AKP ve İttihat Terakki’nin Ortak Hevesleri
Utku Kızılok, 3 Kasım 2014

Marksizm, tarihsel gelişmeleri ve bu gelişmeleri koşullayan üretim ilişkilerini, toplumu ve insanları ele alırken, özellikle şu hususu vurgular: Tarih tekerrür etmez! Toplumdaki hiçbir gelişme bir öncekinin aynen tekrarı değildir. Ancak bu gerçeklik, geçmiş ile bugünkü toplumsal ve siyasal gelişmeler arasında benzerlikler olmadığı anlamına gelmez. Bu perspektiften baktığımızda, Türkiye’nin emperyalist heveslerini hayata geçirmeye çalışan AKP ile çökmekte olan Osmanlı’yı ayakta tutma ve yeni topraklar fethetme arzusuyla ülkeyi birinci emperyalist paylaşım savaşına sürükleyen İttihat Terakki iktidarı arasında birçok benzerlik olduğunu görürüz. Keza her iki partinin liderleri, yani Erdoğan ve Davutoğlu ile Talat ve Enver Paşalar arasındaki benzerlik de dikkat çekicidir. Bunların kurdukları iktidar biçimi, kişilikleri, hevesleri, hırsları, körlükleri ve maceracı yönleri birçok açıdan benzemektedir.

Bugün AKP’nin Türkiye’nin emperyalist ideolojisinin merkezine oturttuğu İslam söylemi ve aslında Türk-İslam sentezi, İttihat Terakki’nin Birinci Dünya Savaşı boyunca tüm Müslümanları ve aynı zamanda Orta Asya’daki Türkleri kendi yanına çekmek amacıyla savunduğu ideolojinin kardeşidir. AKP, emperyalist ideolojisine güçlü tarihi bir arka plan oluşturmak amacıyla Osmanlı’ya dönmekte ve Osmanlı’nın mirasına sahip çıkmakta, yani İttihat Terakki’nin bıraktığı yerden başlamaktadır. Elbette son dönemindeki Osmanlı ile bugünkü Türkiye tümüyle farklı koşullara ve gelişmişlik düzeylerine sahip ülkelerdir, fakat heveslerle gerçekliğin örtüşmemesi ortaktır. Türkiye, alt-emperyalist bir düzeye yükselmiş bulunmaktadır ve AKP yönetimi hızlı bir şekilde emperyalist basamakların üst sıralarına tırmanmayı hayal etmektedir. Bu temelde, Türkiye burjuvazisinin gücüyle örtüşmeyen son derece maceracı bir emperyalist siyaset izlenmektedir. Hülasa-i kelâm, onun hadsiz emperyalist heveslerine denk düşen bir gerçeklik yoktur. Nitekim bu çakışmama durumu, uluslararası siyasal arenada AKP’yi her geçen gün daha fazla sıkıştırmakta ve adeta onu çapından büyük ihtiraslarının kurbanı olmaya doğru itmektedir.

Esasında bugün AKP için geçerli bu tespitler, birçok yönden İttihat Terakki için de geçerlidir. Talat, Enver ve Cemal Paşaların yönetimi altındaki Osmanlı İmparatorluğu’nun amacı, esaret altında tuttukları uyanış halindeki ulusları bastırmak, çöküşü durdurmak ve topraklarını kaybetmemek, daha da önemlisi Mısır’ı ve Orta Asya’yı (Turan) fethederek İslam coğrafyasının önemli bir bölümünde egemenlik kurmak ve eski gücüne geri dönmekti. Bu maceracı politika, milyonlarca insanın ölmesi ve Osmanlı’nın dağılmasıyla sonuçlandı. AKP’nin ya da Erdoğan ve Davutoğlu ikilisinin amacı Türkiye’nin, en üst basamaktaki emperyalist ülkelerle aynı paylaşım sofrasına oturması, tabiri caizse emperyalist-kapitalist dünyanın Osmanlısı olmasıdır. Bu maceracı emperyalist siyaset, daha şimdiden Türkiye’yi Ortadoğu’daki savaşın bir parçası haline getirmiş ve içeride de kanlı sonuçlar yaratmaya başlamıştır. Dolayısıyla Erdoğan-Davutoğlu yönetimindeki AKP iktidarının dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olması ve bu maceranın yüz binlerce ve hatta milyonlarca emekçinin canına mal olması hiç de olasılık dışı değildir.

