Türkiye Sosyalist Hareketine Tanıklık Eden Komünist Çınar: Vedat Türkali ve Romanları /5
Gülhan Dildar, 18 Ekim 2020

Yalancı Tanıklar Kahvesi: Sağ-sol çatışması değil, 12 Eylül faşizminin zeminin döşenmesi

1960 sonrasında sanayi proletaryası nicelik ve nitelik bakımından gelişmiş, 1970’lerle birlikte işçi hareketi giderek kitleselleşmişti. 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi sınıf mücadelesinin zirve noktalarından biri olarak tarihe geçmişti. Ancak hâlâ işçi sınıfının varlığını tartışan sosyalist hareket, sınıf içerisinde yeterince örgütlenememiş, sınıf temeli kazanamamıştı. Bunun temel sebebi yıllarca Stalinist bürokrasinin Marksizmde yarattığı tahrifatlar ve sosyalist hareketin küçük-burjuva sosyalizmine sapması idi. Sonuç olarak ortaya bölünmüş, dağınık, güçsüz küçük-burjuva sosyalist örgütler çıkmıştı. Kimi “devrim işçisiz olur mu” diyor, kimiyse umudunu “zinde güçlere” bağlıyor ve bir “27 Mayıs’la bu iş tamam” diyordu. Türk solunun kendi içinde bölünüp parçalanmasıyla onlarca fraksiyon ortaya çıkarken, Kürt gençler de 1969’da kurdukları Devrimci Doğu Kültür Dernekleri’nde örgütlenmeye başlamışlardı. Kimi solcular “Kürtler de nerden çıktı şimdi? Sosyalizm olduğunda zaten bu iş çözülecekti” diye bakmaktaydı. Böyle bir atmosferde genç kuşak, hangi yolu seçeceğinin kafa karışıklığını yaşamaktaydı. Vedat Türkali, 2009’da yayımlanmış olan Yalancı Tanıklar Kahvesi romanıyla, gençlerin içerisinde bulunduğu bu karmaşık ve zorlu süreci Ankara’da üniversite öğrencisi olan Salih ile Muhsin üzerinden aktarmaktadır. Bununla birlikte 1970’li yılların siyasal, toplumsal gelişmeleri, sosyalistler arasındaki din, sendikalaşma gibi işçilerle bağ kurmayı doğrudan etkileyen konular üzerine yürütülen tartışmaları, 12 Eylül askeri faşist darbesinin zemininin adım adım nasıl döşendiğini gözler önüne sermektedir.

Salih, henüz 13 yaşındayken tanıştığı eski kuşak bir TKP’liden duyduklarından aklında kalan “emekçilerin sınıf kavgası, örgütlü çalışma, sınıf bilinci” gibi sınıf vurguları sayesinde kendini günün heyecanına kaptırmadan çalışma yürütecekleri bir örgüt arayışındadır. Babası Ege’de varsıl bir toprak sahibi olan Muhsin de devrimci fikirlerle tanışmıştır, ancak örgütlü olarak nasıl bir mücadele hattı izlenmesi gerektiğine dair bir fikri yoktur. Arkadaşı Salih’ten fikir almaktadır. İkisi de öğrenciliği bırakmıştır ve “devrimi nasıl gerçekleştirebileceklerinin” arayışı içerisindedir. Sonunda “en kötü örgüt örgütsüzlükten iyidir” düşüncesiyle küçük-burjuva sosyalist örgütlerden birine girerler. Yaptıkları şey, duvarlara korsan yazılar yazmak, çeşitli yerlerde bildiriler dağıtmak, faşistlerin toplantılarını basıp birilerini dövüp dağıtmaktır… Salih bir süre ortadan kaybolur, tek başına kalan Muhsin içinde bulunduğu küçük-burjuva örgütün çalışma tarzını, “ne yapıyoruz, ne işe yarıyoruz” diyerek sorgulasa da ne yapacağını bilemez. Yaşam biçimi ile mücadelenin uyumsuzluğu, çelişkiler içerisinde kıvranmasına neden olur.

