Marksizm ve Özgürlük
Gülhan Dildar, 7 Mayıs 2021

Marx’ın işaret ettiği özgürlük kişinin becerikli, yetenekli ya da özel olarak ilgi duyduğu alanlarda yoğunlaşmasının koşullarının yaratılmasıdır. Kapitalizmde ekonomik zorun dayattığı koşullar altında, kişi kendi iradesiyle hareket edemez, işçinin özde bir yük hayvanından farkı yoktur ve kimse bir yük hayvanı özgürdür diyemez! Marksist özgürlük anlayışı, insanın sömürülmesini reddetme, zorunlulukların kölesi olmaktan kurtulma, birey-toplum bütünlüğü üzerinde yükselir. Özgürlük sadece baskı ve zorlamanın olmaması değil, aynı zamanda toplumdaki bireylerin birbirleriyle uyum içerisinde kendilerini var etmesidir. Özgürlük kişinin yeteneklerini, becerilerini, arzularını en üst seviyede gerçekleştirebilmesidir. 

Özgürlük, çağlar boyu insanlığın kadim düşü oldu. Sınıflı, sömürülü düzenlerin adı değişti ama ezilenlerin, sömürülenlerin özgürlük tutkusu, arzusu hiç tükenmedi. Yüzlerce yıl köleler, serfler ve tüm ezilenler için mücadelenin en kutsal hedefi oldu özgürlük. Ve sonra, tarih sahnesine çıkan ücretli köleler, yani işçiler devraldılar özgürlük mücadelesinin bayrağını. Peki, yüzlerce yıldır insanlığın ulaşmaya çalıştığı özgürlük nedir ya da özgürlüğün herkes için geçerli evrensel bir tanımı var mıdır?

Yüzyıllar boyu filozoflar, bilim insanları, düşünürler, siyasetçiler vb. özgürlük kavramı üzerine kafa yordular, çeşitli tanımlar ürettiler. Elbette ortak bir tanımda buluşamadılar. Zira kavramları her çağın üretim ve toplumsal ilişkileri belirler. Dolayısıyla “özgürlük” de bu doğrultuda kavramsallaştırılmaya çalışılmıştır. Antik Yunan’da pek çok filozof, özgürlük sorununu toplumsal ve siyasal alandan kopartıp, felsefinin soyut konusu haline getirmiştir. Özgürlük, toplumsal ilişkilerden kopartılarak bireyselliğe indirgenmiş ve bireyin kendi sorunu olarak düşünülmüştür. Mesela Platon’a göre özgürlük, insanın kendi yapısını seçmesidir; erdemli ya da zorba biri olacağına kişinin kendisinin karar vermesi ve sonuçlarına katlanmasıdır. Platon, toplumsal sömürü ilişkilerini göz ardı ederek, nasıl bir insan olacağını kişinin kendisinin belirlediğini ve bunun kendi olanakları dâhilinde olduğunu ileri sürmüştür. Platon, insan davranışlarını, bilincini sömürü ilişkilerinin hâkim olduğu toplumun şekillendirdiği gerçeğinin üzerinden atlayarak soyut bir insan yaratmış, bu insanın arzularının açgözlü ve tehlikeli olduğunu, daima sınırlanması gerektiğini iddia etmiştir.