İttihat Terakki macerası

Yüzyıllarca ayakta kalmayı başarmış Asyatik imparatorluk Osmanlı, dünyadaki kapitalist gelişmenin etkisiyle, 1900’lerin başında artık ömrünün sonuna doğru hızla ilerliyor, yani çöküyordu. Bir zamanların “cihan imparatorluğu”, Avrupalı emperyalist güçler tarafından “hasta adam” ilan edilmiş, ekonomik ve siyasi dayatmalar sonucunda yarı-sömürge konumuna sürüklenmişti. Osmanlı’da kapitalizmin gelişmeye başlaması ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin tüm imparatorluğu sarması ile Avrupalı emperyalist güçlerin dünyayı ve bu arada Osmanlı’nın denetimi altındaki toprakları paylaşmak üzere kıran kırana bir kavgaya tutuşması üst üste gelmiştir. Nitekim emperyalist güçler, Osmanlı içinde yer alan ve kendi devletlerini kurmak üzere harekete geçen ulusları desteklemekten ve bu arada onların arkalarına saklanarak kendi kozlarını paylaşmaktan geri durmayacaklardı. İşte bu kapsama giren 1912’deki Balkan Savaşlarıyla birlikte Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’daki tüm topraklarını kaybetti. İmparatorluğun Asya ve özellikle bugün Ortadoğu denen bölgelerinin kopması da gündemdeydi. Balkan Savaşları, aynı zamanda 1914’te patlak verecek olan büyük emperyalist savaşın da girişi niteliğindeydi.

Daha 1800’lerin sonlarından itibaren Osmanlı egemen sınıfı (bürokrasi), ezilen ulusların kopmasını engelleyecek ve böylece imparatorluğu ayakta tutacak bir yol aramaya başlamıştı. Zaten ekonomik ve askeri açıdan zayıf olan Osmanlı bürokrasisi, egemenliğini ayakta tutacak sihirli bir siyaset peşindeydi. İşte Osmanlıcılığı, İslamcılığı ve Türkçülüğü kapsayan üç tarz-ı siyaset denen ideolojik/siyasal yaklaşımlar bu dönemde tarih sahnesine çıktı. Adına İttihad-ı Anasır denen Osmanlıcılık düşüncesi, imparatorluk sınırları içindeki ulusların birliğini ifade etmekteydi. Amaç ulusal bilincin gelişmesinin önüne geçmek ve imparatorluğu ayakta tutmaktı. Ancak bu düşüncenin somut bir karşılığının olmadığı kısa zamanda açığa çıkacak ve geriye İslamcılık ile Türkçülük kalacaktı.

İstibdatla özdeşleşen Abdülhamit yönetimi, esas olarak İslamcılığı ideolojik bir çimento olarak kullanırken, İttihat Terakki her ikisini birden kullanacaktı. Nitekim Osmanlı savaşa dâhil olduğunda, İttihat Terakki iktidarı bu savaşı kutsal bir savaş ilan etti ve tüm dünyadaki Müslümanlara cihat çağrısı yaptı. İslamcılık, geniş Müslüman kitleleri harekete geçirmek üzere kullanılacak önemli bir ideolojik araçtı. Ne var ki, birçok yerde Arap egemenlerin bağımsız devletler ya da küçük emirlikler için İngiliz emperyalizmiyle birlikte hareket etmesi üzerine İslamcılık Türkçülüğe kıyasla geri plana düştü. Türkçülük, yoğun bir şekilde topluma pompalanmaya başlandı. İttihat Terakki egemenleri, bir taraftan Turan’ın (Orta Asya) fethi hayalleri kurarken, öte taraftan da Ermeniler ve Rumlar gibi sayısı milyonları bulan Anadolu’nun kadim halklarını bir şekilde topraklarından söküp atarak Türk ve Müslüman esaslı bir ulus-devlet kurmanın planlarını yapıyorlardı.

