ABD’ye Bir Devrim Gerekli, Ama Nasıl?
Utku Kızılok, 9 Mart 2016

Amerikan toplumunun altında biriken çelişkiler ve kaynama, özellikle genç kitlelerin huzursuzluğu kendisini Sanders’la ifade etti ve Sanders’ın çıkışı hem Clinton’ı hem de tekelci sermaye kesimlerini şok etti. Şans verilmeyen Sanders, ilk ön seçimlerin yapıldığı Iowa eyaletinde yarışa dâhil olduğunda, yüzde 44 oranında Clinton’ın gerisinde gözüküyordu. Sanders’ın aldığı destek ve gençlerin ona yönelmesi, anti-komünist ve anti-sosyalist kudurgan propagandanın etkisinin kırıldığını göstermektedir.

ABD Başkanı Obama’nın görev süresi bu yılın sonunda doluyor. Kasımda ise seçim var. Bu nedenle, Demokrat ve Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adaylarının kim olacağını belirlemek için ön seçimler yapılıyor. Ön seçimler, dünya ekonomik krizinin derinleştiği, emperyalist savaşın yayıldığı, toplumsal eşitsizliğin akıl almaz düzeylere ulaştığı ve toplumsal çıkışsızlığın kitleleri boğduğu bir dönemde gerçekleşiyor. Nitekim bu dönemki ön seçimler, geçmiştekilerden ayırt edici ölçüde farklı bir toplumsal zeminin varlığına işaret ediyor. Meselâ Cumhuriyetçi Parti’nin faşist aday adaylarından milyarder Donald Trump şu aşamada tüm rakiplerinin önünde giderken, kendine “demokratik sosyalist” diyen ve Amerika’ya bir “politik devrim”in gerekli olduğunu söyleyen Bernie Sanders, hiç beklenmedik şekilde Demokrat Clinton’ın rakibi haline gelebildi ve birçok eyalette yarışı kazandı. Hem bir faşistin hem de on yıllar boyunca sosyalist düşüncenin karalanıp bastırıldığı bir ülkede kendine sosyalist diyen birisinin (Sanders’ın ne kadar sosyalist olduğundan bağımsız olarak) kitlelerin desteğini alması, toplumun ne denli çelişkilerle yüklü olduğunun bir ifadesidir.

Amerika’daki burjuva siyasal alan iki parti esasına göre şekillendirildiği için başkanlık/iktidar, tahterevalli misali bir partiden öbürüne geçiyor. Partilerin başkan adaylarının belirlenme süreci de bu mekanizmanın bir parçası. Başkan aday adayları, milyonlarca doları bulan bütçelerle yarışa başlıyorlar. Kimin başkan adayı olacağının belirlendiği süreç, fiilen başkanlık seçimine dönüşüyor. Yani partilerin aday adaylarının belirlendiği süreç, aynı zamanda her iki partinin öne çıkan adaylarının başkanlık yarışı anlamına da geliyor. Şu ana kadar ön seçimlerde önde giden Hillary Clinton ile Donald Trump, rakiplerinin yanı sıra, birbirlerini sanki başkanlık yarışındaymışlar gibi eleştiriyorlar. Tekelci Amerikan medyası da bu ikiliyi öne çıkartıyor ve böylece fiili bir durum yaratıyor.

Dünya genelinde hüküm süren kapitalist krizin ve emperyalist savaşın oluşturduğu siyasal zeminde burjuva gericiliği öylesine etkili oluyor ki, dünyanın dört bir tarafında sahne alan faşist liderler kendilerine kolayca destek bulabiliyorlar. Bu dönemin en tipik özelliklerinden biri, lafebeliğinde ve tutarsızlıkta zanaatkârlaşmış faşist liderlerin kudurgan bir milliyetçilik eşliğinde kitlelere “büyük ülke” vaat etmesidir. Sanki ABD emperyalizmi dünyanın hegemon gücü değilmiş gibi, Trump Amerika’yı yeniden büyük ülke haline getireceğini söylüyor ve “Amerika birlik olmalı” diyen Clinton’ı tutarsızca ve tam bir demagojiyle yanıtlıyor: “Önemli olan birlik olmak değil büyük olmaktır!” Programı küçümseyen tüm faşist liderler gibi Trump da bol bol konuşuyor, lafebeliği yapıyor ve kitlelerin geri ve ilkel düşüncelerine sesleniyor.