Türkali, romanda yer verdiği Nedim Hoca karakteri üzerinden dönemin sosyalistlerinin yürüttükleri tartışmaları, düştükleri hataları eleştirmektedir. Nedim Hoca, Muhsin’le yaptığı sohbette Kemalizmden sosyalizm çıkarmak isteyenleri, “şanlı ordudan” beklenti içerisinde olanları eleştirmekte ve sosyalist örgütlerin ayrışmasını şöyle özetlemektedir: “Fili, tuttukları yanlarıyla tanımlayan körleriz! Mao diye tutturmuşlar. Kimi Moskova diyor. Kimi Tito’ya takmış kafayı. Che Guevara çıktı. Bir kuşak kendinden geçti; Che Guevara diye. Asya’yı, Afrika’yı dolandı iki yıl; devrimci atılımlarda yer aldı. Bolivya’da başlatmaya kalktı; öldürdüler. Küba’daki hesap Bolivya’da tutmadı. Devrimi kentlere dağdan indireceklerdi bizimkiler de Küba gibi. Nurhak’ta, Kızıldere’de can verdiler yürek parçalar yiğitlikle. Aşağılık bir yargılanma ardından yargıçların suratına tükürür gibi sehpaya çıktı Ankara’da Deniz’ler. Türkiye’nin durumuna bak! Yiğitlik öykülerinden başka ne kaldı?”

Nedim Hoca, sosyalist örgütlerin sınıftan kopukluğunu ve işçiye yaklaşım sorununu küçük-burjuva solcuların işçilerin dini inançlarına, duygularına dönük saldırıları üzerinden somutlamaktadır. İşçilerle, köylülerle nasıl bağ kurulması gerektiğini bilmeyen Muhsin’le sohbette, doğru olarak ezberlenen bilgilerin karşı taraf dinlenmeden, empati kurulmadan dayatılmasının temel eksiklik olduğunu anlatır. İşçilerin, emekçilerin ekonomik, sosyal pek çok sorunu varken işçinin sıkı sıkıya tutunduğu, yalnız ve çaresiz hissettiği dünyada onu ayakta tutmaya yarayan dinî inancına yapılan saldırıları eleştirir. “Saygılı davranmaz, karnı aç, kıçı çıplakken dinini saldırı hedefi yaparsan, ölür de verdiğin ilacı içmez bu halk.” Nedim Hoca, din meselesinin hassasiyetini açıklarken Lenin’in din meselesine yaklaşımını referans gösterir: “«Niye Parti programınızda din karşıtı bir şey yok?» diyorlar Lenin’e. «Aptallık olurdu da ondan» diyor. «Diyelim ateist mühendisler, mimarlarla ortak, geniş politik eylem için çağrı yaptık işçilere. Burjuvazi ‘Dinsizler, dinsizlerin peşinden sürüklüyor sizi!’ diye kandıracak yığınları.» Öyle diyor Lenin. Daha açık ne söylenir?”

12 Mart darbesiyle yok edilemeyen sınıf hareketi, 70’lerin ikinci yarısından itibaren ivme kazanmış, toplumsal örgütlülük her alanda güçlenmişti. İşçi ve emekçiler, gençler, kadınlar, aydınlar sol politik örgütlerde, mücadeleci sınıf sendikalarında, devrimci derneklerde örgütleniyor, eylemlilikleri arttırıyorlardı. Buna karşı faşist güçler de boş durmuyor, karşı-devrimci saldırılar ve provokasyonlar gerçekleştiriyorlardı. “…«iç savaş» senaryosuna göre hazırlanmış bu provokasyonlar zincirinin ilk halkası 1 Mayıs 1977 katliamıdır. Ecevit’in 1978’de hükümeti kurmasının hemen ardından ise ikincisi gelecektir. 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde toplu halde bulunan öğrencilerin üzerine bombalı saldırı düzenlendi. Bu saldırıda 7 öğrenci ölmüş, 40’a yakını da yaralanmıştır. NATO patentli kontrgerilla örgütünün planladığı bu saldırıda, daha sonrakilerde de olacağı gibi, ülkücü faşist çeteler taşeron olarak kullanılmıştır. Öğrencilere yönelik bu katliamın ardından, 24 Mart 1978’de savcı Doğan Öz öldürülür. Bu cinayetin ardından Başbakan Bülent Ecevit’in talimatıyla kontrgerillanın «araştırılması» gündeme gelir. Ecevit bu örgütün Özel Harp Dairesi içinde örgütlendiğini tespit edecek fakat üstüne gidemeyecektir!”[1]

