AKP’nin Korporatist Hamleleri ve Sendikal Hareket
Utku Kızılok, 1 Kasım 2015

Hak-İş’in 13. Olağan Genel Kurulu 22-24 Ekim tarihleri arasında Ankara’da gerçekleştirildi. Ancak bu genel kurula bir sendika genel kurulu demek oldukça zor. Zira bu sözümona genel kurul, asla işçi sınıfının sorunlarının ve çözüm yollarının tartışıldığı bir toplantı olamadığı gibi, en genel düzeyde sendikal meselelerin konuşulduğu ve sermaye hükümetine itirazların yükseldiği bir kürsü bile olamadı. Genel kurulun her aşamasına devlet ile iç içe geçmiş, sınıf mücadelesini değil açık bir sınıf işbirliğini savunan ve böylelikle korporatizme kapıları açan bir sendikal anlayış damgasını vurdu.

Hak-İş genel kurulu, tek başına iktidar olmak için ülkeyi kaosa sürüklemekten geri durmamış olan AKP ve Erdoğan’ın propaganda kürsüsüne dönüştürülmüş ve daha en baştan bu amaçla tasarlanmıştır. Üç gün süren sözde genel kurulun ilk iki gününün Erdoğan ve Davutoğlu’na ayrılması bu gerçeği gözler önüne sermektedir. Birinci gün, sırf Erdoğan konuşma yapacak diye 5 bin kişilik Atatürk Spor Salonu tutulmuş ve ona göre süslenmiştir. İşçileri hak arama eylemlerinden uzak tutan Hak-İş yönetimi, onları AKP ve Erdoğan propagandasını alkışlatmak üzere salona doldurmaktan çekinmemiştir. İkinci gün ise Davutoğlu için benzeri bir tören, bu kez son derece lüks ve pahalı bir otelde gerçekleştirilmiştir. Üç gün boyunca kürsüde boy gösteren Hak-İş Başkanı Mahmut Arslan, işçi sınıfının haklarına dönük saldırılar, çözülmesi gereken sorunlar ve işçi sınıfının nasıl bir mücadele yürütmesi gerektiği konusunda tek kelime etmemiş, devlet ve patronlarla nasıl da uyumlu çalıştıklarını anlatarak sınıf işbirlikçi tutumunu övmüştür.

Kongrede konuşan Erdoğan ise sınıfsal ayrımların ve derin toplumsal çelişkilerin üzerini örterek dini, siyasi referanslara ve kimliklere vurgu yapmış ve her zamanki gibi kendini mazlum olarak sunmuştur: “Biz bu büyük davanın, bu kutlu davanın hasbelkader ismi öne çıkmış bir neferiyiz. Şahsıma «muhtar bile olamaz» dediklerinde bunu bana değil aslında bu millete, Hak-İş’in de sancaktarlığını üstlendiği bu kutlu davanın neferlerine söylüyorlardı. Cumhurbaşkanlığı makamına oturan şahsım değildir, cumhurun ta kendisidir. Bugün benim şahsıma, aileme yönelik saldırıların tamamı aslında millete, milli iradeye yöneliktir. Milletin doğrudan oylarıyla işbaşına gelen cumhurbaşkanına hakaret eden kişinin veya kişilerin hedefi o cumhurbaşkanı değildir, onun temsil ettiği ülkedir, onun temsil ettiği millettir. Bunlar şahsımdan değil sizden rahatsızlar, emekçiden rahatsızlar, emekçinin alın terinden rahatsızlar, emekçinin o ter kokusundan, işine başlarken «Bismillah» diyen dilinden, iman dolu kalbinden, vatan sevdasından, millet sevdasından, bayrak sevdasından rahatsızlar.