Dünya hızla savaşa doğru ilerler ve emperyalist güçler arasındaki kapışma sertleşirken, bu kapışma doğrudan Osmanlı bürokrasisi içinde de yansımasını bulmuştu. Rum ve Ermeni sermaye kesimi tarafından da desteklenen Prens Sabahattin’in liderliğini yaptığı Osmanlı bürokrasisinin liberal kanadı İngiltere, İttihat Terakki ise Almanya yanlısıydı. Fakat mücadeleyi, ordu içinde çok güçlü bir desteğe sahip İttihat Terakki kazanacaktı. Balkanlar’dan sökülüp atılmayı sindiremeyen, devleti modernleştirmeyi, güçlendirmeyi ve yeni topraklar elde etmeyi arzulayan İttihat Terakki’nin genç liderleriyle, Ortadoğu ve Asya’da İngiltere ve Fransa karşısında nüfuz alanları kazanmayı isteyen hırslı Alman emperyalizminin çıkarları çakışmaktaydı. 1913’te bir darbeyle iktidarı tamamen eline alan İttihat Terakki hızla Almanya’nın saflarına doğru kaydı ve ordunun modernleşmesi de Alman generallerine bırakıldı. İngiltere ve Fransa’ya karşı cihat kartını kullanmayı pek isteyen Almanya, Osmanlı’yı yanında savaşa sokmak amacıyla elinden geleni yapmış ve bu kapsamda İttihat Terakki’nin önüne Orta Asya’nın ve Mısır’ın ele geçirilmesi hayalini koymuştur. Almanya, Osmanlı’nın Avrupa’da söz sahibi ülkelerden birisi olma fikrinden vazgeçerek İslam ülkelerinin önderi olma yolunda çaba harcamasını istiyordu. Türk ve Müslüman esaslı bir ulus-devlet kurma fikirleriyle de dolu olan Enver ve Talat gibiler, ideolojik temelini Türkçülüğün oluşturduğu Turan’ın fethi düşüncesiyle yanıp tutuşmaktaydılar. Bugün nasıl Erdoğan ve Davutoğlu Ortadoğu’da emperyal bir güç olma hayalleri kuruyorlarsa, aynı şekilde Talat ve Enver de Orta Asya’da tüm Türk kökenlilerin ayağa kalkarak Osmanlı’nın cihat savaşına katıldığı bir Turan hayali besliyorlardı.

O dönemin sadrazamı (başbakan) Sait Halim Paşa, bu hevesler ve savaş konusunu tartışırken, Enver ve Talat Paşalara şu düşünceleri aktardığını belirtir: “Binaenaleyh bilfiil bitaraf kalalım. Turan ve Mısır fütuhatı, Trablus, Tunus, Cezayir gibi amali, rica ederim bırakalım. Biliyorsunuz her milletin üç devri vardır: fütuhat devri, tevakkuf (duraklama) devri, inhitat (yıkılıp dağılma) devri. İnşallah bizimki devr-i inhitat değildir, her halde fütuhat devri olmadığı da bediidir. Devrimiz devr-i tevakkuftur. Hudutlarımızı muhafaza edelim, bu suretle bitaraf kalırız.” Ancak İttihat Terakki’nin tepesinde karar verici konumunda olan Talat ve Enver gibiler, Turan hayalleri doğrultusunda Almanya ile ilişkileri alabildiğine derinleştirdiler. Bir taraftan ordu modernize edilip savaşa hazırlanılırken, öte taraftan ise toplum üzerindeki baskı arttırıldı. Talat ve Enver, düzenin verili mekanizmalarının, padişahın ve hatta kendi partilerinin tepedeki kadrolarının bile üzerinden atlayarak kararlar aldılar ve bu kararları onlara dayattılar. Meselâ 2 Ağustos 1914’te Almanya ile Osmanlı arasında bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya göre, eğer Rusya devam eden Avusturya ile Sırbistan arasındaki çatışmaya dâhil olursa, Osmanlı Almanya’nın yanında savaşa katılacaktı. Bu anlaşmadan, Harbiye Nazırı Enver dâhil yalnızca üç kişinin haberi vardı. Milyonlarca insanın kaderini etkileyecek bu anlaşma, egemen sınıfın tepedeki yöneticilerinden bile saklanmıştı. Fransız sermayesine yakın duran Maliye Bakanı söz konusu anlaşma karşısında şaşkınlığını ifade edince Talat Paşa’nın cevabı şu olmuştur: “Bu iş oldu bitti, Sadrazam imza etti. Ne yapalım, mukadderat…”