Helenistik dönemin düşünce akımlarından Stoacılık da özgürlüğü siyasi ve toplumsal alanın dışında düşünmüştür. Stoacılara göre, insan hayatta, var olanla yetinmesi, dünyanın gidişini olduğu gibi benimsemesi, arzuların ve tutkuların karşısında bağımsızlığını kazanması durumunda mutlu olacaktır. Bu düşünceye göre mutluluk dış koşullara bağlı değildi ve bağımsızlığa giden yol bilgelikten geçmekteydi, bir köle bile özgür olabilirdi! Bu akımın temsilcilerinden Epiktetos’a göre insan sahip olamayacağı şeyler için açlık, kıskançlık duymamalıdır. “İnsan doğal düzene boyun eğerse, dünyanın gidişini olduğu gibi benimserse, kendisini gereksiz sıkıntı ve tedirginliklerden kurtarır. (…) Uçsuz bucaksız dünya sahnesinde bir tiyatro eserindeki oyuncuya benzeyen insan, hiçbir etkide bulunamayacağı şeyler karşısında kayıtsız kalmak durumundadır. Onun kontrol edebileceği tek şey vardır: Kendi tavrı ve tutkuları.”[1] Oysa insanı insan yapan gidişata müdahalesidir; insanlık var oluşundan beri her daim doğaya, gidişata müdahalelerde bulunup ilerlemeler kaydederek günümüze gelmiştir. Ortaçağ dönemi boyunca Hristiyanlıkta da “manevi kurtuluş” öne çıkartılmış ve özgür olmak siyasetten uzak durmaya eş tutulmuştur. Geçmişten bugüne çağlar boyu “kaderci” anlayış, “düzene ve gidişata boyun eğme” ideolojisi topluma aşılanmaya çalışılmıştır. Ancak gerçeklik filozofların ya da din adamlarının düşüncelerine, kavramsallaştırmalarına sığdırılamamıştır. Tarih defalarca kölelerin, köylülerin özgürlük ve eşitlik mücadelesine tanıklık etmiştir.

Burjuvaziye göre özgürlük

Burjuva düşünceye göre ise özgürlük hiçbir dış etki, baskı, zorlama olmaksızın ve başkalarına zarar vermeyecek şekilde kişinin kendi iradesi ve isteğiyle davranabilmesi, yaşayabilmesidir. Ancak bu özgürlük anlayışının gerçek hayatla bir bağı yoktur, aldatmacadır. İşçinin daha işgücünü satmadan bile aslında sermayeye ait olduğu kapitalist sömürü düzeninde, “kişinin kendi iradesi ve isteğiyle davranabilmesi” nasıl mümkün olabilir? Burjuva eşitlik ve özgürlük anlayışı biçimseldir ve kâğıt üzerindedir. Marx, işçinin işgücünü kapitaliste satmaktan başka seçeneği olmadığı koşulların ve ekonomik bağımlılığın altını çizer: “Kapitalist üretim süreci, (…) işçinin sömürülmesinin koşullarını yeniden üretir ve ebedileştirir. İşçiyi, sürekli olarak, yaşayabilmek için emek gücünü satmaya zorlar ve kapitalisti, sürekli olarak, zenginleşmek için bu emek gücünü satın alabilecek duruma getirir. Kapitalist ile işçiyi meta piyasasında alıcı ve satıcı olarak birbirinin karşısına çıkaran şey artık sadece bir tesadüf değildir. İşçiyi durmadan kendi emek gücünün satıcısı olarak gerisin geriye meta piyasasına fırlatan ve onun kendi ürününü durmadan başkasının satın alma aracına dönüştüren, bizzat bu süreçtir. Aslına bakılırsa, işçi kendisini kapitaliste satmadan önce de sermayeye aittir. İşçinin kendi kendini satışının dönemsel olarak yenilenmesi, işçinin kendilerine ücret yoluyla bağlandığı efendilerinin değişmesi ve emeğin piyasa fiyatındaki oynamalar, işçinin ekonomik bağımlılığına hem yol açar hem de bunu görünmez hale sokar.”[2] İşçinin özgürlüğünün sınırlarını çizen işte bu temel noktadır: İşçi ya emek gücünü kapitaliste satacak ya da aç kalacaktır! Milyonlarca işsiz ve ağır çalışma koşulları altında uzun saatler boyu çalıştırılan işçiler bunun nasıl bir özgürlük olduğunu çok iyi bilirler!