Erdoğan’a inanacak olursak o, Bonapartvari bir şekilde tüm iktidar iplerini eline alan, devlet şiddetini toplum üzerinde açıktan sergilemekten çekinmeyen, muhaliflerini susturmak için en basit eleştirileri bile hakaret addedip onları cezaevine gönderten, işçi sınıfına, Kürtlere ve sosyalistlere karşı uygulanan zalim politikaların uygulayıcısı olan baş muktedir değil de önü kesilmek istenen bir emekçi! Gerçeklere bu denli takla attırılması karşısında insan kendini “ikiyüzlülüğün bir sınırı yok mu?” demekten alamıyor. Erdoğan’ın bir zamanlar kısa bir süreliğine işçi olması veya Kasımpaşa gibi bir emekçi semtinden zirveye yükselmesi onu emekçilerin temsilcisi yapmıyor. Erdoğan, İslamcı sermaye kesimlerinin bir parçası ve önderi olarak burjuva iktidar kavgasında üstün gelmiş ve zirveye tırmanmış olan birisidir! Ne var ki iktidarını baki kılmak amacıyla kasıtlı olarak kendini emekçilerin temsilcisi olarak sunmakta, geçmişini ve mazlumiyet söylemini kullanmaktan bir an olsun imtina etmemektedir. İşin bu yönü, aslında tam da Bonapart tarzı liderlere özgüdür. Erdoğan, benzeri vurguları, iktidar olmadan önce ve iktidarının ilk yıllarında da yapmaktaydı. Lakin o günlerde henüz devlet gücünü tam anlamıyla kontrol edemediği, burjuva iktidar kavgasında galip gelemediği, demokrasi lafebeliğine ihtiyaç duyduğu ve sermayenin diğer kesimlerini ürkütmek istemediği için vurgularını bugünkü gibi uçlaştıramıyordu. Erdoğan’ın Bonapartlaşma süreci hızlandığı ölçüde söz konusu vurgular da artmıştır.

Erdoğan ve onun temsil ettiği burjuva kesimler sınıfsal ayrımların ve kapitalizmin çelişkilerinin üstünü örterek, bunlar yokmuş gibi davranarak toplumu dini ve siyasi kimlikler temelinde ayırmaktadırlar. Onlar, işlerine geldiği biçimiyle toplumu Müslüman/muhafazakâr ve bunların karşısında yer alanlar biçiminde bölmektedirler. Gerçek şu ki bu anlayış modern kapitalist ilişkiler söz konusu olunca bal gibi korporatizme kapıları açmaktadır ve AKP iktidarının son dönemlerinde daha fazla kendini dışa vurmuştur.

Korporatizm işçi sınıfının düşmanıdır ve faşizme geçişin ön hazırlık safhasıdır. Çünkü korporatizm sınıf ayrımlarının üzerini örter. Bu yaklaşıma göre işçi sınıfı ve burjuvazi değil, meslek örgütleri vardır; ekonomik süreçlere sınırsız biçimde müdahale eden devlet ise onları ortak çıkarlar temelinde birleştirmektedir. Lakin hakikatte işçi sınıfı, devlet denetimine alınan sendikalar eliyle kontrol edilmekte, işçi sınıfının mücadelesi bastırılmakta, sermaye sınıfı ise palazlandıkça palazlanmaktadır.

Korporatizm, Mussolini İtalya’sında, Hitler Almanya’sında ve Franko İspanya’sında uygulanarak işçi sınıfının mücadelesi bastırılmıştır. Korporatizmde, özellikle işçi sınıfı kitlelerinin bilincini felçleştirmek amacıyla demagojik bir “eşitlik” vurgusu yapılmaktan geri durulmaz. Devletin kendini sınıflar üstü olarak sunması, sınıfsal ayrımları sözde yok sayıp sendikaları ve işveren örgütlenmelerini mesleki örgütler biçiminde kendi bünyesinde birleştirmesi bu “eşitliğe” kanıt olarak gösterilmektedir. Korporatist uygulamalar, bazı ülkelerde burjuvazinin kimi kesimlerinin muhalefetinin de bir sonucu olarak işçi sınıfına olumlu bir şey olarak gözükebilmiştir.

Meselâ Arjantin’de Peron’un uygulamaları bu yöndedir. 1944’te iktidara oturan Peron, o dönem burjuvazinin kimi açmazlarını ortadan kaldırırken, kendini reformcu olarak sunmaktan geri durmamıştı. “Fakat Peron’un reformculuğu, son tahlilde otoriter bir burjuva rejime, korporatist bir devlet yapısına özenen bir burjuva siyasetçinin reformculuğuydu. Peron tepeden reformlarla işçileri yatıştırıp, bu yolla onların mücadele ihtiyacını söndürmeyi amaçlamaktaydı. Kiraları dondurdu, ücretleri yükseltti, ücretli izin hakkını getirdi, kırsal kesimde her türlü işçilik hakkından yoksun olarak çalışan kesimin «tarım işçisi» sayılmalarını sağladı ve böylece emekçi kitlelerin gönlünde taht kurarak, onları uzun yıllar boyunca pençesine alacak yanılsamaların mimarı olmuş oldu.”[1]