Ağustos ayında dünya savaşı başladığında İngiltere’nin başını çektiği emperyalist blok, bir taktik adım olarak Osmanlı’yı savaştan uzak tutacak hamleler yaptı. Osmanlı’nın bütünlüğünü teminat altına almayı ve daha da önemlisi kapitülasyonların ilgasını kabul etmeyi önerdi. Ancak özellikle ordu bürokrasisi ile içli dışlı olan ve belirli ölçüde ipleri eline alan Almanya bu manevraları boşa çıkartmak için elinden geleni yaparken, Almanya’nın rakipleri karşısında kazandığı zaferlere bir an önce katılmak isteyen İttihat Terakki liderleri ve ordu kadroları da önerilen anlaşmayı kabul etmediler. Almanya’dan 5 milyon altın kredi alan İttihat Terakki, taahhütte bulunduğu gibi 5 Kasımda, üzerlerinde doğru düzgün kıyafet bile olmayan yüz binlerce yoksul emekçiyi savaş cephelerine sürdü. Tüm egemenler gibi Osmanlı egemenleri de kısa zamanda zafer bekliyorlar ve hayallerine ulaşacaklarını zannediyorlardı. 7 Aralık 1914’te hükümet desteğiyle İstanbul’da yayınlanan Donanma dergisi, “Köylü ile Konuşma” başlığı altında şunları yazıyordu: “Kara Moskof dayak yiyor. Domuz sürüsü gibi ezilip duruyor. Kendini Allah’la bir tutacak kadar kendine güvenen İngiliz donanması kapandaki fare gibi sinmiş duruyor. İki kol üzerinden Kafkasya’ya doğru yürüyoruz. Öbür yandan, bugün yarın kahpe İngiliz Süveyş önünde Allah’ın yardımıyla büyük dayak yiyecek. Zaten Şeyh Sunusi Hazretleri bütün yoluna baş koyanları toplamış Mısır üzerine geliyor. Afganistan Emiri Habibullah Han Hazretleri ‘Bismillah’ deyip Hindistan üzerine yürümeye başladı. Hey gidi ağalar…”

İttihat Terakki’nin emperyal hevesleri ve yürüyen paylaşım savaşı, cihat adı altında kutsallaştırılmak ve geniş kitlelere bu şekilde benimsetilmek isteniyordu. Halifeliği de elinde bulunduran Osmanlı, Müslüman coğrafyasına cihat çağrısı yapmaktaydı. Meselâ bu kapsamda Teşkilat-ı Mahsusa ajanları Hindistan, Afganistan, Bulgaristan ve Orta Asya’ya gönderilerek buralardaki Müslüman ve Türk halklar cihada çağrılmaktaydı. İttihat Terakki, kendi emperyal heveslerini hayata geçirmek amacıyla Osmanlı’nın savaşını, aynı zamanda mazlumların kurtarılması olarak da sunuyordu. 15 Aralık 1914’te Enver, doğu ordularının başında bulunan Kâzım Karabekir Paşa’ya İran’a yürümesi ve Tahran’ı işgal etmesi için talimat vermişti. Bu talimata göre İran’ı Rusya’nın boyunduruğundan kurtarmak amacıyla gelindiği söylenecekti. Daha sonra ordu Türkistan içlerinde halkı Ruslara ve İngilizlere karşı kışkırtarak isyan etmeye çağıracaktı.

