Savaş ve Faşizm: Felâket Yaratanlar Kendi Sonlarını da Hazırlıyorlar
Akın Erensoy, 1 Mart 2018

Faşizm ve savaş, insanlık için felâket anlamına gelse de kapitalizme içsel bir olgudur. Emekçi kitlelerin felâketin arkasından sürüklenmesi ve kendi yıkımlarının yolunu açmaları ise kesinlikle örgütsüzlüğün ve akıl tutulmasının sonucudur. Kapitalizm ve onun emperyalist aşamasıyla birlikte savaşın şiddeti ve her alanda yarattığı felâket, asla insanlığın önceki dönemleriyle karşılaştırılamaz. Türkiye toplumunun Osmanlı’dan bu yana bir savaş deneyimi yoktur. Osmanlı’nın dağılmasına, halkların yurtlarından sökülüp atılmasına, soykırıma uğramasına neden olan savaşın acıları çok uzak anılar olarak kalmış, yeni kuşaklar tarafından unutulmuştur.                                     

Ortadoğu’da yoğunlaşan Üçüncü Dünya Savaşı, her geçen gün daha karmaşık bir karakter kazanırken, savaş alanında keskinleşen çelişkiler ve olayların dinamiği, emperyalist ve bölgesel kapitalist güçleri doğrudan karşı karşıya gelmeye zorluyor. Türkiye’nin Afrin’e saldırmasıyla, zaten bir anafora dönüşmüş olan Suriye savaşı daha da girift hale gelmiştir. Türkiye egemenleri, Kürt halkının haklı taleplerini bastırmak için yürüttükleri haksız savaşı, kuşkusuz emperyal hedeflerinin de bir parçası olarak Ortadoğu düzeyine taşırmışlardır. Böylece Suriye savaşı, aynı zamanda Türkiye ve Kürt güçleri arasındaki bir savaş boyutunu da kazanmıştır.

Suriye savaşı pek çok açıdan bir düğüm noktasıdır. Meselâ önümüzdeki dönemde emperyalist savaşın nasıl biçimler alacağını, İran’ın durumunun ne olacağını, Kürt halkının kaderinin nasıl şekilleneceğini, bu arada Türkiye’nin emperyalist kamplaşmada tam olarak nerede yer alacağını belirli ölçüde Suriye’deki durum belirleyecektir.

Erdoğan çizgisinin şekillendirdiği emperyal siyaset, Osmanlı’nın dağılmasından sonra ilk kez Türkiye’nin önünde tarihi fırsatlar doğduğu ve ne pahasına olursa olsun Ortadoğu’nun paylaşımından pay alınacağı hesabı üzerine kuruludur. Saray rejimi, dışarıda haksız ve emperyalist hedefler doğrultusunda hareket ederken, içeride ise kitlelerin düşünme ve sorgulama süreçlerini felç etmeye dönük psikolojik bir savaş yürütüyor. Yalan ve çarpıtma üzerine inşa edilmiş kapkaranlık bir propaganda eşliğinde emekçi kitleler, kutsallık katına yükseltilen emperyalist savaşın arkasına takılmaya çalışılıyor. Afrin’e saldırı, iktidara yükselen faşizmin kurumsallaştırılması ve yerleştirilmesi için Erdoğan’ın eline muazzam bir güç vermiştir. Lakin engin tarihsel deneyim gösteriyor ki, savaşın yarattığı olağanüstü koşulların üzerine basarak toplumu zapturapt altına alan rejimler ve diktatörler, aynı zamanda, kendi akıbetlerini de savaşa ipotek etmiş olurlar. Şu anda kitleler anlatılan efsanelerle efsunlanıyor, körleştiriliyor. Fakat Ortadoğu’daki savaş sarmalının Türkiye’yi daha fazla içine çekme olasılığı giderek büyüyor. Böylesi bir durumda Osmanlı ya da Selçuklu efsaneleri yıkım ve felâkete uğramış kitlelerin acısını dindiremeyecek, öfkesinin taşmasını engelleyemeyecek!