Gazeteler, her gün ülkenin dört bir yanında kanlı olayların yaşandığı, onlarca insanın tek seferde öldürüldüğü haberlerini yayınlamakta yarışmaktaydılar adeta. 17 Nisan 1978’de Malatya’da başlayan faşist katliamlar daha sonra Maraş’a sıçrayacaktı. Ekim 1978’de Ankara Bahçelievler’de TİP üyesi yedi genç katledilmişti. 19 Aralıkta bu kez ülkücü faşistlerin Maraş’ta bir sinemaya bombalı saldırısıyla Alevilere dönük kıyımın önü açılacaktı. Kontrgerilla propaganda mekanizması saldırıyı solcu Alevilerin, komünistlerin gerçekleştirdiklerini kentte yayıp gerici güruh kışkırtılarak Alevilere dönük katliam başlatılmıştı. Üç gün süren olaylar sonucunda aralarında kadınların, çocukların, bebeklerin de bulunduğu, resmi rakamlara göre 111, gerçekte ise çok daha fazla kişi yaşamını yitirmiş, 1000’den fazla kişi yaralanmış, 210 ev, 70 işyeri tahrip edilmişti.[2] Sözümona sokak çatışmaları polis tarafından engellenememiş, alçaktan jetler uçurulmuştu! Şehir tam anlamıyla iç savaş görünümüne çevrilmişti. Ancak olaylar hız kesmiyordu… Bu kez Iğdır’da bir MHP’linin gömülmesi sırasında binlerce kişi iki yüze yakın işyerini yakıp yıkmıştı. “Çeşitli yerlerde savcıların, yargıçların, siyasal kimlikli kişilerin, kim vurduya gittiği tek kişilik cinayetlerin yanı sıra, alanlarda, kahvehanelerde bombalı, toplu kıyımlı saldırılar kime, nerede, nasıl çarpacağı belli olmayan ölümcül piyango olarak sürüp gidiyordu.”[3] Ara sıra sağdan birilerine saldırı gerçekleştirilse de baskın olan sola yakın herkesin kökünün kazınmak istendiğiydi.

Bu saldırılarla toplumun hemen her kesimine yaygın bir korku zerk ediliyordu. Bu gelişmeler toplumda moral bozukluğu yarattığı gibi Muhsin’i de derinden sarsmaktaydı. Bu çatışmalı, sağlıksız ortamda ne yapacağını bilemiyordu. Bir süre sonra ortaya çıkan Salih, en verimli çalışmanın işçilerin örgütlenmesiyle olacağına karar vermiş ve İstanbul’da sendikada çalışmaya başlamış, işçiler arasında örgütlenmeye yönelmişti. Muhsin ise Ankara’da yalnız kalıp boşluğa düşmüştü. Süreç onu sonunda köyüne sürükleyecekti.