Aslında bu örnek egemen sınıfların ne denli riyakâr olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir. Türk ve Müslüman esaslı bir ulus-devlet kurmak amacıyla Anadolu’nun en kadim halklarından biri olan Ermenilere karşı soykırım uygulayan İttihat Terakki egemenleri, katliamı izah etmeye çalışırken Ermenilerin Ruslarla işbirliği yaptığını ileri sürmekteydiler. Bugünün Türkiye egemenleri de İttihatçıların bu tür argümanlarını aynen kullanarak soykırımı reddetmeye ve bir halkın yaşadığı onmaz acıları inkâr etmeye devam ediyorlar. Bir taraftan başka ülkelerin sınırları içindeki Müslüman ve Türk halklarını cihada çağırmak ve bunu kurtarıcılık olarak sunmak, ama öte taraftan kendi devletini kurmak isteyen Ermeni halkının Rusya ile işbirliği yaptığını ileri sürerek bir halka soykırım uygulamak ikiyüzlülüğün doruğudur.

Sonuç olarak İttihat Terakki’nin emperyal hevesleri doğrultusunda giriştiği macera büyük bir trajediye dönüştü. 90 bin askerin yazlık kıyafetleriyle birlikte Ruslara karşı savaşmaya gönderilirken Sarıkamış’ta donarak ölmesi gibi tarihe geçmiş bir trajedi dâhil yüz binlerce askerin yaşamını kaybetmesi ve on binlercesinin sakatlanmasının; Ermeni halkının soykırıma maruz kalmasının; 1 milyondan fazla Rumun tehcir edilmesinin ve halklar arasında düşmanlık tohumlarının ekilmesinin sebebi İttihat Terakki’nin Turan hayalleri ve elbette ki savaşları yaratan emperyalist-kapitalist sistemdir. Bugün bile egemen sınıfın ideologları, Osmanlı’nın savaşa girmek zorunda olduğunu söylüyor ve çeşitli gerekçeler ileri sürüyorlar. Benzer gerekçeleri, tüm emperyalist-kapitalist güçlerin efendileri de tekrarlayarak savaşı meşrulaştırmaya ve kendi günahlarının üzerini örtmeye çalışıyorlar. Kendi çıkarları için dünyayı paylaşma savaşına tutuşan emperyalist-kapitalist güçler, bunu bir zorunluluk olarak sunuyorlar.

AKP’nin emperyalist macerası

Türkiye burjuvazisinin sermaye birikim düzeyi, onu alt-emperyalist bir konuma taşımış durumda. Burjuvazinin tüm kesimleri emperyalist hevesler beslemekte ve bu yönde bir siyaset izlenmesini arzu etmektedirler. Fakat bu siyasetin nasıl biçimler altında yürütüleceği ve hangi güçlerle nasıl iş tutulacağı konusunda burjuva kesimler arasında derin görüş ayrılıkları var. AKP, emperyalist heveslerin hayata geçirilmesi noktasında Türkiye burjuvazisinin en atak ve en maceracı kanadını temsil etmektedir. Hiç kuşkusuz bunda, AKP’nin temsil ettiği İslamcı ve muhafazakâr sermaye kesimlerinin ve onların siyasi kadrolarının tarihinin büyük bir etkisi vardır. Uzun yıllar boyunca, kendini laik ve modern olarak tanımlayan burjuva kesimlerin horlama ve dışlamalarından sonra gelip iktidara oturan bu sermaye kesimleri ve siyasi kadrolar, zenginliklerini büyütmek ve kendilerini ispat etmek amacıyla son derece hırslı bir siyaset izlemeye başlamışlardır. İslamcı kadrolar, yıllar yılı bir siyaset oluşturmada ve devleti yönetmede kendilerini ehliyet sahibi saymayan laik burjuva kesimlere neler yapabileceklerini göstermek istemektedirler. Elbette bu, kendi sermayelerini büyütme ve iktidarda kalma motivasyonuyla iç içe geçmiştir. Bir taraftan sonradan görme bir açgözlülükle sermayelerini büyütüp her şeyin merkezine kendi çıkarlarının selâmetini koyarken, öte taraftan ise bodoslama bir emperyalist siyaset yürütmeye girişmişlerdir.