Uzlaşmaz çelişkiler ve savaşın dinamikleri

1. Üçüncü Dünya Savaşının ana tarafları bugüne değin askeri olarak doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçındılar, kaçınabildiler. Yıllar boyunca ABD emperyalizmi, başlattığı emperyalist savaşı “uluslararası terörizme karşı mücadele” kılıfıyla örtmeye ve meşrulaştırmaya çalıştı. Böylece ABD, hegemon rolüyle örtüşecek şekilde sisteme ideolojik olarak da öncülük etmiş oluyordu. Emperyalist ve kapitalist güçler açısından söz konusu nitelendirme oldukça işlevsel ve kullanışlıydı. Tüm güçler, ülke içindeki otoriter uygulamaları, emperyalist siyasetlerini, kendi aralarındaki çekişme ve mücadeleleri bir güzel “terörizme karşı mücadele” söyleminin içine oturttular. Lakin kapitalizmin tarihsel bunalıma girdiği, emperyalist ve kapitalist güçler arasındaki çelişkilerin giderek keskinleştiği koşullarda bu oyunu sonsuza dek sahnelemek mümkün değildir. Nitekim bugün emperyalist ve bölgesel kapitalist güçler çok daha açıktan birbirlerini tehdit eder hale gelmişlerdir. Bu gelişme, kaçınılmaz olarak emperyalist güçlerin söylemini de belirlemeye başladı. Meselâ 2018’de açıkladığı strateji belgesinde ABD emperyalizmi, Rusya ve Çin’i açıktan tehdit olarak tanımlayıp hedefe koydu. Rusya ile Amerika arasındaki gerilim her geçen gün artıyor.

2. Suriye savaşı, Üçüncü Dünya Savaşının şu ana kadar büründüğü biçimin karakteristik özelliklerini tüm yönleriyle gözler önüne seriyor. Suriye toprakları; ABD, Rusya, İran ve Türkiye gibi güçlerin doğrudan askeri varlık gösterdikleri cephelere bölünmüştür. Lakin dolaylı bir savaş yürüten bu güçlerin yenişememesi ya da belirli bir anlaşmaya zemin hazırlayacak bir dengenin oluşamamasından dolayı savaş uzuyor, daha karmaşık bir boyut kazanıyor, çelişkileri keskinleştiriyor ve kaçınılmaz olarak ana güçleri karşı karşıya gelmeye zorluyor. Geride bıraktığımız bir aylık dönemde gerçekleşen dramatik olaylar dizisini hatırlatmakta fayda var: Türkiye Afrin’e işgal operasyonu başlattı, devam eden günlerde İsrail İran’ın insansız hava aracını düşürdü, buna mukabil Suriye bir İsrail jetini vurdu, aynı anda ABD Kürtlerin denetimindeki Deyr el Zor’a harekât başlatan Suriye ve İran güçlerini bombaladı ve içinde Rusların da olduğu yüzlerce askeri öldürdü! Bütün bunlar, Suriye’deki savaşın nasıl bir anafora dönüştüğünün ama aynı zamanda keskinleşen çelişkilerin tüm güçler için manevra alanlarını daralttığının, onları doğrudan savaşa ittiğinin ifadesidir.

3. Yaklaşık yedi yıllık savaştan sonra, Esad rejimine karşı kullanılan İslamcı cihatçı örgütler kimi bölgelerde varlıklarını korusalar da, gerçekte yenilmiş ve büyük ölçüde temizlenmiştir. Gelinen noktada, Suriye’nin geleceğinin şekillendirilmesinde etkili olabilecek önemli güçlerden biri Kürtlerdir. Önemli tarım alanlarının ve petrol yataklarının bulunduğu Fırat’ın doğusu boydan boya Kürt güçlerinin ve ABD’nin denetimindedir. ABD’nin bu bölgede en az 13 askeri üssü ve 2 bin askeri bulunuyor. Kürt güçlerinin ve bulundukları toprakların ne olacağı, ABD’nin Ortadoğu’daki hedefleriyle derinden bağlantılıdır. Ortadoğu’yu kendi planları çerçevesinde dönüştürmek isteyen ABD’nin yakın hedefi İran’ın bölgedeki nüfuzunun sınırlandırılması, rejim değişikliği için zayıflatılması ve İsrail’in varlığının güvenceye alınmasıdır. ABD, zamanı ve kapsamı belli olmasa da İran’a karşı savaş hazırlığını sürdürüyor. Suudi Arabistan önderliğindeki Sünni Arap ülkelerini de bu kapsamda harekete geçirmiş bulunuyor. Dolayısıyla ABD’nin Suriye’den çekilmesi ve tuttuğu mevzileri kolayına terk etmesi hem onun somut planlarıyla hem de emperyalist savaşın mantığıyla uyuşmuyor. Onun amacı Kürtlerin elinde tuttuğu toprakların, kendi askeri varlığının da garanti altına alınacağı bir statü kazanmasıdır. ABD’nin Esad’ın devrilmesi meselesini yeniden gündeme getirmesi ve tehditler savurmasının nedeni, Rusya ile Kürt bölgesinin statüsü ve kendi konumu konusunda anlaşamıyor olmasıdır.