ABD emperyalizmi ve yerli finans-kapital patentli faşist saldırılar sürüp giderken, Türkiye solu bu kanlı olayların tek merkezden yürütüldüğü tespitini yapıyor, fakat bu Gladio tipi kontrgerilla saldırılara karşı örgütlü bir faaliyet yürütmüyor, birlikte mücadele etmiyordu. En önemlisi, bu faşist tırmanışı durdurabilecek tek kitlesel güç olan işçi sınıfı aktive edilmiyordu. Herkes kendi başının çaresine bakmaya girişmişti. Sol hareketin büyük bölümünü oluşturan işçi sınıfından kopuk küçük-burjuva örgütler lokal düzeyde kalan bir silahlı mücadele ve direniş anlayışıyla hareket ediyorlardı. İşçi sınıfı içinde fabrikalarda, sendikalarda örgütlü olan ve faşizme karşı mücadelede esas sorumluluğu üstlenmesi gereken TKP ise tırmanan faşizm tehlikesi karşısında, işçileri militan bir mücadeleye seferber etmek yerine onları pasifize etmiş, oyalamıştı. Dönemin TKP’sinin reformist, oportünist bürokratları, birleşik-militan bir işçi cephesini örmek ve mücadeleci, devrimci sol örgütleri yanına çekmek yerine CHP ile ittifak yapmanın derdine düşmüştü. ABD emperyalizmi ve yerli finans-kapitalin darbe öncesi son denemesi olan Kemal Türkler’in katledilmesinin ardından da işçi sınıfından beklenen eylemler gelmemişti. Pek çok denemeyle sol güçlerin ve işçi hareketinin tepkileri test edildikten sonra artık ordunun yönetime el koyacağı ve olağanüstü faşist rejime geçileceği 12 Eylül günü gelip çatmıştı.

40 yıl sonra bugün bile hâlâ acı sonuçlarıyla karşı karşıya kaldığımız 12 Eylül faşizminin önlenememesindeki temel faktör, Türkiye işçi sınıfına yol gösterecek gerçek anlamda işçi sınıfına dayanan devrimci Marksist bir politik önderliğin olmamasıydı.

Mavi Karanlık: Küçük-burjuvazinin canını kurtarmak için kaçtığı bataklık

Vedat Türkali, Bir Gün Tek Başına’dan sonra kaleme aldığı, ilk kez 1983’te yayımlanan Mavi Karanlık ile 12 Eylül öncesi Türkiye’sini Bodrum’dan yansıtmıştır. Mavi Karanlık, Türkiye’nin özellikle İstanbul, Ankara gibi metropollerinde her gün onlarca insanın öldürüldüğü günlerde Bodrum’un küçük bir kıyı kentine kaçıp sorunlardan uzak kalacağını ve kendilerine dokunulmayacağını zanneden küçük-burjuvazinin zavallılığını, nasıl bir bataklıkta çürüdüğünü konu etmektedir. Türkali, ayrıca romanda yer verdiği kimi burjuva karakterler üzerinden burjuvazinin dönemin faşist çetelerine finansörlük yaptığını, devlet bürokratından işkencesine çeşitli kişilerin birbirleriyle kurdukları girift ilişkileri sergilemektedir.

