi vardı. Devrimin ikinci gününde bir kararname yayınlayan sovyet iktidarı, 8 saatlik işgününü ve asgari ücret uygulamasını kabul etmişti. 1919’da kurulan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ise, 1928’de Asgari Ücret Belirleme Yöntemleri Sözleşmesini kabul ederek asgari ücretin belirlenmesinde uluslararası bir ölçüt getirdi.[7]
Rusya’daki işçi iktidarı ve başta Avrupa olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı mücadelesinin büyüyüp devrimci bir karakter alması burjuvazinin yüreğine devrim korkusu salmıştır. Kapitalist sömürü düzenini korumak isteyen burjuvazi, işçi sınıfının mücadelesini yumuşatmak için birçok taviz vermek zorunda kaldı. Daha bu yıllardan başlayarak 8 saatlik işgünü, grev hakkı, çalışma koşularının düzeltilmesi, asgari ücret uygulaması dâhil birçok talep kabul edildi. Üzerinde devrim baskısı hisseden burjuvazi, özellikle İkinci Dünya Savaşının ardından işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının düzeltilmesi için daha fazla adım atmak zorunda kaldı, yasalar bu temelde düzenlendi. Altını kalınca çizmek lazım ki sendikaların kurulmasından sendikalaşma hakkına, oy kullanma hakkından grev yapmaya kadar yasalarda işçi sınıfı lehine her türlü düzenleme büyük mücadeleler sonucunda elde edilmiştir. Bu mücadelelerin bir sonucu olarak, mesela Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine de asgari ücrete ilişkin şunlar yazılmıştır: “Çalışan herkesin, kendisine ve ailesine insanlık onuruna yaraşır bir yaşam sağlayan ve gerektiğinde her türlü sosyal koruma yolları ile de desteklenen adil ve elverişli bir ücrete hakkı vardır.”
Türkiye’de ise asgari ücretin kabul edilmesi ve bunun ulusal düzeyde uygulanması uzun ve sancılı bir sürecin sonunda olmuştur. Türkiye ILO sözleşmesini 1973 yılında imzalayıp bir yıl sonra onaylamasına rağmen, tüm işçileri kapsayacak genel asgari ücret uygulaması ancak 1989’da hayata geçebildi. Bu yıldan itibaren Asgari Ücret Tespit Komisyonu tarafından asgari ücret, bölgesel ve sektörel farklılık gözetilmeksizin, tüm ülke ve işçiler için tek düzey olarak tespit edilmeye başlandı. Asgari Ücret Tespit Yönetmeliğine göre “Asgari ücret işçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücreti ifade eder.”
Bu tanım esasında eksiktir. Çünkü bu tanım işçinin ailesini kapsamıyor. Oysa Marx’ın da ortaya koyduğu üzere işgücünün fiyatı, işçinin çocukları dâhil ailesinin geçimini de içerir. Fakat Türkiye’de tanımlandığı kapsamda bile uygulanmayan asgari ücret, hiçbir zaman gerçek bir işgücünün karşılığı düzeyinde olmamıştır. Türkiye’deki bir işçinin şu anki asgari ücretle hem gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım gibi olmazsa olmaz giderlerini karşılaması hem de kültürel ihtiyaçlarını doyurması ve mesela tatile gitmesi asla mümkün değildir. Üstelik uzun AKP iktidarı altında tüm ücretler baskılanmış ve işçi sınıfının geniş bir kesimi, asla bir işgücünün karşılığı olmayan asgari ücretle çalışır hale getirilmiştir. Esasında sendikaların açıkladığı açlık ve yoksulluk sınırı, asgari ücretin nasıl sefalet ücreti haline getirildiğini gözler önüne seriyor. Dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 21 bin, yoksulluk sınırı ise 67 bin liradır. Açlık sınırı işçi ailesinin yalnızca gıda harcamasını kapsamaktadır ve bugün 17 bin lira olan asgari ücret Marx’ın sözünü ettiği asgari fiziksel sınırın bile altındadır. İşçi ailesinin en temel yaşam gereksinimlerini elde edebilmesi için esasında eline geçmesi gereken ücret, yoksulluk sınırı olarak tanımlanan 67 bin liradır. Bu rakam hem bir işgücünün asgari üretim fiyatı hakkında hem de asgari ücretin artırılması talep edilirken neyin ölçü alınması ve nereye bakılması gerektiği konusunda da fikir vermektedir. Bu nedenle biz, asgari ücretin dört kişilik bir ailenin ihtiyaçlarına göre belirlenmesini savunuyoruz!