Köleci toplumda köle efendisine zincirleriyle bağlıydı ve özgür olmadığı açıktı. Ancak kapitalizmde pek çok illüzyon yaratılmakta ve ücretli köle olan işçinin sermayenin elindeki ipleri gizlenmektedir. Zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan ücretli köle ile üretim araçlarını mülk edinmiş bir kapitalistin eşit haklara sahip ve özgür oldukları yalanı pompalanmaktadır. Ücretli işçi görünürde bağımsızdır ve istediği zaman iş değiştirebilmekte, istediği patronla iş sözleşmesi imzalayabilmektedir! Marx, kapitalizmin tarihinden aktardığı örneklerle burjuva özgürlük yalanını teşhir etmekte ve yasaların hangi amaçla, kimin yararına çıkartıldığını, kimin ne kadar “özgür” olduğunu gözler önüne sermektedir. “Sermaye, geçmişte, özgür işçi üzerindeki mülkiyet hakkını, gerekli gördüğünde, yasa zoruyla geçerli kılardı. Örneğin makine işçilerinin göç etmeleri İngiltere’de 1815 yılına kadar ağır cezalarla yasaklanmıştı.”[3] Kapitalistler bugün hâlâ aynı sınıf refleksiyle sermayenin çıkarları doğrultusunda işçi sınıfına saldırı yasalarını devreye sokmakta ve kendileri için dikensiz gül bahçesi yaratmak istemektedirler. Türkiye’den ya da dünyanın pek çok ülkesinden bolca örnek vermek mümkündür. Çok uzağa gitmemize gerek yok. Pandemi sürecinde Türkiye’de devreye sokulan orman kanunlarını göz önünde bulundurmamız yeterlidir. Sözde işten atmalar yasak! Oysa fiiliyatta “tazminatlı işten atmak” yasaklanmıştır. Sendikal haklarını kullanan on binlerce işçi, Kod 29 bildirimiyle yani “ahlâk ve iyi niyet kurallarına uymayan haller” iddiasıyla tazminatsız bir şekilde işten atıldı. Yüz binlercesi ise rızaları alınmadan ücretsiz izne çıkarıldı. Çok geçmeden anlaşılmıştır ki, esasında siyasi iktidar sermayeyi tazminat yükünden kurtarmaktadır. Bu saldırıların ardı arkası kesilmezken, özgürlük ve eşitlikten nasıl bahsedilebilir? Sendikal hakkını kullanan, haksızlıklar karşısında boyun eğmeyen, örgütlenen işçi, Nâzım’ın dediği gibi aç kalma hürriyetiyle “hür” bırakılmaktadır!

Burjuva yasalar nezdinde herkes eşit haklara sahiptir ve dilediğini yapmakta özgürdür! Bu tam bir safsatadır, çarpıtmadır. Bu ideolojik manipülasyonla ezen ile ezilen yani kapitalist ile proletarya arasındaki sınıfsal ayrım ve eşitsizlik perdelenmektedir. Bir tarafta zenginliğin öte yanda sefaletin biriktiği, eşitsizliğin akıl almaz boyutlara ulaştığı bir toplumda özgürlükten bahsedilemez. Ne var ki, kapitalizmde özgürlük esas olarak kişinin “özel yaşam” alanına ve bireyselliğe indirgenmiş durumdadır. Özgürlük denince ilk olarak akla kişinin istediği tarzda giyinip kuşanması, müzik dinlemesi, evlenmesi, çocuk sahibi olması, ev-araba satın alması vb. gelmektedir. Esasında bu sığ, yüzeysel yaklaşım, burjuvazinin ideolojik aygıtları tarafından belirlenmektedir. İleri teknolojiyle birlikte ideolojik aygıtlar da çeşitlenip gelişerek, kitlelerin bilincini çok daha sinsi ve tehlikeli bir biçimde şekillendirmektedir. Özel mülkiyet, işbölümü, sınıfların varlığı gibi olgular burjuva ideologlar tarafından “bir doğa kanunu” olarak sunulmakta ve bunun bir kader olmadığının sorgulanmasına olanak tanınmamaktadır. Kitlelere aşılanan özgürlük düşüncesi, burjuvazinin “kutsallarına” dokunmayacak şekilde belirlenmektedir.