Aslında kapitalist kriz ve toplumsal çelişkilerin keskinleştiği dönemler, genel olarak toplumsal kutuplaşmanın da keskinleştiği, kitlelerin siyasal açıdan kendilerini sağ ya da sol uçlarda ifade ettikleri dönemlerdir. Nitekim kriz, savaş ve kapitalist çıkışsızlığın bir ifadesi olarak Amerika’da kitlelerin hoşnutsuzluğu kendini iki uçta ifade ediyor. Bir uçta faşist Trump, diğer uçta ise kendini demokratik sosyalist olarak adlandıran Sanders var.

Sanders’ın beklenmeyen yükselişi ve programı

ABD başkanlığı için yarışan Demokrat Parti adaylarından 74 yaşındaki Sanders, 1960’larda ve 70’lerin ilk yarısında savaş karşıtı eylemlerin içinde yer aldı, üniversitede bu eylemleri örgütleyenlerden biri oldu. Siyahların ezilmesine ve dışlanmasına karşı çıkan, üniversitede eylemler örgütleyen Sanders, gençliğinden beri kendini “sosyalist” olarak tanımlıyor. 1981’de Vermont eyaletinin en büyük kenti olan Burlington’da bağımsız belediye başkanı seçilen Sanders, bu göreve üç kez seçilmeyi başarmış birisi aynı zamanda. 1990’dan başlayarak 16 yıl boyunca bağımsız kongre üyesi seçilen Sanders, 2006’da ise senatör olarak seçildi. 2012’deki seçimlerde yüzde 71 oy alarak bu göreve yeniden seçilen Sanders’a, o dönem Illinois senatörü olan Obama aktif destek vermişti.

Aslında Sanders yıllar boyunca bağımsız durmasına ve tekelci sermayenin güdümündeki Demokrat Parti’nin doğrudan bir parçası olmamasına rağmen, geleneksel olarak Demokrat Parti’nin en solunda duran bir reformist. Amerika’daki sınıf mücadelesi geleneği Avrupa’dakinden farklı oluşmuştur. İşçi sınıfı mücadelesi başlangıçta kitlesel bir düzeye yükselmiş olmasına rağmen, Avrupa tarzında bir işçi partisi ya da sosyalist parti tarih sahnesine çıkamamıştır. Sosyalist ve komünist hareketin hiçbir zaman güçlü bir gelenek yaratamadığı Amerika’da, Avrupa tipi sosyal demokrasi, yani burjuva işçi partilerinin ya da burjuva sol partilerin rolünü Demokrat Parti oynamaya çalışmıştır. Lakin Demokrat Parti, güçlü sendikaların ve kitlesel işçi desteğinin üzerinde yükselmediği ve sosyal demokrasiden gelmediği için, onun rolü hiçbir zaman Avrupa’daki geleneksel işçi partileriyle bir ve aynı olmamıştır. Son tahlilde, düzen içi sol kendini ifade etmek istediğinde Demokrat Parti’ye yönelmiştir. Nitekim başkanlık seçimleri için Sanders’ın adresi de orası olmuştur.

Sanders adaylığını ilk açıkladığında (aynı İngiltere’de İşçi Partisi’nin başına geçen Jeremy Corbyn gibi) onu kimse dikkate almadı ve medya önemsemeyerek görmezden geldi. 12 Nisan 2015’te adaylığını açıklayan Clinton, aslında Demokratların tek adayıydı. Eski Başkan Bill Clinton’ın eşi, dört yıl önce Obama’nın rakibi ve daha sonra ABD Dışişleri Bakanı olarak Hillary Clinton, Wall Street’le özdeşleşmiş tekelci sermayenin ve Amerikan müesses nizamının gözdesi ve favori adayıdır. Lakin Amerikan toplumunun altında biriken çelişkiler ve kaynama, özellikle genç kitlelerin huzursuzluğu kendisini Sanders’la ifade etti ve Sanders’ın çıkışı hem Clinton’ı hem de tekelci sermaye kesimlerini şok etti. Şans verilmeyen Sanders, ilk ön seçimlerin yapıldığı Iowa eyaletinde yarışa dâhil olduğunda, yüzde 44 oranında Clinton’ın gerisinde gözüküyordu. Ancak çok kısa bir sürede Sanders bu açığı kapattı ve çok küçük bir oy farkıyla, binde 3’lük bir puanla ön seçimleri kaybetti. Birkaç gün sonra ise New Hampshire’da yüzde 60 oy alarak Clinton’ı yenmeyi başardı. İşte o andan sonra da Sanders ciddiye alınmaya ve elbette egemenleri endişelendirmeye başladı. Şu ana kadar 11 eyalette Clinton, 7 eyalette ise Sanders kazanmış durumda.