Türkali, Ankara’da Fizik Bölümü asistanı olan Korhan karakteri üzerinden işçi sınıfının tarafında yer alan bir aydının hayata bakış açısı, olaylar karşısındaki tutumu ile Nergis, Özgür gibi küçük-burjuva karakterlerin bencilliklerini, şımarıklıklarını, bireyselliklerini karşı karşıya getirerek doğruyu göstermeye çalışmaktadır. Korhan, emekçi bir aileden gelen, parasız yatılı sınavlarını kazanarak okuyabilmiş, daha çocukluğunda arkadaşlarına kol kanat geren, haksızlığa karşı duran dürüst bir karakterdir. Nergis ise varlıklı sayılabilecek bir avukatın kızıdır. Ne istediğini tam olarak bilmeyen, şımarık, kadın özgürlüğü namına bencilce hareket eden, sorumsuz bir kadındır. Korhan, dönemin pek çok solcu aydını gibi faşistlerin ölüm tehditleriyle karşılaşınca sevgilisi Nergis’in zorlamasıyla Bodrum’a gider. Ancak gerçek yaşamın mücadele etmek olduğunu bilen Korhan, Bodrum’da kaldığı süreç içerisinde tanık olduğu yaşam tarzını doğru bulmaz, bir süre sonra tekrar Ankara’ya döner. Bodrum’dayken Nergis’e etrafında kendisini sanatçı, aydın sanan çeyrek aydın bile sayılamayacak gevezelerin boş bir yaşam sürdürdüklerini göstermeye çalışır ve Nergis’i yaşamında bir tercih yapmaya zorlar. Korhan, Nergis’e “alkol salamurasına yatmış beyinler” arasında nasıl yer aldığını sorgulatmaya çalışır. Ülkenin kan gölüne çevrildiği günlerde deniz kıyısındaki kasabada eğlenip günlerini gün eden bir grup küçük-burjuvanın, ülkedeki gelişmeler üzerine konuşmaktan başka bir halt etmediklerini anlatır. Üstelik bu işe yaramaz küçük-burjuvalar bir de içinde yaşadıkları bataklıktan dünyaya akıl vermeye kalkmaktadırlar.

Ankara’ya dönen Korhan, aldığı sağlıklı, doğru tutumlarla sonunda Nergis’i küçük-burjuva bencilliğinden kurtarır, kendi gerçekliğiyle yüzleştirir. Nergis artık “Hiç de derinlere dalmamışım oysa; herkesin yüzdüğü sularda yüzüyormuşum. Pis, kirli sularda…” diye düşünmektedir. Ancak Korhan’ı bir daha göremeyecektir…

Resimle uğraşan, kendisini sanatçı zanneden Özgür karakteri ise pek çok konuda zaaflı, baştan aşağı ukala solcu bir küçük-burjuva olarak karşımıza çıkmaktadır romanda. Etraftaki küçük-burjuvaların yüzeyselliğinin aksine bir derinliğe sahip olan Korhan, Özgür’ün resimlerini nasıl bulduğunu sorması üzerine sanat konusundaki düşüncesini ifade eder, eleştirilerde bulunur. Korhan, Özgür’e sanatçının güzelin, güzele kaynaklık eden doğruların avukatlığını yapması gerektiğini, aksi takdirde insanlık görevinden kaytaracağını anlatır. Bu eleştiriler karşısında savunmaya geçen Özgür’e çelişkilerini göstermeye çalışır: “Güzel mi değil mi? diye karşımıza dikilebilirsin. Hakkın! Haksızlığa karşı başkaldırma, yerinde bir duyarlık belki de… Ama haksızlığa uğrayan milyonlar ne olacak? Tarihin nükleer köşesine kıstırılmış, acılar içindeki insanın payı ne bu güzellikte? Bunlara ilgi duymadığına inansam, sözünü etmem böyle şeylerin. Çelişkili bir tutum olmuyor mu?” Bu eleştiri karşısında klasik küçük-burjuva ukalalığıyla, “Nasırlı eller mi çizelim bu mavi kentte oturup?” diye karşılık verir Özgür. Korhan, soğukkanlı bir şekilde doğru sınıfsal bakış açısını göstermeye çalışır. “İlle de nasırlı el bekleyen yok sizden. Ancak, gerçek yaratıcılık alanını bulamıyorsanız sizi kim zorla oturtuyor bu mavi kentte? Balıkçı Usta, hükümet zoruyla gelmişti, biliyorsunuz. Sizi zorlayan ne? … Çağın yüreği, damarı nerde atıyorsa oradan da uzak düşmemeli… Demircisi, marangozu, gemicisi, yağlı tulumlar içinde koşturan bir sürü genç. Hem de burada, biliyorsun, sosyete hanımlarının fitil gibi kafa çektikleri, sirtaki dinleyip tepindikleri meyhanelerle bu kir pas içindeki genç insanların karanlık işyerleri yan yana, omuz omuza, bitişik. Kendi payıma hiç değilse onlardan yana bir şeyler görmek isterdim…[4] Türkali, romanda yer verdiği pek çok somut olayda olduğu gibi sanat konusundaki bu örnekle küçük-burjuva sol anlayışı teşhir etmekte, sınıf bakış açısının ne olması gerektiğini ortaya koymaktadır. Kendisine solcu aydınım diyenlerin safının işçi sınıfının yanı olması gerektiğini, sanatının da, her türlü faaliyetinin de işçi sınıfının sosyalizm mücadelesine hizmet etmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Yeşilçam Dedikleri Türkiye: Sinema alanından ‘80 öncesi Türkiye’sine tutulan projektör