Temmuzda ara zam yapılmayan asgari ücret, sürüp giden yüksek enflasyon karşısında büyük bir değer kaybına uğramıştır. Buna rağmen sermaye sınıfı ve iktidar, tüm ücretler için bir kalkış noktası oluşturan asgari ücreti daha fazla baskılamak, reel ücretleri daha fazla düşürmek istiyor. Amaç emek gücü maliyetlerini daha da baskılayarak sermaye sınıfının uluslararası alanda rekabet gücünü artırmak ve kâr oranlarını yükseltmektir. Ancak bir avuç kapitalist kârını yükseltirken, emekçiler korkunç bir şekilde yoksullaşıyor. Bu düzende tüm emekçiler devasa yoksulluk çukurunun içinde yaşamaktadır. Fakat Türkiye işçi sınıfı, Cumhuriyet tarihinde görülmedik ölçüde yoksullaşıyor ve her geçen gün o yoksulluk çukurunun en diplerine doğru itiliyor. Düşük ücretler nedeniyle kira, fatura, gıda, ulaşım gibi temel ihtiyaçları karşılamak, gerekli geçim araçlarına ulaşmak giderek daha fazla zorlaşıyor. Özellikle yeterli ve sağlıklı şekilde beslenememe çocukların zihinsel ve bedensel gelişimini etkiliyor. Nitekim Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfının (TEPAV) geçtiğimiz günlerde açıkladığı rapor, çocuk yoksulluğuna dair korkunç tabloyu gözler önüne seriyor. Yoksul çocuk sayısının 9 milyon 590 bin kişiye ulaştığını belirten vakıf, 2 milyon çocuğun derin yoksulluk yaşadığına dikkat çekiyor.
Reel ücretlerin düşmesi ve yoksulluğun ağırlaşması, emekçilerin yaşamında toplumsal ve psikolojik bir yıkıma yol açmaktadır. Milyonlarca emekçi ve genç, İstanbul gibi büyük kentlerin mahallelerine hapsolmuş durumda. Ulaşım ve gıda dâhil yüksek fiyatlar, emekçilerin büyük bir bölümünün kent merkezlerine inmelerini, kültürel etkinliklere katılmalarını ve sosyalleşmelerini imkânsız hale getirmiştir. Yoksulluğun ve dolayısıyla birçok şeyden mahrum kalmanın doğurduğu ruh hali, faşist rejimin baskı ve zorbalığıyla birleşerek toplumun üzerine çökmektedir. Yıkıma yol açan yoksulluğa ve rejimin zorbalığına karşı ne yazık ki emek cephesi bir duruş sergileyemiyor, toplumsal öfke kendini dışa vuracak kanallar bulamıyor. Bu koşullarda emekçiler kendilerine olan öz saygılarını yitiriyor, umutsuzluk ve çıkışsızlık duygusu büyüyor, içe kapanma, kendini toplumdan yalıtma ve depresyon yaygınlaşıyor. Çok açık ki bu toplumsal bir kriz halidir. Çeteleşmeden yaygınlaşan kumar ve şans oyunlarına, kadın ve çocuk cinayetlerinden hayvanlara eziyete kadar toplumsal alandaki çürüme ve aslında çözülme de bu bunalımın ifade biçimidir.