Kendini bir kurtarıcı olarak sunan Peron, işçi kitleleri aldatmak amacıyla bazı reformlar yapmayı da zorunlu görmüştü. AKP ve Erdoğan ise, bu yönde adım atmak ne kelime, işçi sınıfına Türkiye tarihinin en büyük saldırılarını yöneltmiş ve neredeyse tüm kazanımlarına el koymuştur. İş saatleri uzatılarak 12 saate çıkartılmış, ücretler hayat pahalılığı karşısında erimiş, sosyal haklar neredeyse tümüyle yok edilmiş, çalışma koşulları ağırlaşmış ve iş cinayetleri tırmanmaya devam etmiştir. Buna karşın yandaş sermayeye oluk oluk para akıtılmış, kendine İslamcı deyip paylaşımdan söz edenler deveyi hamuduyla götürmüş, halkın içinden geldiğini ve emekçilerin temsilcisi olduğunu iddia eden Erdoğan kendine bin odalı saraylar yaptırmış ve bir bütün olarak burjuvazi palazlanıp dolar milyarderlerinin sayısı artmıştır. Aslında iş cinayetlerindeki dramatik yükseliş AKP’nin ve sermayenin işçi sınıfına karşı açtığı savaşın en net ifadelerinden biridir. Sermayenin önündeki tüm engelleri temizleyen, emekçinin alın terini pek önemsediğini iddia eden Erdoğan’dan başkası değildir. AKP ve Erdoğan, burjuva iktidar kavgasında emekçileri arkasına takmak amacıyla kültürel ve dini referansları öne çıkartmış, yapay ayrımlar temelinde toplumu kutuplaştırmayı başarmış ve bu durum işçi sınıfının uyanışının önünde ciddi bir engele dönüşmüştür. Hiç kuşku yok ki işçi sınıfının uyanışının önüne geçilmesinde, sendikaların korporatist anlayışla denetim altına alınmaya çalışılmasının da önemli bir rolü vardır.

Bilindiği üzere Türk-İş zaten devlet güdümlü bir sendika olarak kurulmuş ve kuruluşundan bu yana da onun güdümünden çıkmamıştır. Hak-İş’in ise 1980 öncesinde yükselen devrimci işçi hareketini ezmek amacıyla devreye sokulan “yeşil kuşak projesi”nin bir parçası olarak kurulduğunu hatırlatmakta fayda var. AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte, zaten İslamcı/muhafazakâr motivasyonlarla hareket eden Hak-İş ve Memur-Sen’in önü açılmış, bu konfederasyonlar işçi sınıfı içinde hükümetin bir uzantısına dönüşmüşlerdir. Gerek baskı ve zorbalıkla gerekse patronaj ilişkileriyle kamu emekçileri Memur-Sen’e üye yapılırken, muhalefet odağı olan ve mücadeleci bir çizgi izleyen KESK, yetkili ve etkili bir sendika olmaktan çıkartılmıştır. Daha sonra ise Türk-İş’e bağlı pek çok sendika ve üst bürokrasi AKP’nin yanında saf tutmaya başlamıştır. Bilhassa Türk-İş’in şu anki yönetimi, aynı Hak-İş gibi doğrudan AKP’nin “işçi komitesi” konumundadır. Sendikaları zayıflatan ve önemli bir kısmını da kontrolüne alan AKP, işçi sınıfına dönük her saldırıyı pek de patırtı gürültü olmadan hayata geçirebilmiştir.

AKP ve Erdoğan, sendikaların milliyetçi ve muhafazakâr bir anlayışla devletin denetimine girdiği, işçi sınıfının herhangi bir hak mücadelesinde bulunamadığı, devletin sendikalar üzerinden işçi hareketini kontrol ettiği bir çalışma rejimi inşa etmek istiyor. Bu kapsamda muhalefet odağı olabilecek sendikalara operasyonlar çekiliyor, AKP’ye muhalefet örgütleyen sendikaların başı eziliyor. Nitekim bu kapsamda önce Hava-İş’te, bilahare ise Petrol-İş’te yönetim AKP yanlısı yönetimlerin eline geçmiştir. Bu iki sendika, Türk-İş üst bürokrasisine karşı görece mücadeleci bir çizgiyi savunmak üzere kurulan Sendikal Güç Birliği Platformu’nun öncülüğünü yapmaktaydılar.