Türkali, 1986’da yayımlanan Yeşilçam Dedikleri Türkiye romanında ise 70’li yıllardan 12 Eylül faşizmine giden dönemin Türkiye’sini, toplumun pek çok kesimini temsil eden zengin karakter kadrosuyla sinema alanından yansıtmaktadır. Türkiye’de her gün onlarca canın kıyımdan geçirildiği günlerde, burjuva devletin sinema alanına uyguladığı ağır baskı ve sansür koşullarını aktaran Türkali, ücretlerini alamayan sinema emekçilerinin durumunu, Anadolu’dan film artisti olma umutlarıyla gelen genç kızların, delikanlıların nasıl yozlaştırıldığını, çürütüldüğünü de gözler önüne sermektedir. Sinema alanıyla birlikte toplumsal ilişkilere Türkiye topraklarının kadim halklarından Ermenilerin, Rumların yaşadığı sorunlara, Türk-Yunan mübadelesine, Yunanistan’daki faşizm sürecine de yer vermektedir. Dönemin toplumsal mücadele atmosferinde ön saflarda yer alan; yaklaşmakta olan faşizme karşı toplumu uyarma, kreş, doğum izni, çalışan kadınlar için erken emeklilik için yürüyüşler düzenleyen, greve çıkan işçi kadınların mücadelesini aktarmayı da es geçmemiştir Türkali.

Türkali’nin “Grevdeki bir ilâç fabrikasının kapısında, gece yarısı karanlığında yaşamını yitiren ilâç işçisi HASAN ATEŞ’in anısına…” notunu düşerek başladığı Yeşilçam Dedikleri Türkiye romanında, sinema alanındaki çalışmaları sırasında kendi tanıklıklarının izleri de vardır. Güçlü bir gözbağı olarak kullanılan sinema sektörü polisin özel ilgi alanıdır ve sansür bir kurt kapanı gibi işletilmektedir. Her türlü ahlâksızlığın diz boyu olduğu sinema alanında kitleleri toplumsal mücadeleden uzaklaştırmak, gözlerini kapatmak için porno filmler de devreye sokulmuştur. Böylesine çirkef bir dönemde cezaevinden yeni çıkmış, çeviriler, düzeltmeler yaparak geçinmeye çalışan Gündüz, bir film yapımcısından gelen teklif üzerine sinema alanında Refik adında sinema tutkunu bir gençle birlikte çalışmaya başlar. Komünistlere, sol fikirlere sıcak bakmayan Refik, Gündüz’le birlikte çalışmaya başladığında ilk sıralar kızgındır, fakat zaman içerisinde davranışları, tutumlarından dolayı Gündüz’e büyük saygı duymaya başlar. Başlangıçta kendi fikirlerinin, önerilerinin çürütülmesine öfke duyarken, Gündüz’ün önerilerini kendisine aitmiş gibi sahiplenmeye başlar.