Üstelik Sanders, karşısında “propaganda makinesi” olarak adlandırılan Clinton olmasına rağmen bu başarıyı elde etti. Fiilen iki partili bir düzen oluşturan sermaye sınıfı, yarattığı mekanizmalarla doğrudan seçim sürecine müdahale ediyor, onu şekillendiriyor. Tekelci sermaye, Siyasi Eylem Komiteleri aracılığıyla seçimleri doğrudan etkilemekte ve yönetmektedir. Wall Street’le iç içe geçmiş iki parti ve siyaset esnafı, seçim propagandası yürütmek ve seçimleri kazanmak için özel olarak oluşturulmuş Siyasi Eylem Komitelerine başvuruyor. Amerikan Federal Temyiz Mahkemesi, bizzat tekellerin içinde yer aldığı bu eylem komitelerine sınırsızca para harcama yetkisi tanımış durumda. Wall Street’in tekelci sermaye grupları (meselâ Goldman Sachs) istedikleri adayı desteklemek için bu eylem komitelerine diledikleri kadar para bağışı yapabiliyorlar. Milyar dolarların harcandığı ve medyanın aktif bir şekilde kullanıldığı bu seçim mekanizmasıyla, sosyalistler başta olmak üzere tüm toplumsal muhalefetin sesi boğuluyor.

Meselâ Clinton’ın propagandasını örgütleyen eylem komitesinin topladığı 23 milyon dolarlık yardımın 15 milyon doları doğrudan Wall Street’ten geliyor. Parti ve düzen adaylarına para aktarımı yalnızca bu komiteler üzerinden yapılmıyor. Tekelci sermaye, burjuva siyaset esnafını etkilemek ve yönlendirmek amacıyla başka kanallara da başvuruyor. Örneğin, eski başkanları veya ünlü siyasetçileri konuşma yapması için konferanslarına davet ediyorlar. Bu konuşmaların karşılığında onlara büyük miktarlarda para ödüyorlar. Bu tip toplantıların baş konuşmacılarından olan Clintonlar, yalnızca 2001’den bu yana tam 153 milyon dolar “kazanmışlar”!

İşte Sanders’ın saldırdığı ilk noktalardan birisi de bu. Clinton ve diğerlerinin Wall Street’in ve düzenin temsilcisi olduğunu, Siyasi Eylem Komitelerinin seçimleri satın aldığını ve siyaseti yozlaştırdığını söylüyor. Bu nedenle Sanders, Siyasi Eylem Komitelerine başvurmayı reddederek bireysel bağışlarla seçim kampanyasını yürütüyor. Sanders’ın ana sloganı ABD’ye bir “politik devrim”in gerekli olduğu. Peki, bu “politik devrim” neyi kapsıyor? Vergi düzenlemeleriyle Wall Street’in denetlenmesi ve dizginlenmesi; orta sınıflara kaynak aktarılması; gelir uçurumunun giderilerek ekonomik, sosyal eşitliğin ve barışın sağlanması; yeni ve kapsamlı bir ücretsiz sağlık sisteminin oluşturulması; üniversite eğitiminin parasız hale getirilmesi; işsizlere iş bulunması; tüm ülke düzeyinde asgari ücretin saatinin 15 dolara yükseltilmesi!

Elbette Sanders’ın ortaya koyduğu programın devrimci bir sosyalist programla, işçi devrimini hedefleyen anti-kapitalist bir programla uzaktan yakından ilgisi yok! Onun “politik devrimi” mevcut burjuva siyasetinin yeniden düzenlenmesini, yozlaşmanın ve kokuşmuşluğun temizlenmesini ve kapitalist düzenin yarattığı toplumsal eşitsizliklerin bir parça da olsa giderilmesini içeriyor. Yani neresinden bakarsak bakalım Sanders kapitalizmi yıkmayı değil, onu onarmayı hedefliyor. Zaten sosyalizmden kastettiği şey de aslında İskandinav ülkelerinde tam karşılığını bulan ve sosyal demokrat partilerin merkezinde olduğu “sosyal devlet” uygulamaları. Konuşmalarında İskandinav ülkelerini örnek vererek programını somutlamaya çalışıyor. Sanders, bildiğimiz Keynesçi uygulamaları savunuyor ve “sosyal devlet” uygulamalarıyla kapitalizmin özellikle Amerika’da yarattığı derin toplumsal çelişkileri yumuşatmayı, gelir uçurumunu bir parça kapatmayı amaçlıyor.