4. Pazar ve enerji alanlarını kontrol etmeyi, hegemonyasını koruyup pekiştirmeyi hedefleyen Amerikan emperyalizmi, bu doğrultuda işine gelmeyen tüm siyasal dengeleri sarsacak tarzda hareket ediyor. Bu nokta, ABD ile Rusya’nın plan ve hareket tarzının farklı olduğunun anlaşılması açısından önemlidir. Rusya, esas olarak ABD onun tarihsel nüfuz alanlarına burnunu soktuğu için doğrudan savaş alanına inmiştir, inmek zorunda kalmıştır. Kuşkusuz bugünkü koşullarda Rusya’nın uluslararası siyaseti şekillendirme gücü ABD’ye oranla zayıftır ama ABD emperyalizmi de eski kudretine sahip değildir. Bu gerçeği bilen Rusya, onun Ortadoğu’daki planlarını bozacak, yıpratacak, hegemonyasının daha fazla sorgulanmasını sağlayacak ve güçten düşürecek tarzda hareket ediyor. Bu iki emperyalist gücün planları ve hareket tarzları, kaçınılmaz olarak onların Kürt sorununa bakış açılarını da belirliyor. Tüm emperyalist güçler, artık uluslararası bir sorun haline gelmiş Kürt sorununun yüz yıl önceki gibi üzerinden atlanamayacağını ve bir çözüme kavuşturulması gerektiğini biliyorlar. Ama nasıl?

5. Ortadoğu’yu emperyalist planları temelinde dönüştürmeyi önüne koyan ABD, yüz yıl önce çözümsüz bırakılan Kürt sorununu tam da “Allahın bir lütfu” olarak kendi hedefleri doğrultusunda kullanıyor. ABD’nin kendi planları doğrultusunda Kürt sorununun çözülmesine dönük her adımı, en başta Türkiye, Irak, İran ve Suriye olmak üzere tüm bölgeyi derinden sarsıyor. Çok açık ki ABD’nin, Irak ve çok daha önemlisi Türkiye ile olan işbirliği ve ittifakını zedelemeksizin Kürt sorununu suiistimal ederek varmak istediği hedeflere ulaşması mümkün değildir. Nitekim bugün Kürt sorununun uluslararası bir boyut kazanmasını sağlayan koşulları büyük ölçüde ABD’nin yaratmış olması da bir tesadüf değildir. Böylece rakiplerinin planlarını bozma ve kendi hedeflerini hayata geçirme doğrultusunda, eline muazzam bir Kürt kozu geçirmiştir. Anlaşılacağı gibi ABD, bir Kürt devletinin kurulmasını, Ortadoğu’daki çıkarları açısından uygun bulmaktadır.

6. Buna karşın Rusya’nın Kürt sorununa yaklaşımı verili koşullarda daha farklıdır. Şurası açık ki, tüm emperyalist ve kapitalist güçler, yeri geldiğinde Kürt sorununu bir sıkıştırma unsuru olarak Türkiye’ye karşı kullanmaktan geri durmuyorlar. Meselâ Rusya PKK’yi ve YPG’yi “terörist” örgüt kapsamında değerlendirmiyor ve yapabildiği ölçüde Kürt sorununu, özellikle Suriye sahasında bir sıkıştırma unsuru olarak kullanmaya çalışıyor. Ancak Rusya’nın tüm Ortadoğu’yu yeniden yapılandırma ve bu temelde bir Kürt devletine yol verme gibi bir perspektifi şimdilik yoktur. Onun verili koşullarda temel amacı, Suriye’nin parçalanmasının önüne geçmek ve dolayısıyla savaşı kazanarak Ortadoğu’da nüfuzunu güçlendirmektir. Bu yaklaşım, önemli bir Kürt nüfus barındıran ve ABD’nin nüfuzu altındaki bir Kürt devletinin kendisi için tehdit olduğunu gören İran’ın çıkarlarıyla da örtüşmektedir. Lakin Kürtler Ortadoğu’da dikkate alınması gereken bir güç konumundadır ve Rusya’nın bu gerçekliğin üzerinden atlaması olası değildir. Dolayısıyla o, özellikle de Suriye’de özerkliğe açılacak şekilde Kürtlerin kendilerini yönetme hakkının tanınmasını sağlayarak ama ülke bütünlüğünü koruyarak sorunu çözmeyi hedefliyor.

7. Türkiye’nin ABD ve Batı ittifak çizgisinden kayarak Rusya’ya doğru yaklaşmasının en temel nedeni de Kürt sorunudur. Türkiye’nin Kürt sorunundaki tarihsel açmazı ve aynı zamanda Ortadoğu’nun paylaşımına dönük emperyalist hırsı onun stratejik pozisyonunu son derece kararsız ve belirsiz hale getirmektedir. Türkiye, bugüne kadar ezilen Kürt ulusunun haklarını tanımaya ve Kürt sorununu çözmeye yanaşmadı. Geleneksel devletçi akıl, baskı ve zorbalıkla Kürt halkını boyunduruk altında tutabileceğini düşündü. Oysa Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, eski siyasi dengeler ortadan kalktı ve Kürt sorunu emperyalist savaşın bir konusu haline geldi. Erdoğan rejimi, tüm burjuva kesimlere şunu söylüyor: “Ortadoğu yeniden paylaşılıyor ve bir Kürt devletinin kurulması ya da kurulacak olması ülkeyi beka sorunu ile karşı karşıya getiriyor. Bu sorunu aşmanın yolu savaştır ve bu savaş aynı zamanda Osmanlı’nın dağılmasından sonra Türkiye’nin büyümesi için tarihi bir fırsattır.”