Bu durum, insanın yalnızca karnını doyurarak yaşayamayacağını ve işgücü fiyatının fiziksel sınırlarda tutulmasının insanın manevi yapısını tahrip ettiğini bir kez daha gözler önüne seriyor. Fakat bu gerçeğe sırtını dönen sermaye sınıfının sözcüleri ve iktisatçıları, asgari ücret zammının toplam talebi etkileyeceğini, eline para geçen insanların bunu harcamak isteyeceğini ve bunun da fiyatların genel düzeyini yukarı çekerek enflasyona yol açacağını iddia ediyorlar. Oysa bu iddia baştan sona zırvadır. İşçi sınıfı, eline geçen ücretle ancak en temel ihtiyaçlarını karşılayabilmektedir. Ücret zammıyla doğalgaz faturasını ödeyen bir işçi nasıl fazladan talep oluşturarak enflasyonu yükseltebilir? Üstelik ücretlerdeki artış hiçbir zaman enflasyonun yol açtığı satın alma gücü kaybını telafi edecek düzeyde değildir. Zaten bu yüzdendir ki ücretler sayısal/nominal olarak artarken, ücretlerin satın alma gücü (reel ücretler) düşmektedir. Burada kapitalist düzenin önemli çelişki ve açmazlarından birine de dikkat çekmek gerekiyor: Düzenin işleyiş yasaları gereği, kapitalistler açısından genel talebin artması ve pazarın canlanması olumlu bir şeydir. Böylece ürünlerini hızla satıp artı-değeri gerçekleştirebilirler. Fakat burjuva iktisadı, enflasyonu düşürmenin tek yolunun faizleri yükseltmek, reel ücretleri alabildiğine baskılamak, emekçilerin tüketimini kısmak ve ekonomik büyümeyi yavaşlatmak olduğunu iddia ediyor. Bunun bedelini ise işsiz kalan, satın alma gücü geriletilen ve daha fazla yoksulluğa mahkûm edilen işçiler ödüyor. Burjuva sınıfının üyeleriyse hiçbir şey olmamış gibi lüks ve aşırı tüketime devam ediyor, şatafatlı yaşamlarını sürdürüyorlar.
Gerçek şu ki ücretlerin artmasıyla enflasyonun artması arasında bir bağ yoktur.[8] Yukarıda ortaya koyduğumuz üzere ücretler bir işgücü değerinin üzerinde artsa bile, bu yine de enflasyonu artırmaz. Zira ücretler işgücü değerinin üzerinde arttığında, kapitalistin işçilerden gasp ettiği artı-değer kitlesi küçülür ve kârı bir parça düşer, o kadar. Bir kapitalistin toplam kâr kitlesinin düşmesiyle fiyatlar genel düzeyinin durmaksızın artması arasında bir ilişki yoktur. Fakat çeşitli nedenlerden dolayı kârları düşen kapitalistler, bu düşüşe direnmek için daima işçi sınıfına saldırırlar. Reel ücretleri düşürüp emek gücünün değerini daha aşağıya çekerek, iş saatlerini uzatarak, çalışma temposunu hızlandırarak veya yeni teknolojilerle emek verimliliğini artırarak kârlarını korumak ve maksimuma çıkartmak isterler.
Belirli bir süre boyunca fiyatlar genel seviyesinin düzenli ve istikrarlı yükselmesi olarak tanımlanan enflasyonu yaratan kapitalist düzenin işleyiş yasalarıdır. Özetle vurgulamak istersek, ABD başta olmak üzere burjuva devletlerin 2008 ve 2020 küresel krizlerinde karşılıksız olarak trilyonlarca dolar basarak şirketleri ve bankaları kurtarmaları, böylece piyasada artan para miktarı; Türkiye’de olduğu gibi liranın yabancı para birimleri karşısında hızla değer kaybetmesi; tekellerin yüksek kâr elde etmek için petrol, gıda, enerji, maden gibi hammaddeler üzerinden vurgunculuk yapmak üzere fiyatları artırmaları; savaş veya doğal felaketlerinin tedarik zincirlerinde yarattığı kırılmalar, kredilerin yaygınlaştırılarak şişirilmesi dâhil sayısız faktör enflasyona yol açar.