Ancak bugünkü konjonktürde burjuvazinin İkinci Dünya Savaşı sonrası süreçte olduğu tarzda kapsamlı “sosyal devlet” uygulamaları gibi tavizler vermesi mümkün değildir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Sovyetler Birliği’nin varlığı koşullarında, özellikle de Avrupa’da ortaya çıkan devrimci durumları bertaraf etmek isteyen burjuvazi, “sosyal devlet” uygulamalarını hayata geçirmek zorunda kalmıştı. Esasında bu, kapitalizmin o günkü ekonomik, sosyal ve siyasal durumuyla da örtüşüyordu. Savaştan dolayı Avrupa baştanbaşa yakılıp yıkılmıştı. Bundan dolayı, yeniden inşa sürecinde kapitalist ekonomi inanılmaz ölçüde canlandı, bu süreçte üretici güçlerde yapılan kısmi atılımlar da bu canlanmayı hızlandırdı ve 20 yıldan fazla bir süre kapitalizm kesintisiz büyüdü. Bu süreçte, devletin ekonomik alandaki yatırımlarıyla geniş işçi kitlelerine istihdam olanağı yaratıldı; verilen ekonomik tavizlerle işçi sınıfının yaşam koşullarında ciddi bir iyileşme yaşandı. Ne var ki 1970’lerin başından itibaren kapitalizm bir kez daha krize girdi. O günden bu yana uzun erimli krizini aşamayan, kısa dönemli ekonomik büyümelerin ardından yeniden ve daha büyük krizlerin içine yuvarlanan sermaye sınıfı, kâr oranlarının düşmesinin önüne geçmek amacıyla işçi sınıfının her türlü kazanılmış hakkına saldırarak el koymaktadır. İşte bu saldırıların bir sonucu olarak, bir taraftan işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları ağırlaşırken, öte taraftan da sermaye palazlandıkça palazlanmıştır. Lakin buna rağmen kapitalizmin krizi şiddetlenerek derinleşmektedir. Kapitalizmin ekonomik krizi beraberinde kitlesel işsizliği, zengin ile yoksul arasında derinleşen gelir uçurumunu, işçi-emekçi kitlelerin yaşamının cehenneme dönmesini, savaş ve gericiliği, toplumun çürümesini ve sistemin çıkışsızlığını getirmektedir. Tüm bu nedenlerden ötürü, kapitalizmin yarattığı derin çelişkiler ancak ve ancak bir proleter devrimle ortadan kaldırılabilir.

Gerçeklik bu kadar berraktır. Fakat kitleler hiçbir zaman gerçeği tüm çıplaklığıyla kavrayıp derhal asıl hedefe yönelmezler. İlk önce onların o anki bilinç düzeyiyle doğrudan örtüşen ve onlara o anda en gerçekleşebilir görünene yönelirler. Bu açıdan baktığımızda Sanders’ın programı, kapitalizmin yarattığı sorunlardan rahatsız olan kitlelerin en azından belli bir bölümü için gerçekleşebilir gibi gözükmektedir. Sanders’ın vaatleri, Wall Street’i hedef alarak, “birinin çıkıp, her şeye sahip olamazsınız deme vakti geldi” biçimindeki konuşması ve politik devrim vurgusu mavi yakalı işçileri, göçmenleri, yoksulları ve özellikle gençleri derinden etkiliyor. Tüm araştırmalar ve fiili durum, gençlerin Sanders’a daha fazla kulak verdiğini, onun eşitlikçi görünen programına destek verdiğini gösteriyor.

Amerika’ya bir işçi devrimi lazım!

Tekelci Amerikan sermayesi onyıllar boyunca politikayı aşağılayıp gençlerin politikayla ilgilenmemesi gerektiğini söyledi, bunu bir erdemmiş gibi sundu ve çeşitli mekanizmalarla gençliği apolitikleştirdi. Lakin bu durum değişiyor ve gençler her geçen gün daha fazla politik meselelerle ilgilenmeye başlıyorlar. Daha da önemlisi, sosyalizmin öcü olarak gösterildiği bir ülkede, Sanders kendine sosyalist demesine rağmen gençler ve işçiler ona yöneliyorlar. Zaten bu durum Sanders’ın programının ne kadar gerçekleşebileceği meselesinden çok daha önemli. Çünkü özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra ABD emperyalizmi, SSCB’de somutlanan bir dış düşman, bir komünizm öcüsü yarattı ve her türlü araçla bunu kitlelere aşıladı. Sosyalizm ve komünizm, demokrasinin olmadığı, baskıcı, insanların özgürlüklerini elinden alan, onları katleden, aç ve yoksul bırakan sistemin adıydı! Şeytanlaştırılan sosyalizm ve komünizm düşüncesi lanetlendi ve nefret öğesi haline getirildi. Kapitalist-devletçi uygulamaların ya da parasız sağlık sisteminin bile sosyalizm olarak lanetlendiği, başlatılan cadı avlarında demokrat ve muhalif aydınların susturulduğu kudurgan bir anti-komünizm propagandası yürütüldü ve kitlelerin bilinçleri tümüyle esir alındı. Sanders’ın aldığı destek ve gençlerin ona yönelmesi, anti-komünist ve anti-sosyalist kudurgan propagandanın etkisinin kırıldığını göstermektedir.