8. Görüleceği gibi Türkiye açısından Kürt hareketinin ezilmesi ile Ortadoğu’daki paylaşımdan pay alma hedefi iç içe geçmiştir. Bu gerçeği, onun Suriye siyaseti çarpıcı bir şekilde dışa vuruyor. Meselâ Afrin işgalini meşrulaştırmak için, kendisini tehdit eden “terörü” bertaraf etmek istediğini ve kimsenin toprağında gözü olmadığını ileri sürüyor. Bu durumda Türkiye’nin bu yaklaşımın doğasına uygun hareket etmesi beklenir: Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması için Esad rejimiyle işbirliği yapılması ve böylece ABD’nin planlarının boşa çıkartılması! Fakat Türkiye egemenleri tam tersi yönde hareket ediyorlar. Bir taraftan Suriye’nin toprak bütünlüğü derken, öte taraftan kendi topraklarını savunmak için asker gönderen rejim güçleri bombalanıyor. Bu siyasetin anlamı şudur: Rusya ve Amerika arasındaki çelişkilerden yararlan, Afrin örneğinde olduğu üzere doğan fırsatları kullan, Suriye topraklarını işgal et ve böylece hem Kürtleri ez hem de Ortadoğu’nun paylaşımı için mevzi tut! Erdoğan çizgisi, her nasılsa Şark kurnazlığına dayalı bu siyaseti sürdürebileceğine inanıyor.

9. Şu an itibariyle Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaşın temel iki belirleyen gücü var: Amerika ve Rusya! Almanya ve Fransa’yı şimdilik bir kenara bırakırsak, İngiltere, İsrail ve Suudi Arabistan liderliğindeki Arap devletleri ABD’nin arkasına sıralanırken; Rusya, Çin ve İran ise karşıt kutbu oluşturuyor. Kuşkusuz kutuplar henüz mutlak anlamda oluşmuş değildir ama kutup başları ve genel eğilim bellidir. Buna karşın Türkiye’nin hangi tarafta yerini alacağını şimdiden kestirmek güçtür ancak şimdiden Rusya ile Amerika arasında bir çekişme konusu haline gelmiştir. Suriye savaşının sonuçlarının, aynı zamanda Türkiye’nin nerede duracağının belirlenmesinde önemli bir rol oynayacağı açıktır. Unutmamak gerekiyor ki, emperyalist güçlerin amacı çelişkileri keskinleştirmek, kutuplaşmayı ve bloklaşmayı sağlamaktır. Türkiye’nin şu anki pozisyonu, iki emperyalist güç arasındaki çelişkilerden yararlanma durumudur ve bunu ilânihaye sürdürmenin koşulları yoktur. Ne var ki bir NATO ülkesinin Rusya eksenine kaymasının da ciddi bedelleri olacağı açıktır. Kısacası Ortadoğu’da Kürtleri ezme ve emperyalist paylaşımdan pay kapma hayalleri kuranlar, henüz daha emperyalist savaşın gerçek yüzüyle karşı karşıya gelmiş değillerdir.

10. Kuşkusuz Türkiye bölgede alt-emperyalist bir güçtür ve gerek Amerika gerekse Rusya onu dikkate almak zorundadır. Fakat oyun kurma ve süreci yönetme kapasitesine sahip olanlar, gerçekte büyük emperyalist güçlerdir. Tarihsel açmazları ayaklarına dolanan Türkiye’nin oynayacağı rol, Erdoğan ne denli muhteris bir siyaset izlerse izlesin, ne denli gözünü karartıp maceraya dalarsa dalsın, sınırlıdır. Nihayetinde savaş sahnesinde izleyip gördüğümüz üzere, Türkiye oyun kurucu değil ama kurulan oyunda rol alan, almak amacıyla yanıp tutuşan, bu olmadığında ise oyun bozanlık yapmaya çalışan bir güçtür. Meselâ Rus jetini düşürdükten sonra, uzun süre Suriye sahasında hiçbir şey yapamaz hale geldi. Erdoğan, içeride tüm esip gürlemesine rağmen, uluslararası alanda yapayalnız kaldı. Tabiri caizse karaya oturan gemisini tekrardan suya indirme ve kendisine manevra alanı açma doğrultusunda Rusya’ya yanaştığında ise, çok katmanlı bir stratejinin parçası olarak Rusya ona belli bir alan açtı ama kendi planlarını dayatarak! Sonuçta Türkiye, istese de istemese de Suriye’deki İslamcı cihatçı örgütlerin bazılarının tasfiyesinde kendisine biçilen rolü kabul etmek ya da en azından kabul eder gözükmek zorunda kaldı.