Refik’in babası Zühtü Bey, 1933’te Almanya’da bulunmuş, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Nazilere sempati duymuş, Hitler’i desteklemiş bir eczacıdır. Yanında ise Fuat adında komünist genç bir eczacı çalıştırmaktadır. Fuat, gerek Zühtü Bey gerekse Refik ile yaptığı sohbetlerle, çalışkanlığı, dürüstlüğü, namuslu tutumu ile onları etkilemeye başlar. Fuat, Refik’le sohbetinde sinemada örgütlenmekten, sendikalaşmadan bahseder, “ben filmimi yapmaya bakarım” diyen Refik’in sendikaya güvensizliğini eleştirir, biraz etrafına bakmasını tavsiye eder. Fuat, ilk başlarda kendisine “komünist” diye köpürüp duran Zühtü Bey’in bile kafasında soru işaretleri uyandırmayı başarır. İlaç endüstrisi üzerine yaptığı sohbetlerde, halkın sağlığı yerine özel sektörün kârını arttırmanın peşinde olduğunu, bunun hırsızlıktan farkı olmadığını anlattır.

Ülkenin can yakan sorunları her geçen gün arttıkça, Gündüz hep Fransız şair Paul Eluard’ın ünlü dizelerini hatırına getirir: “Hiçbir zaman tam karanlık değildir gece!” Sola dönük faşist saldırıların günden güne arttığı süreçte bile bir şeyler yapılabileceğini aklından çıkarmaz, doğru bildiği, inandığı fikirleri, işçilerin sorunlarını başkalarına taşımanın mutluluğunu yaşamak ister. Bu isteğini gerçekleştirmek üzere, Fuat, nişanlısı Emine ve Refik’le birlikte “İlaç Dosyası” adında bir film yapmaya koyulur. Film, ilaç tekellerinin tüm dünyada çevirdiği oyunları ve Türkiye’deki durumu anlatacaktır. Refik ve Emine ilaç sorununun ayrıntılarını anlayabilmek için eczacısından kimyacısına, laboratuvarcısından gazetecisine, işverenine pek çok kişiyle görüşürler. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de ilâç alanı bir yağma, vurgun alanıdır… Hammaddeler ucuz alınıp pahalı gösterilmekte, ilaçlar pahalı satılmakta, ilaçlardaki etkin maddelerden çalınmakta, insanların sağlıklarına kavuşamaması pahasına kârı az ilâçlar üretilmemektedir. Bunların hepsi, kapitalist sömürü düzeni altında hele de aç kurtlar gibi atağa geçmek isteyen Türkiye’deki holdingler açısından gayet doğaldır! Lakin bu alandaki belgeleri topladıkça gerçeklerle yüz yüze kalan Refik’in uykuları kaçmaktadır. “Tüm dünya ülkelerinde ilâç pazarlarında dönen oyunları, ilâç tekellerinin insan sağlığını, acısını, umarsızlığını sömürmek için nasıl kıran kırana savaş verdiklerini, hükümet adamlarının, devlet memurlarını nasıl satın aldıklarını, namuslu kalmakta diretenlere ne oyunlar oynadıklarını, kimi ülkelerde kurdukları açık ilâç pazarlarında şeker alır gibi halkı ilâç satın almaya nasıl kışkırttıklarını, gerektiğinde hayvan preparatlarını hiç sakınmadan insanlar için piyasaya sürdüklerini, çeşitli öyküleriyle biliyordu artık.”[5]