Şurası çok açık ki, söz konusu emperyalist heveslerin güçlü bir motivasyonla sürdürülmesinde Erdoğan’ın rolü çok önemlidir. Tarihte, koşullara bağlı olarak, liderlerin oynadığı rol belirleyici olabilmektedir. Erdoğan’ın hırsı ve bu kapsamda onu motive eden cesareti, İslamcı/muhafazakâr sermaye kesimlerinin kendi damgalarını tarihe vurma hevesine öncülük etmektedir. Hiç kuşku yok ki Erdoğan izlenen emperyalist siyasetin cesaret boyutunu temsil ediyorsa, Davutoğlu da ideoloji ve fikir boyutunu temsil etmektedir. Yani emperyalist heveslere tarihi bir arka plan ve ideolojik boyut kazandıran ve onu aynı zamanda akademik bir zemine oturtan Davutoğlu’dur. Bu siyasi kadroların zihinsel arka planını doğal olarak içinden geldikleri İslamcılık belirlemektedir. Türkiye’deki İslamcılığın, Osmanlı’yı İslamı tüm dünyaya yayan, Türkün gücünü cümle âleme gösteren ve dolayısıyla dönülmesi gereken bir devr-i saadet olarak gördüğünün ve bu hülyanın zihinleri belirlediğinin altını çizmek lazım. AKP’nin siyasi kadroları ve sermaye kesimleri, kendi hırsları ve dünya görüşleri çerçevesinde emperyalist siyaseti şekillendirmeye giriştiklerinde, doğal olarak bu tarihi arka plana yaslandılar.

Osmanlı güzellemeleri ve devr-i saadet kesinlikle bir efsanedir. İslamcı/muhafazakâr sermaye kesiminin siyaset esnafı, hem geniş kitleleri aldatmak ve kendi meşreplerince bir toplum yaratarak iktidarlarını sürdürmek hem de emperyalist heveslerini meşrulaştırmak amacıyla Osmanlı’dan AKP’ye uzanan yeni bir efsane oluşturmaya giriştiler. Sürekli olarak AKP’nin siyasi ve toplumsal misyonunun altının çizilmesi bu gerçeği gözler önüne sermektedir. Bu efsanenin merkezinde büyük devlet olma ve küresel düzene yön verme hayallerinin olduğunu özellikle belirtmek lazım. Meselâ 2 Ocak 2013’te, o dönem Dışişleri Bakanı olan Davutoğlu, Türkiye’nin büyükelçilerine seslenirken şöyle demekteydi: “Alışkanlıkları kıracağız, ezberleri bozacağız, hiç görünmediğimiz yerlerde görüneceğiz. Ve bir sabah insanlar Afrika’da kalktığında Başbakanımızın uçağını, 20 yıl sonra Mogadişu’ya inen ilk Başbakan uçağı olarak görecekler. Ve bir efsane oluşacak.” Aynı konuşmasında Davutoğlu, ABD, Rusya ve Çin ile ilişkileri değerlendirirken şunları da söylüyordu: “Birini diğerinin alternatifi olarak görmüyoruz. Çünkü bu küresel güçler de biliyor ki tarih artık Ankara’dan akıyor. Ankara’yı göz ardı eden tarihi anlayamaz. Ankara ile ilişkilerini riske sokacak olan, bütün bölgesel politikalarda da riski üstlenmiş olur.”

Tarih artık Ankara’dan akıyor! İşte efsane tam da budur. Eğer hevesler, kişileri gerçeklerden kopartır ve ayaklarını yerden keserse, bir noktadan sonra sanal gerçeklik gelip asıl gerçekliğin yerine oturur ve tüm hareket çizgisini belirlemeye başlar. AKP’nin durumu belirli ölçüde böyledir. AKP’yi oluşturan siyasi kadrolar ve İslamcı/muhafazakâr sermaye kesimleri, tarihi kendi çıkarları temelinde yeniden yazıp geleceğe dönük bir efsane oluşturma peşindedirler. Osmanlı’nın malzeme olarak kullanıldığı bu efsanenin merkezinde AKP ve dünyaya düzen veren Türkiye hayali vardır. 7 Nisan 2012’de AKP’nin Konya kongresinde konuşan Davutoğlu’nun şu sözleri, dikkat çektiğimiz hususu çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor: “AK Parti siyasi şartlarda çıkmış konjonktürel bir hareket değil, aziz milletimizin tarihi yürüyüşünde küresel bir gücün doğuşunu, yeni bir nizam-ı âlem davasının misyonunu işaret eder. Selçuklu ile birlikte bu topraklarda tohumu atılan, Balkanlar’a ve bütün dünyaya sirayet eden o yeni dünya düzeni anlayışının bugünkü organize olmuş şeklidir. Biz, Türkiye Cumhuriyeti’nin küresel bir güç olması yönünde kararlı bir şekilde Başbakanımızın liderliğinde harekete geçmiş kadrolar, bu büyük tarihi misyonun gereğini yapacaklardır.”