11. Rusya, belirli alanlarda Türkiye’ye ön açarak ve ona manevra alanı tanıyarak hem Suriye politikasını hayata geçirmeye, hem de Türkiye’nin ABD ile olan çelişkilerini ve gerilimini arttırarak onu NATO’dan uzaklaştırmaya çalışıyor. Rusya’nın Afrin operasyonuna “yeşil ışık” yakması da onun çok yönlü stratejisinin bir parçasıdır. Aksi halde Türkiye’nin Rusya’ya rağmen Afrin’e saldırması asla mümkün olamazdı. Dinsel içerikle doldurulmuş milliyetçilikle kitlelerin bilincini körleştirmeye ve alıklaştırmaya dönük propagandanın, kaldırılan toz ve dumanın ardındaki gerçek şudur: Afrin’i fethe çıkan Türkiye, adımını atar atmaz Rusya’ya daha fazla bağımlı hale gelmiştir. NATO’nun ikinci büyük ordusu olmasına ve devasa savaş makinesine rağmen, Rusya’nın Suriye hava sahasını kapattığı birkaç gün boyunca adeta sudan çıkmış balığa dönmüş, ölü ve yaralıların sayısı hızla artmıştır. Anlaşılacağı gibi düğme Rusya’nın elindedir ve hava sahasının ne kadar açık kalacağını da onun stratejisi belirleyecektir. Astana kararlarının bir parçası olarak İdlib’e asker gönderip “kontrol noktaları” kurması gereken ama kendisine verilen görevi yapmayan Türkiye’nin, Rusya’nın hava sahasını kapatmasından hemen sonra bu işe girişmesi manidardır. Afrin operasyonuna “yeşil ışık” yakan Rusya’nın, bunun karşılığında İdlib’in cihatçı örgütlerden temizlenmesini Türkiye’nin önüne koyduğu, bu yönde dayatma yaptığı açıktır. Afrin’i işgal ederek onu İdlib ve Cerablus hattıyla birleştirme hayalleri kuranlar, emperyalistlerin oyun kurma yeteneğini unutmuşa benziyorlar.

12. Rusya Türkiye’ye yol verirken, bu hamlesiyle, giderek daha fazla ABD çizgisiyle uyumlu hale gelen ve onun planları çerçevesinde hareket eden Kürt hareketine de mesajını vermiş oldu. Nitekim YPG’nin Esad ile anlaşması, rejim ve İran yanlısı milislerin Afrin’e girmesi, bu arada Halep’teki Kürt bölgelerinin rejimin kontrolüne bırakılması Rusya’nın hamlesinin başarısına işaret ediyor. Hiç kuşku yok ki henüz bu anlaşma bütün yönleriyle açığa çıkmış değildir, fakat böyle bir anlaşmanın Rusya’dan tümüyle bağımsız yapılması düşünülemez. Esad yanlısı güçler Afrin’e girerken, Rus dışişleri bakanı Lavrov’un Türkiye’nin önüne Esad rejimini tanıma ve muhatap alma önerisini koyması oldukça anlamlıdır. Afrin operasyonunu elinde bir koza dönüştüren Rusya’nın, İdlib’in cihatçılardan temizlenmesi ve rejimin tanınması için bunu kullanmaması düşünülemez. Türkiye’nin, Rusya ve rejimin günlerdir Doğu Guta’yı bombalaması karşısında sessizliğini koruması ve üstelik tahliye için rol alması Afrin kozunun oldukça etkili iş gördüğünü gösteriyor.

13. Rusya Kürt kartını kullanan ABD’nin karşısına Türkiye kartını çıkarmıştır. Türkiye gibi alt-emperyalist bir gücün, emperyalist güç ve bloklardan bağımsız bir hareket çizgisini başarıya ulaştırması son tahlilde imkânsızdır. Nitekim Türkiye ABD’den uzaklaştığı ölçüde Rusya’nın etkisine giriyor. Bu durum, “kendi göbeğimizi kendimiz keseriz” efelenmesinin ne denli mesnetsiz olduğunun bir başka ifadesidir. Uzun süredir Suriye sahasında Türkiye’nin hareket çizgisini belirleyen Rusya, S-400 füze anlaşmasıyla ve son olarak Afrin ile Türkiye’nin kendisine olan bağımlılığını arttırmıştır. Kuşkusuz Rusya, kimi tavizler vermeden, kimi noktalarda geri adım atmadan bunu yapamaz. Lakin emperyalist güçler oyun kurucudurlar ve kaz gelecek yerden tavuğu esirgemezler.