Filmin sansür senaryosu, Refik’in annesinin Ankara’da tanıdıkları olan kocası aracılığıyla kolaylıkla onaylanır. Ancak çekim işi o kadar kolay olmayacaktır. Film, işçileri anlatacaktır, onların mücadelesini, gücünü, ilaç sanayii sadece bir simgedir. Senaryoyu okuyan oyuncular, bir daha ortalarda görünmezler, çekimlere gelmezler. Refik ve çevresindekiler, faşist güçlerin ölüm tehditleriyle karşılaşır. Babasının eczanesine yerleştirilen bomba, Fuat kapıyı kilitleyip çıkarken patlar… Tüm bu zorlukların yaşandığı sırada yurtdışında olan Gündüz döndüğünde, çekimler için sendikalı işçilerle, temsilcilerle buluşur ve işçi yığınlarının, grev sahnelerinin çekimi için destek ister. Film çekimleri için yardımcı olmaya söz veren sendikacı Fahrettin ertesi gün evinin önünde katledilir. Yargılandığı davadan hüküm giyen Gündüz cezaevine girer. Film şimdilik çekilememiştir. Ancak Fahrettin’in vurulduğu haberi Gündüz’ün ciğerine kızgın bir demir gibi saplansa da her şeye rağmen, tüm saldırılara karşın dimdik durur. “Neyi durdurabilirler? İşçileri mi? Sonsuz kökenini mi yaşamın?” diye düşünür…

Gündüz, bir sohbetlerinde Fuat’a, “Türkiye’nin ilâç sorununun çözümü, senin mıymıntı küçük-burjuva eczanelerinden değil işçilerin grev çadırından geçer!” der. Türkali, sağlık sorunu üzerinden somutladığı bu örnekte olduğu gibi çeşitli karakterler üzerinden yaptığı anlatımlarla kapitalizmin yarattığı sorunların çözümünün, üretimden gelen gücü elinde tutan işçi sınıfının örgütlü mücadelesinde olduğunu, sosyalist devrimcilerin işçilerle bağlar kurması gerektiğini göstermeye çalışır.

***

Vedat Türkali’nin 1920’lerden 1980’e kadar Türkiye’deki gelişmeleri konu edindiği, bu yazı dizisiyle elimizden geldiğince hakkıyla takdim etmeye çalıştığımız romanlarının dışında burada yer veremediğimiz Kayıp Romanlar ve Bitti Bitti Bitmedi adlarında iki romanı daha bulunmaktadır. Bu romanlarla ise Türk burjuvazisinin ezeli korkuları olan Kürt ve Ermeni meselelerini işlemiştir. Türkali, tanıklık ettiği Cumhuriyet tarihini romanlarıyla, filmleriyle, şiirleriyle teorinin griliğinin ötesinde yaşamın tüm renkleriyle birlikte günümüze taşımıştır. Yaşamının son anına kadar dünyayı değiştirme mücadelesine sıkı sıkıya sarılan, ezilenlerden, sömürülenlerden yana saf tutan Türkali, gerek edebiyat, gerekse sinema ve tiyatro alanında ürettiği eserlerle, devrimci sanat anlayışıyla sosyalist mücadeleye büyük katkı sunmuştur. Komünist Çınar, neredeyse tüm romanlarında sınıf temelinde devrimci mücadele yürütmek isteyenlere geçmişin eksikliklerini, zaaflarını, küçük-burjuva sosyalistlerin hatalarını somut olaylarla göstererek gerekli dersleri çıkartmalarını sağlamaya yardımcı olacak muazzam bir külliyatı miras bırakmıştır. Bugünkü kuşaklara düşen görev, bu mirastan faydalanıp gerekli dersleri içselleştirmek ve geçmişte olduğu gibi bugünün de can yakıcı sorunu olan devrimci Marksist bir politik önderliğin yaratılması için sabırla, özveriyle çalışmaktır.


[1] Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar/14,marksist.com

[2] Mehmet Sinan, age

[3] Vedat Türkali, Yalancı Tanıklar Kahvesi, Turkuvaz Kitap

[4] Vedat Türkali’nin romanda Balıkçı Usta olarak andığı kişi, Cumhuriyet’in ilanından sonra asker kaçaklarıyla ilgili bir yazısı nedeniyle 3 yıl kalebentliğe mahkûm edilip Bodrum’a sürülen Halikarnas Balıkçısı’dır. Gerçek adıyla Cevat Şakir Kabaağaçlı’dır.

[5] Vedat Türkali, Yeşilçam Dedikleri Türkiye, Cem Yay.

İlgili yazılar