Son birkaç ayda Erdoğan ve Davutoğlu’nun yaptığı konuşmalar –üstelik AKP ulusal ve uluslararası alanda sıkıştıkça bu konuşmaların sayısı artıyor–, tümüyle söz konusu efsaneyi şişirmeye dönüktür. İnşa edilen otoriter rejimi ve emperyalist macerayı meşrulaştırmak amacıyla yaratılan efsanede AKP ile devlet içe geçmiştir. Başbakan olarak atandığı kongrede konuşan Davutoğlu, “Allah devletimize ve milletimize zeval vermesin. Devletimize ve milletimize zeval vermemesi için AK Parti’ye de zeval vermesin. Bugün AK Parti, milletimizin ve devletimizin yükselişi ile aynı anda zikredilmektedir. Devletimizi bir fetret dönemini kapatarak tekrar inşa eden hareketin adı da AK Parti’dir” demekteydi. Hiç kuşku yok ki Davutoğlu’nun zihin dünyasında devletin, milletin ve AKP’nin geleceği aynıdır, üstelik burjuva devletin ve bu arada milletin geleceği de AKP’nin kaderine bağlıdır.

Devletin AKP tarafından “yeni Türkiye” adı altında yeniden inşa edildiği propagandasına bilhassa dikkat çekmek lazım. Zayıflayan, dağılan, mafyanın ve çetelerin içinde cirit attığı devleti yeniden inşa edip, küresel bir güç olarak ayağa diken AKP! Sürekli olarak, efsaneleştirdiği bu yeniden inşa kavramını propaganda eden AKP kadroları, bunu emperyalist siyasete bağlamaktan ve bu şekilde emperyalist hevesleri meşrulaştırmaya çalışmaktan geri durmuyorlar. Emperyalist basamakların en üstüne tırmanmak amacıyla konan 2023 ve 2071 gibi büyük hedefler de hep bu yönde, emperyalist heveslerin ve otoriter rejimin ideolojik argümanları olarak kullanılmaktadır.

Davutoğlu, son AKP kongresinde yaptığı konuşmada devleti ve bürokrasiyi restore ettiklerinden söz etmiştir. Restorasyon bir yeniden inşadır kuşkusuz; ancak bilindiği üzere geçmişin geri getirilmesi amacıyla girişilen bir inşa! Bu kavram, 1789 Fransız Devriminde burjuvazinin devrimci kanadının yenilmesi, kralcıların ve tutucu burjuvazinin birlikte iktidara gelmesiyle ortaya çıkmış bir kavramdır. Dolayısıyla geriye dönüşü, eski düzenin kurumlarının bir biçimde yeniden ihya edilmesini anlatmaktadır. Lakin AKP’nin dillendirdiği restorasyonun amacı, Kemalistlerin ya da sosyalist kılıklı sol Kemalistlerin bahsettiği gibi Osmanlı’ya geri dönülmesi değildir, zaten bu mümkün de değildir. AKP’nin restorasyonu esasen ideolojiktir. Hedef, emperyalist hevesleri meşrulaştıracak tarihi bir arka plan inşa etmek ve sözünü ettiğimiz şekilde bir efsane yaratmaktır.