Aslında bu son derece normal… SSCB ve Doğu Bloku çöktüğünde, ABD ve Batı emperyalizmi büyük kötülüğün sonunun geldiğini açıkladı. Artık dünyada savaşlar olmayacak, barış gelecek ve dünya özgür olacaktı. Kapitalizm herkese iş, aş ve sonsuz refah sunacaktı. Zaten sınıf mücadelesi de bitmişti, sınıf savaşları da olmayacaktı. Lakin tüm bu büyülü sözlerin yankısı evrende kaybolmadan kapitalizm insanlığa büyük acılar yaşatmaya başladı. Kriz, savaş, işsizlik, işçi sınıfının haklarına dönük saldırılar, çalışma ve yaşam koşullarının ağırlaşması, gelecek kaygısı emekçi kitleleri derinden etkilemeye başladı. 2008 kriziyle birlikte işçi-emekçi kitleler işlerini, evlerini ve arabalarını kaybederken, devlet trilyonlar basarak tekelci sermayeyi kurtarmaya girişti. Bugün Amerika, kapitalizmin yarattığı toplumsal eşitsizliğin en derinden hissedildiği ve çelişkilerin en sert biçimde keskinleştiği bir ülkedir. 62 kişiden oluşan bir otobüs dolusu insanın toplam servetinin 3,5 milyar insana, yani dünya nüfusunun yarısının servetine eşit olduğu bir çağda yaşıyoruz. Ve bu 62 kişinin büyük bir kısmı Amerikalıdır.

İşte tüm bu süreçte, işçi-emekçi sınıfların genç kuşakları sosyalizm öcüsü propagandasına geçmiş kuşaklar kadar maruz kalmadan ve kapitalizmin yarattığı keskin toplumsal çelişkileri hissederek ve görerek büyüdüler. Aslında bugün Sanders’ın desteklenmesi biçiminde kendini ifade eden hoşnutsuzluk, ilk önce, 1999’da Seattle’da açığa çıkmıştı. O dönem “küreselleşme karşıtı” hareket biçiminde kendini gösteren toplumsal hoşnutsuzluğun önemli merkezlerinden biri, Amerika’nın Seattle kentiydi ve işçiler günlerce eylemler gerçekleştirmişlerdi. 2008 krizinden sonra ise tüm dünyada etkili olan “işgal et” hareketleri ortaya çıkmaya başladı. “Wall Street’i İşgal Et” adıyla New York’ta bir parka çadır kuran işsizler, gençler ve öğrenciler, günlerce kapitalizmin yarattığı toplumsal eşitsizliklere ve tekelci sermayeye karşı eylemler gerçekleştirmişlerdi. Bu eylemlerin temel sloganlarından birisi şuydu: Siz yüzde 1, biz ise yüzde 99’uz! Marx’ın fotoğraflarının taşındığı New York’taki eylemlerde bu slogan sıkça haykırılmaktaydı ve kapitalizmin yarattığı toplumsal sonuçları çok net bir şekilde özetlemekteydi. Tüm bu süreç, kapitalizmin yarattığı çelişkiler ve ortaya çıkan tepki doğal olarak kitleleri arayışa ve mücadeleye itmiştir. Dolayısıyla genç kitlelerin sosyalist fikirlere yönelmesi son derece doğaldır.

Kapitalizmin tek alternatifi sosyalizmdir. Bu nedenle, kapitalizmin çelişkilerini yumuşatmaya dönük bir çaba bile ancak kendini sosyalist düşüncelere bulaşık biçimde ifade edebiliyor. Lakin kapitalizmin yarattığı toplumsal çelişkiler, Sanders’ın sosyal demokrat programıyla ortadan kaldırılamaz. Amerika’ya ve elbette dünyaya lazım olan bir işçi devrimidir. Kapitalizmin yol açtığı tüm toplumsal sorunları ortadan kaldıracak, kitlelere nefes aldıracak ve emperyalist savaşlara son verecek olan bir işçi devrimi!

8 Mart 2016

İlgili yazılar