Hem enflasyonu doğuran kapitalist sistemin işleyiş yasalarıdır hem de sermaye sınıfı enflasyonu bir servet transferi yöntemi olarak kullanmaktadır. En basitinden, enflasyonun yükselmesiyle birlikte ücretler de aynı hız ve düzeyde yükselmez, reel ücretler düşer, emek gücü ucuzlar ve kapitalistlerin kârı artar. Kapitalist tekeller, tekel olmalarından ve piyasayı belirlemelerinden kaynaklı kimi malların fiyatlarını ortalama değerinin üzerine çekerek satar ve ek kârlar elde ederler. Böylece bu yolla toplam kâr pastasından, hak ettiklerinden daha fazlasını almış olurlar. Fakat tekelleşme arttıkça ve birçok sektör sayısı azalan bu tekeller tarafından belirlendikçe, bu yöntem olağanlaşır. Özellikle enflasyonun yükselişe geçtiği dönemlerde tekeller, ürünlerin fiyatlarını kendi değerlerinin çok üzerinde satarak vurgun yaparlar.[9] Kapitalistler bu yolla kârlarını katlarken, fiyatların değerlerinin üzerinde artması enflasyonu kamçılayarak emekçilerin soyulmasını hızlandırır. Nitekim birçok araştırma, ücretlerin değil kârların enflasyonu yukarı çektiğini ortaya koyuyor.[10]
Bugün Türkiye’de gıda tekelleri başta olmak üzere tüm kapitalistler ve tüccarlar aynısını yapmakta, fiyatları aşırı şişirmekte ve değerlerinin çok üzerinde satarak muazzam kârlar elde etmektedirler. Nitekim zenginliğin çarpıcı şekilde bir avuç para babasında toplanması, servet transferindeki baş döndürücü hızı ortaya koyuyor. Mesela her yıl servet araştırması yayınlayan İsviçre bankası olan UBS Group AG’nin araştırmasına göre Türkiye’de 2022-2023 arasında yetişkin başına düşen servet, akıl sınırlarını zorlarcasına yüzde 157,78 düzeyinde arttı. Türkiye, yetişkin başına düşen servet artış düzeyi bakımından listenin en üst sırasında yer alıyor. Lirayla değil de dolarla ölçüldüğünde ise yetişkin kişi başına servet yüzde 63 oranında görülmektedir. Bu servetin emekçilerde değil de kapitalistlerde toplandığını tartışmaya gerek yoktur. Tüm dünyada servet büyümesi hız keserken Türkiye’de sıçraması elbette tesadüf ve yaşadıklarımızdan bağımsız değil. Aynı araştırmaya göre şu anda Türkiye’de 60 bin 787 olan dolar milyoneri sayısı, 2028’de 87 binin üzerine çıkacak.[11] Aslında başka rakamlar da Türkiye’deki toplumsal eşitsizlik uçurumunu ortaya koyuyor: “TÜİK verilerine göre, Türkiye’de en zengin yüzde 20 milli gelirin yüzde 49,8’ini alıyor. En zengin yüzde 10 en yoksul yüzde 10’dan ortalama 15 kat daha fazla gelir elde ediyor. En zengin yüzde 10 toplam servetin yüzde 68’ine sahip.”[12]
***
Bağımsız bir kurum olan ENAG’a göre, gerilemiş haliyle enflasyon yüzde 86’dır. TÜİK’in sahte verilerine göre ise resmi enflasyon yüzde 47’dir. Hedef enflasyon adı altında asgari ücrete yüzde 25 ya da onun biraz üzerinde zam yapılması tüm ücretler üzerinde baskı oluşturacaktır. Yüksek enflasyon karşısında ücretlere zincir vurulması, ücretlerin satın alma gücünü keskin bir şekilde düşürecek, hayat pahalılığı çok daha fazla hissedilecek ve yoksullaşma daha fazla can yakacaktır. Önümüzdeki dönemde her alanda vergilerin artırılması ve kamu hizmetlerinin kısılması, emekçilerin yaşamını daha da zorlaştırarak toplumsal ve psikolojik yıkımı körükleyecektir. Eğer işçi sınıfı bu gidişat karşısında bir direniş sergileyemezse, burjuvazi işçi sınıfını en aşağılık koşullarda yaşamaya mahkûm edecektir. Açık ki asgari ücret mücadelesi, özellikle içinden geçtiğimiz süreçte çok daha önemli bir boyut kazanmıştır. Sendikaların, sosyalist hareketin ve tüm emek güçlerinin bir emek cephesi oluşturması, esasında sermaye sınıfına karşı verilen savaşımın zorunlu bir gereğidir. Ancak bu gereğin yerine getirilmesi noktasından çok uzağız. Gerçek şu ki böyle bir emek cephesi yaratılamadığı sürece sermaye sınıfının saldırıları püskürtülemez.