14. Afrin örneğinin gösterdiği gibi, bir NATO ülkesi olan Türkiye, verili anda Rusya ile hareket ediyor. Kürt açmazından dolayı ABD ile düştüğü çelişki, Türkiye’nin attığı her adımda daha fazla büyüyor. Türkiye, Kürt sorununda tarihin tekerleğini geriye çevirme siyasetini bırakmadığı müddetçe, bu çelişkinin ortadan kalkması pek olası görünmüyor. Amerika Dışişleri Bakanı Tillerson’ın son ziyaretinde Türkiye ile ABD arasındaki ihtilaf sanki çözülüyormuş havası yaratılsa da, gerçekte temel çelişkiler olduğu yerde duruyor. Güya sorunların çözülmesi için iki ülke arasında kurulacağı açıklanan mekanizma ise, büyük ölçüde oyalamaya dönüktür. ABD’nin Fırat’ın doğusunda kalıcı olacağını ve bu hedefinden geri adım atmayacağını dile getirmesi oldukça dikkat çekicidir. Fırat’ın batısı meselesi ise şimdilik geleceğe havale ediliyor ve burada ne olacağını savaş ve ona bağlı anlaşmalar belirleyecek. Kuşkusuz Amerika bir taraftan kendi planlarını hayata geçirmeye çalışırken, öte taraftan ise Türkiye’nin Rusya’nın oyun alanına kaymasını ve bir kart olarak kendi karşısına çıkartılmasını engellemeye çalışıyor. Bu kapsamda, mahkûmiyetle sonuçlanan Zarrab davasının Türkiye için ne sonuçları olacağının Tillerson’ın ziyaretinde Erdoğan’ın önüne konmuş olması kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca ABD kongresinin S-400 füzelerinden dolayı Türkiye’ye yaptırımı tartıştığını da not etmek lazım. Olayların hareket çizgisi, Erdoğan’ın girdiği yolun Türkiye’yi daha fazla ve doğrudan ateşe atan bir yol olduğunu gösteriyor.

Rüzgâr eken fırtına biçer

15. Afrin savaşı, iktidara yükselen faşizmin kurumsallaştırılmasının önündeki engellerin temizlenmesi açısından büyük bir dönemeç noktası olmuştur. Savaş, medyanın psikolojik savaş aygıtına dönüşmesi, toplumun militarist temelde seferber edilmesi, kitlelerin körleştirilmesi ve muhalefetin tümüyle ezilmesi için Erdoğan’ın eline devasa bir güç vermiştir. Daha önceki yazı ve tespitlerimizde dikkat çektiğimiz gibi; rejimin tüm kurumlarıyla oturtulması, bütünlük kazanması için Erdoğan’ın yeni bir “Allahın lütfu” olayına ihtiyacı vardı. Tarihsel deneyimin gösterdiği üzere, faşist rejimlerin oluşması ve kurumsallaşmasında savaş ve toplumun militarist tarzda harekete geçirilmesi hayati öneme sahiptir. Bir savaş olmadan, savaş söylemleri sürmeden, militarist söylem günlük hayatın bir parçası haline getirilmeden ve toplum militarist temelde harekete geçirilmeden Erdoğan’ın olağan koşullarda iktidarını sürdürmesi mümkün değildir. 16 Nisan referandumu öncesi ve sonrasında şahit olduğumuz gibi, rejimin kurumsallaşma sürecinin ilerleyişi içinde faşist rejimde en ufak bir gevşeme toplumsal ve siyasal havayı derhal değiştiriyor ve AKP’nin oy oranları düşüyor. Bu nedenle Erdoğan, asla bir gevşeme olmasını, bunun dönüp kendisini baskı altına almasını ve bu şekilde seçimlerin gerçekleştirilmesini istemiyor.

16. Savaşın başlamasıyla birlikte, burjuva muhalefet cephesinde Erdoğan’ın yıpratılması için yapılan hazırlıklar zora girmiştir. Yolsuzluk konusu bir anda gündemden düşmüş, Abdullah Gül projesinin açığa çıkabileceği uygun koşullar şimdilik berhava edilmiş ve daha da önemlisi savaşın arkasına takılan CHP, muhalefet yapamaz hale gelmiştir. Üstelik CHP ne kadar vatansever olduğuna ve ordunun arkasında durduğuna yemin billâh etse de, Erdoğan’ın “bunlar milli değiller” yaftasından kurtulamıyor. CHP’nin geleneksel devletçi, milliyetçi ideolojik refleksleri ve aciz liderliği onun Erdoğan’ın oluşturduğu koşulların arkasından çaresizce sürüklenmesine neden oluyor. Hâlâ sanki ortada işleyen bir parlamento ve demokratik mekanizmalar varmış gibi hareket eden CHP, Meclisteki varlığıyla ve olağan süreçlerdeki muhalefet yürütme tarzıyla, Erdoğan rejimi için asma yaprağı işlevi görüyor ve faşist rejimin kitleler nezdinde tam olarak kavranmasının önüne geçiyor.