Lakin AKP bir taraftan işçi sınıfının haklarına ağır saldırılar yöneltirken ve öte taraftan sendikaları iktidarın zapturaptı altına sokarken, mücadeleci olduğunu iddia eden sendikalar ve sendikacılar bu gidişatı durdurmak amacıyla neredeyse hiçbir ciddi adım atmamışlardır, atmıyorlar. Mücadeleci oldukları iddiasındaki sendikalar, sermayenin ve AKP’nin saldırıları karşısında itiraz etmekten ve bu itirazlarını içi boş tehditlerle süslemekten öteye geçememişlerdir. İşçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarları temelinde, tüm sınıf kesimlerini kapsayan bir bakış açısıyla etkili eylemler örgütlemek yerine, CHP eksenine yaslanan bir muhalefet yürütmüşlerdir, yürütmektedirler. Bütün iddialarına karşın bu sendika ve sendikacıların, kapsamlı, hedefli, uzun soluklu bir mücadele anlayışları da, buna mecalleri de yoktur. Onlar, bürokratik rutinizmin ve tükenmişliğin çarklarında yalnızca laf öğütmektedirler. Sendikaların vahim durumu apaçık ortadayken ve bizzat bunu söz konusu sendikacılar da dile getiriyorken, öylece şikâyet edip atalet sarmalından çıkmak için hiçbir şey yapılmamasının başka izahatı yoktur. Gerçek şu ki, kendini solcu ve mücadeleci olarak sunan sendika bürokratları, sınıftan kopuk ve tutucu bürokratik ilişkiler içinde koltuklarının keyfini sürerken, arkasını AKP iktidarına yaslayan bürokratlar kendi yollarını açmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Hava-İş ve Petrol-İş’in AKP yanlısı yönetimlere teslim edilmesi bu hakikatin çarpıcı bir ifadesidir. Sendikaların pek çok imkânı olmasına rağmen işçiler arasında uzun soluklu bir örgütlenme çalışması yürütülmemesinin başka bir sonucu olamazdı. Eğer bu sendikalar önlerine bir mücadele programı koysalar ve işçileri mücadeleye çekip onların bilincini dönüştürselerdi, bugün durum bambaşka olurdu. Çünkü hakları için mücadele eden işçiler sınıf bilinci kazanır ve sendikalarına sahip çıkarlar.

Kendilerini mücadeleci olarak tanımlayan sendikalar ve sendikacılar, sürekli olarak AKP’nin baskısından ve sendikaları denetim altına almak istemesinden yakınıyorlar. AKP’nin sendikalara dönük operasyonu gözler önündedir ve bunu yaparken işçi sınıfının örgütsüz oluşundan fazlasıyla faydalanmaktadır. Kuşkusuz 1970 ve 1980 öncesinde de burjuva hükümetler, benzeri şekilde sendikaları denetim altına almak için ellerinden geleni yapmaktaydılar. Bu sınıf mücadelesinin doğal seyridir. Lakin o dönemin kimi öncü sendikalara hâkim olan mücadele anlayışı burjuvazinin baskılarını parçalamış ve işçi hareketinin yükselişinde önemli bir rolü olan DİSK’in kurulmasını sağlamıştı. Fabrika işgallerini, DGM direnişlerini, MESS’e karşı örgütlenen uzun soluklu grevleri yaratan, DİSK ve Maden-İş’e hâkim olan mücadele çizgisiydi.

Demek ki esas sorun bugün sendikalarda, işçi sınıfının çıkarları temelinde militan bir mücadele anlayışının olmamasıdır. İşçi sınıfı mücadelesinin geriye çekilmesinden ve sendikalarda militan sınıf sendikacılığı anlayışının hâkim olmamasından dolayı burjuva ideolojisi ve kültürü sendikalar üzerinde daha fazla belirleyici olmaktadır. Artan bürokratikleşme, uzlaşmacı ve sınıf işbirlikçi tutumlar, örgütlü bir işçi tepkisi olmadığı için kendiliğinden meşrulaşmıştır ve üstelik bunlar, “yükselen değerler” olarak sınıf kitlelerine yutturulmak istenmektedir. Sendikalar adeta sendikacıların aile şirketlerine dönüştürülürken, işçi aidatlarının oluşturduğu fonlar üzerinde ise aşağılık bürokratik kavga alenileşmiş, normalleşmiş, riyakârlık ve pişkinlik üstünlük olarak pazarlanmaya başlanmıştır. Özetle yozlaşma ve çürüme diz boyudur. Öyle ki, sendikaların çürümesinin bir sonucu olarak kimi işçi kesimlerinde sendikalara olan güvensizlik alabildiğine artmış ve işçiler adeta sendikasızlığı savunur hale gelmişlerdir. Metal fırtınasıyla Türk Metal çetesinden istifa eden kimi işçi kümelerinin, sınıf bilincinden yoksunluğun ama daha çok da tepkiselliğin bir sonucu olarak sendikasızlığı savunmaları buna örnektir.