[1] https://www.bloomberght.com/musiad-baskani-asmali-asgari-ucrette-yuzde-25-in-uzerinde-artis-dogru-degil-3736020
[2] https://www.atonet.org.tr/IcerikDetay/24391_ato-baskani-baran?dan–asgari-ucret-artisina-iliskin-degerlendirme; https://hizmetix.com.tr/tim-baskani-gultepeden-asgari-ucretle-ilgili-onemli-mesaj/
[3] https://www.mahfiegilmez.com/2023/12/asgari-ucret-ats-ve-enflasyona-etkisi.html#:~:text=Ne%20var%20ki%20asgari%20ücretin,daha%20da%20yükselmesine%20yol%20açar
[4] Marx, Kapital, cilt I, Yordam Yay., s.164
[5] Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, Evrensel Yay., s. 50-51
[6] Marx, age, s.69
[7] https://arastirma.disk.org.tr/wp-content/uploads/2023/12/ASGARI-UCRET-2024-RAPOR.pdf
[8] Nitekim bu konuda yapılan kimi araştırmalar da bunu doğruluyor. Örneğin IMF sitesinde “Ücret-Fiyat Sarmalı: Tarihsel Kanıtlar Neler?” başlığıyla yayınlanan bir çalışmada, ücretlerin enflasyonu yükselttiğine dair bir kanıt olmadığı belirtiliyor. IMF, “resmi görüşümüz değil” notuyla bu tür çalışmalar yayınlayabiliyor. Çalışmanın sonuç kısmında şöyle deniliyor: “Ücret-fiyat sarmalı, en azından fiyatlar ve ücretlerde sürekli bir hızlanma olarak tanımlandığında, son tarihsel kayıtlarda nadiren görülen bir durumdur. (…) Ayrıca, günümüzdekine benzer şekilde reel ücretlerin önemli ölçüde düştüğü dönemlerde sürekli bir ücret-fiyat hızlanması bulmak daha da zordur. Bu tür durumlarda nominal ücretler genellikle enflasyona uyum sağlayarak reel ücret kayıplarını kısmen telafi etmiş ve büyüme oranları, başlangıçtaki hızlanmanın ardından daha yüksek bir seviyede istikrar kazanmıştır. Ücret artış oranları, enflasyon ve gözlemlenen işgücü piyasası sıkışıklığı ile uyumlu hale gelmiştir. Bu mekanizma, ücret-fiyat sarmalı olarak tanımlanabilecek sürekli bir hızlanma dinamiğine yol açmamıştır. (…) Yapılan analizlerden önemli bir çıkarım, nominal ücretlerdeki artışın mutlaka bir ücret-fiyat sarmalının başladığına işaret etmediğidir. Tarihsel veriler, nominal ücretlerin hızlanırken enflasyonun yüksek seviyelerden gerileyebileceğini göstermektedir. Aslında, geçmişteki benzer makroekonomik dönemlerden sonra genellikle bu tür bir durum yaşanmıştır. https://www.imf.org/en/Publications/WP/Issues/2022/11/11/Wage-Price-Spirals-What-is-the-Historical-Evidence-525073
[9] Bu konuda bir Oxfam yetkilisinin şu açıklaması yeterince aydınlatıcıdır: “Gittikçe baskın olan birkaç şirket, zengin hissedarlarının ceplerini doldurmak için piyasaları tekelleştiriyor ve fiyatları çok yüksek tutuyor. Büyük ilaç şirketleri, enerji devleri ve büyük süpermarket zincirleri, hem salgın hem de yaşam maliyeti krizi boyunca utanmadan kâr marjlarını şişirdiler. En endişe verici olanı, artan oranlı vergilendirme de dâhil olmak üzere herhangi bir düzenlemenin yokluğunda hükümetlerin de buna davetiye çıkarmış olması.” https://t24.com.tr/haber/dunyanin-en-buyuk-sirketleri-ust-uste-2-yil-1-trilyon-dolarin-uzerinde-asiri-kar-elde-etti,1118681
[10] https://sendika.org/2024/01/asgari-ucretler-enflasyon-ve-karlar-korkut-boratav-sol-698931
[11] https://www.ekonomim.com/ekonomi/turkiye-servette-zirvede-2028e-kadar-dolar-milyonerleri-daha-da-artacak-haberi-784592
[12] https://t24.com.tr/yazarlar/mustafa-durmus/gida-patronlari-icin-turkiye-de-her-gun-sahane-cuma,47488