17. Toplumda ülkenin beka sorunuyla karşı karşıya olduğu duygusu yaratılarak, rejimin baskı aygıtları daha pervasız işletilmeye başlanmış ve medya kitlelerin bilincini kötürümleştirmek üzere bu pervasızlığı meşrulaştırmaya girişmiştir. Ardı ardına Kürt hareketine, sosyalist örgütlere ve demokratik kitle örgütlerinin temsilcilerine dönük operasyonlar yapılmış, TTB örneğinde olduğu üzere Erdoğan bu örgütleri ve temsilcilerini nefret söyleminin can bulduğu meydanlarda linç konusu haline getirmiştir. Faşizmin toplumu körleştirdiği ve sağırlaştırdığı ortamda onlarca sosyalist, Kürt hareketi temsilcisi ve aydın tutuklanmıştır. Altan kardeşlere verilen ceza, rejimin tüm muhaliflere ve topluma bir gözdağı niteliğindedir.

18. Erdoğan, tümüyle devlet aygıtının denetiminde yapılacak düzmece bir seçimle, sanki totaliter rejim sandıkta meşruiyet kazanmış gibi göstermek istiyor ve savaşı da bu doğrultuda kullanıyor. Zira Erdoğan hâlâ kendisini, demokratik süreçlerle işbaşında bulunan bir lider olarak Batı’ya pazarlamak zorunda hissediyor. Oysa seçimlerin yapılmaması ihtimali bir yana, 2018’den başlayarak 2019’da asla demokratik bir seçim süreci olmayacak: Psikolojik savaşla kitlelerin algıları çarpıtılırken, tüm kitlelerin Erdoğan’ın arkasına yığıldığı izlenimi oluşturulacak, muhalif kitlelerin morali daha fazla bozulmaya ve her türlü baskı ve sindirmeyle faşist rejim onaylatılmaya çalışılacak. Seçim kanununda yapılması planlanan değişikliklerin amacı AKP-MHP ittifakının her hal ve şartta kazanmasıdır. Savaşla birlikte faşist güçlerin her alanda kaynaşıp güçlendiğini görmekteyiz. AKP-MHP ittifakı, aslında hem bu güçlerin her alanda birleştirilerek monolitik bir yapının oluşturulması hem de faşizmin kitle tabanının ve paramiliter güçlerinin kaynaştırılması anlamına geliyor.

19. Tarihten hatırlarsak sivil faşizmin temel özelliğidir: Arkasına taktığı kitleleri, devlet ve medya aygıtını harekete geçirerek, meydan mitinglerini faşizmin toplumsal baskı aracına dönüştürerek tam bir psikolojik savaş yürütür. Faşist ideolojinin dışındaki her türlü görüşün gayri meşru ilan edilip baskılandığı, muhaliflere dönük devlet şiddetinin pervasızlaştığı koşullarda; sanki tüm toplum totaliter liderin arkasına sıralanmış, sanki tüm muhalifler rejime teslim olmuş algısı yaratılmak ve muhalif kesimlerin “direnç” duygusu kırılmak istenir. Ancak şunu unutmamak elzemdir: Faşist rejim toplumun korkutulup sindirilmesi üzerine kuruludur ve kendisini güvende hissetmesinin tek yolu toplumun daha fazla zapturapt altına alınmasıdır. Bir yerlerde kendisi için bir komplo hazırlandığı, çökebileceği düşüncesi ve endişesi onu bir kurt gibi kemirir. Böyle olduğu için de en küçük bir itirazı kendisi için abartılı bir tehdit olarak algılar, baskı ve zulmü yaygınlaştırır. Ne var ki böyle bir rejimin sonsuza dek sürüp gitmesi imkânsızdır. Zulüm ile abad olanların sonları daima berbat olmuştur.

20. Bugünkü rejim, Hitler ve Mussolini’nin sahip olmadığı propaganda imkânlarına sahiptir. Hemen hemen tüm burjuva medya araçları onun emrindedir ve sayısız televizyon kanalı neredeyse günün yarısı boyunca Erdoğan’ın konuşmalarını canlı yayınlamaktadır. Bu sayede Erdoğan, özel olarak kurguladığı Türk-İslam ideolojisine dayalı propagandasını tüm kitlelere ulaştırabiliyor. Yüzyıllar boyunca devlet şiddeti ile korkutulmuş ve dinsel bir içerikle düşünsel süreçleri oluşturulmuş kitlelerin duygu dünyasını harekete geçirmek amacıyla her türlü yönteme başvuruyor. Gerçeklere bin bir takla attırarak çarpıtmaktan, her türlü yalanı sıradan şeyler kılığına sokmaktan, lümpence bir dil tutturmaktan ve iftira atmaktan bir an olsun imtina etmiyor. Dinsel bir içerikle doldurulmuş milliyetçiliği, bir imam edasıyla, İslam ve Osmanlı efsanelerini vaaz verircesine sunuyor ve kitlelerin kültürel arka planına seslenerek onları galeyana getiriyor. Bu fotoğrafa bakan örgütsüz ve tarih bilincinden yoksun muhalif kesimlerin moralinin çökmemesi beklenemez. Fakat Hitler Almanyası’nın gücüyle karşılaştırıldığında, Erdoğan Türkiyesi’nin gücü devede kulak kalır. Alabildiğine gerici ve alabildiğine güçlü faşist bir rejim kuran Hitler Almanyası’nın orduları, kısa zamanda tüm Avrupa’yı işgal etmiş ve büyük ölçüde teslim almıştı. O dönemin karanlığından geleceğe bakan örgütsüz bir insan için tüm geleceğin kapkaranlık gözükmesi son derece normaldi ama insanlık Hitler faşizmini aşıp ileriye yürüyüşünü sürdürmeyi başardı.