İşçi sınıfının örgütsüz ve sosyalist hareketin güçsüz olduğu tüm koşullarda sendikalar, kaçınılmaz olarak burjuvazinin çekim alanına girer ve çürürler. Ancak bu durum, sendikaların işçi sınıfının mücadelesinde oynadığı rolü ortadan kaldırmamaktadır. Elif Çağlı’nın şu satırları son derece önemlidir: “İşçi sınıfının ekonomik mücadele örgütü olan sendikalar ise, işçi sınıfının kitlesini kucakladıkları ölçüde bu mücadelelerini etkin biçimde yürütebilirler. O nedenle sendikal örgütler, işçiler arasında ırk, milliyet, cinsiyet, dil, din, meslek, vasıf düzeyi gibi açılardan hiçbir ayrım yapmaksızın çeşitli siyasal görüş ve eğilimden işçileri bünyelerinde barındırmalıdırlar. Sendikalar yalnızca günlük ekonomik ve demokratik mücadelenin yürütülmesi bakımından değil, devrimci mücadelenin kitlesel zemininin genişlemesi bakımından da yararlı araçlardır.”[2]

Meselenin şu boyutunu da mutlaka vurgulamak gerekiyor. Sosyalist hareket güçlenmeden ve sendikal hareket üzerinde belirleyici olup yol göstermeden sendikaların burjuvazinin denetiminden kurtulması mümkün değildir. Sendikal hareket içinde bulunduğu krizi kendi başına aşamaz. “Sosyalist hareket güçlenmeden ve kararlı bir şekilde bu alana müdahale etmeden, sendikaların krizden çıkarak burjuvaziye karşı etkili mücadeleler vermesi olanaksızdır. Yeri gelmişken açıkça söylemek gerekiyor ki, sendikal hareketin krizi gerçekte sosyalist hareketin krizidir. Elbette sosyalist hareket ile sendikal hareket arasında diyalektik bir ilişki vardır; belirli etmenlere bağlı olarak kimi zaman sendikal hareket çıkış yapıp sosyalist hareketin önünü açarken, kimi zaman da sosyalist hareket sendikal hareketi ilerleterek işçi hareketinin canlanmasını sağlamıştır. Ne var ki, son tahlilde belirleyici olan politik faktördür ve o politik faktörü temsil eden sosyalist harekettir. Gerek dünya gerekse Türkiye deneyimi gösteriyor ki, sosyalist hareket güçlenip sendikaları belirlediğinde, sendikalar hızla canlanmakta, mücadeleci işçi örgütlerine dönüşmekte ve sınıf mücadelesinin yükselmesini sağlayan aktörler haline gelmektedirler. Şimdiki durumun tam aksine, geçmişte, sendikalar ile sosyalist hareket daima iç içe olmuştur. Bu kapsamda kısaca Türkiye deneyimini hatırlatalım: TİP’i kuran sendikacıların kendi başlarına yol alamamaları ve daha sonra sosyalistleri partiye davet etmeleri, iki hareketin iç içe geçmesiyle yükselen mücadelenin sonucu olarak DİSK’in kurulması çarpıcıdır. Keza 1970’lerin ikinci yarısına damgasını vuran DİSK’in militan mücadelesinin arkasında TKP’den başlayarak güçlenen sosyalist hareketin olduğunun altını kalınca çizmek lazım.”[3]

Mücadelenin yükseldiği her dönem sendikalardaki bürokratik mekanizmalar kırılıp atılabilmekte, köhnemiş ve kirlenmiş yapılar yıkılarak sendikalar işçi sınıfı kavgasının ışıldayan örgütlerine dönüşebilmektedirler. Sendikaları köhnemiş bürokratik aygıtlar olmaktan kurtarmanın, burjuva devletin ve AKP gibi sermaye iktidarlarının sendikaları korporatizmi çağrıştıran türde bir egemenlik altına alarak sınıf hareketini felçleştirmesinin önüne geçmenin yolu, kararlı bir şekilde işçi sınıfı içinde ve sendikaların tabanında örgütlü mücadeleyi büyütmekten geçiyor. 

1 Kasım 2015


[1] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.304

[2] Elif Çağlı, Sendikal Mücadelede İlkeli Tutumwww.marksist.com

[3]  Utku Kızılok, Sendikal Hareketin Krizi, MT, Ocak 2014

İlgili yazılar