Aslında bu yeniden inşa etme retoriği hiç de AKP’ye özgü değildir. Birçok açıdan AKP, Kemalizmi kendi çizgisinde taklit etmektedir. Cumhuriyeti kuran Kemalist kadrolar ve devlet bürokrasisi, kendi efsanesini Kemalizm adı altında oluştururken, neredeyse tümüyle Osmanlı’yla bağlarını koparmış, onun tüm simge ve sembollerini gömmüştür. Kemalizm, her açıdan bir yeniden inşa efsanesi yaratmıştır. Bu efsaneye göre, yenilen ve dağılan Osmanlı’dan geriye kalan topraklar üzerinde, yedi düvele karşı kurtuluş mücadelesi verilerek muasır medeniyet yolunda ilerleyen bir cumhuriyet kurulmuştur. Öyle ki, Kemalist ulus-devlete ideolojik tarihi bir arka plan oluşturmak amacıyla Hititlere kadar geri gidilmiştir. Toplumu tepeden baskı altına alan Kemalizm, kendi tasavvuruna uygun bir “yeni toplum” yaratmaya çalışmıştır.

Şimdilerde ise AKP’de ifadesini bulan İslamcı/muhafazakâr sermaye kesimleri, kendi efsaneleri doğrultusunda, Osmanlı’nın sembollerini güncelleştirmeye çalışıyorlar. “Yeni ve büyük Türkiye” vurgusunun anlamını da burada aramak gerekir. Nitekim AKP ve Erdoğan, bu temelde kendi sembollerini de oluşturmaktadır. Üçüncü köprüden Kanal İstanbul’a, muazzam paralar dökülerek yaptırılan yeni cumhurbaşkanlığı sarayından (Ak Saray) eski Osmanlı sultanlarının harap olmuş köşklerinin restore edilmesine ve meselâ Mustafa Kemal ile özdeşleşmiş Çankaya’nın yavaş yavaş kullanılmamasına kadar bir dizi adım bu sembolizmin ifadesidir.

Cumhuriyeti inşa edenler, kurdukları diktatörlüğü meşrulaştırmak amacıyla devletin, milletin ve bu arada CHP’nin iç içe geçtiğini söylüyorlardı. Bugün benzeri şeyleri AKP tekrarlamaktadır. İçeride iktidarını sürdürmek ve dışarıda emperyalist heveslerinin peşinden koşmak amacıyla, giderek otoriterleşen bir rejim inşa etmektedir. Bu rejim, dünyaya düzen veren “büyük Türkiye” masallarıyla bilinci felce uğratılmış, sorgulamayan, demokratik haklarına sahip çıkmayan, devlet, millet ve AKP’nin iç içe geçtiğine inandırılmış, dindar/muhafazakâr bir toplumu hedeflemektedir. En tepede Erdoğan’ın tek karar verici pozisyonunda olacağı ve polis devleti uygulamalarının hayatın her alanına yansıyacağı böyle bir rejimin hızla Bonapartizme doğru evrileceği çok açıktır.

Görüldüğü üzere AKP’nin emperyalist hevesleri, hem otoriter bir rejime yol açmakta hem de Türkiye’yi savaşa sürüklemektedir. AKP, ne pahasına olursa olsun emperyalist emellerinin peşinden koşmaya kararlıdır. Erdoğan’ın, Meclis’te yaptığı konuşmada “Dünya Savaşının 100. yılında bölgemiz yeniden şekillenirken Türkiye gelişmelere seyirci kalacak değil” demesinin anlamı açıktır. Zaten Türkiye Suriye’deki savaşın bir parçası konumundadır ve savaş şimdiden bu toprakları etkilemeye başlamıştır. Savaşta cephelere sürülecek ve katledilecek olan işçi-emekçi kitlelerdir. Oysa işçi sınıfının bu savaştan hiçbir çıkarı yoktur. “Yeni, büyük ve dünyaya düzen veren Türkiye” söylemi tümüyle ideolojiktir ve amaç egemenlerin emperyalist heveslerini meşrulaştırmaktır. Son tahlilde cephelerde ölecek olan işçiler, “büyük Türkiye”nin sefasını sürecek olanlar ise kapitalistler ve onların siyasetçileri olacaktır. Bu nedenle, işçi sınıfı çok uyanık olmak ve kendisine kurulan tuzakları boşa çıkartmak zorundadır. 

3 Kasım 2014

İlgili yazılar