21. Kapitalizm ve onun emperyalist aşamasıyla birlikte savaşın şiddeti ve her alanda yarattığı felâket, asla insanlığın önceki dönemleriyle karşılaştırılamaz. Kürt halkını bir kenara koyacak olursak, Türkiye toplumunun Osmanlı’dan bu yana bir savaş deneyimi yoktur. Osmanlı’nın dağılmasına, halkların yurtlarından sökülüp atılmasına, soykırıma uğramasına neden olan savaşın acıları çok uzak anılar olarak kalmış, yeni kuşaklar tarafından unutulmuştur. Kürt halkının haklı demokratik taleplerini bastırmak için yürütülen haksız savaş, bunun yol açtığı yıkım ve acı ise, Türkiye toplumunun gözünden saklanmıştır, saklanmaya da devam ediliyor. Kitlelerin zihin dünyasında “teröre karşı mücadele” ile Kürtlerin ezilmesi bir biçimde özdeşleştirilip benimsetildiği için, bugün Afrin savaşı da aynı kapsamda algılanmakta ve bu savaşın nerelere doğru açılacağı bilinmemektedir. Erdoğan rejiminin körleştirici propagandasından dolayı emekçi kitleler, komşu Suriye cehenneme dönmüş olmasına, üç milyondan fazla Suriyeli bu topraklarda yaşamasına ve Türkiye’nin kendisi de savaşa dalmasına rağmen, gelecek günlerde kendilerini nasıl bir yıkım ve felâketin beklediğini kavrayamıyorlar.

22. Faşizm ve savaş, insanlık için felâket anlamına gelse de kapitalizme içsel bir olgudur. Emekçi kitlelerin felâketin arkasından sürüklenmesi ve kendi yıkımlarının yolunu açmaları ise kesinlikle örgütsüzlüğün ve akıl tutulmasının sonucudur. Şu anda rejim gündelik hayatın her alanını kuşatıyor ve kitlelerin düşünsel süreçlerini belirliyor. Lakin şu hususu asla unutmayalım: Rüzgâr eken fırtına biçer! Erdoğan, iktidarını kalıcı hale getirmek amacıyla tüm kurulu düzeni kökünden sarsıyor ve ülkeyi sonu belirsiz bir savaşa sürüklüyor. Böylece eski koşullara dönüşün önünü de kapatmış oluyor. Tarihsel deneyimin ortaya koyduğu gibi; kurulu düzenin sarsıldığı, ülkenin savaş ve çalkantıya itildiği koşullar, aynı zamanda derinden derine devrimci bir sürecin nesnel zeminini döşer.

23. Kapitalizmin tarihsel bunalımı, onun yaratıcı ve ferahlatıcı potansiyellerini tüketerek çıkmaza girdiği, her alanda büyük sorunlarla karşı karşıya geldiği, toplumsal çürümenin toplumsal ilişkilerin her katmanına derinlemesine işlediği anlamına gelir. Kapitalizm, ya felâkete ya da toplumsal devrime açılacak bir sürecin içine girmiştir. Kriz ve savaş dönemleri, aynı zamanda kitlelerin zorunlu olarak dönüşümle karşı karşıya geldiği ve devrim köstebeğinin işbaşında olduğu dönemlerdir. Sanki toplumsal alanda hiçbir şey olmuyormuş gibi gözüktüğü bir dönemde, Marx, devrim köstebeğinin çalıştığını dile getirir. Bununla, kitlelerin hiç de farkında olmadan, olayların akışı içinde derinden derine değişip dönüşmesine, yeni bir toplum için mücadele zorunluluğunun onların bilincinde oluşmasına işaret ediyordu. Zira doğada da toplumda da her şey karşıtıyla var olur ve Lenin’in “savaşlar devrimlerin anasıdır” demesi bir tesadüf değildir!

1 Mart 2018

İlgili yazılar