Kapitalizmde insanlığın büyük çoğunluğu, fiziksel varlığını sürdürmek, doğal ihtiyaçlarını karşılamaya çabalamak dışında bir hayat gayesinden mahrum edilmiştir. Marx, bu durumu daha gençlik yıllarında yazdığı “1844 Elyazmaları”nda çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır: “İnsan (işçi) yalnız hayvansal işlevlerinde (fonksiyonlarında) yani yerken, içerken, çocuk yaparken ve olsa olsa evinde, giyiminde, vb. serbestçe etkin olabilir; insani işlevlerinde ise iyice hayvanlaşmıştır. Hayvansı özellikleri insanî, insani özellikleri ise hayvansı olmuştur.”[4] Oysa insanı hayvandan ayıran temel özelliklerden biri de hayata iradi ve bilinçli müdahalede bulunabilmesidir. Ne var ki, işçinin işten atılma korkusu, aldığı ücret, gündelik yaşamın ihtiyaçları, kaygıları iradesini, kararlarını, davranışlarını sınırlamaktadır. Üstelik burjuvazinin uzay çağında olmakla övündüğü bir dönemde ne yazık ki, toplumun önemli bir kesimi en temel ihtiyaçlarını bile yeterli miktarda karşılayamamaktadır. İnsanın insan gibi karnını dahi doyuramadığı, 2 milyar insanın açlık çektiği, her gün yüzlerce çocuğun açlıktan öldüğü akıldışı bir sistemde özgürlükten nasıl söz edilebilir?

Engels, İngiltere’de emekçi sınıfların durumunu tasvir eden yazılarında özgürlüğün hukuken de fiilen de son bulduğu fabrika sistemini çarpıcı biçimde dile getirmiştir: “Burjuvazinin proletaryayı içine soktuğu kölelik durumu hiçbir yerde fabrika sisteminde olduğu kadar gün ışığına çıkmaz. Burada bütün özgürlükler hukuken de fiilen de son bulur. İşçi sabahleyin saat 5 buçukta fabrikada olmak zorundadır; birkaç dakika geç kalsa, cezalandırılır, 10 dakika geç gelse, kahvaltı sona erinceye kadar içeriye alınmaz ve günlük ücretinin dörtte birini kaybeder. İşçi emre göre yemek, içmek ve uyumak zorundadır. … Despot çan, onu yatağından çağırır, kahvaltıdan ve öğle yemeğinden çağırır. Peki, fabrikanın içinde işler nasıl gider? Burada fabrikatör, mutlak yasa koyucudur. Fabrika kurallarını keyfinin istediği gibi saptar; dilediği zaman bunları değiştirir ve kendi yönetmeliğine eklemelerde bulunur; saçmalığını son haddine vardırdığı zaman da mahkemeler işçiye şöyle der: siz bu sözleşmeyi kendi iradenizle yaptığınıza göre, şimdi ona uymak zorundasınız. … Bu işçiler dokuz yaşından itibaren ölünceye kadar bu ruhsal ve bedensel işkence altında yaşamaya mahkûmdur.”[5]

Engels, kapitalizmde işçilerin özgürlüğünün nasıl ayaklar altına alındığını çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir. Bu satırların yazıldığı yıllardan günümüze dek işçi sınıfı, insanlık dışı çalışma ve yaşam koşullarına defalarca isyan etti. İşçi sınıfının inatçı mücadele geleneği sonucunda elbette çeşitli kazanımlar elde edildi. İş saatlerini kısaltmak ve çalışma koşullarında iyileştirmeler yapmak zorunda kaldı burjuvazi. Ancak üretim araçlarının özel mülkiyetine ve bu temelde örgütlenmiş bir üretim biçimine dayalı kapitalizm değişmedi. Üretim sürecinde işçinin hiçbir söz hakkı yoktur, kontrol tümüyle kapitalistlerin elindedir.

Mesela kapitalizmin doğasında olan ekonomik krizlerin faturası her seferinde işçi sınıfına kesilmektedir. Üretim sürecinin kontrolünü elinde tutan kapitalistler, pazar tıkandığında yüzlerce fabrikanın, işyerinin kapısına hiç tereddüt etmeden kilidi vurabilmekte, milyonlarca işçiyi açlıkla karşı karşıya getirme pahasına bir çırpıda işsiz bırakabilmektedirler. Yüz binlerce işçinin ise ücreti bir çırpıda düşürülebilmekte, iki hatta üç kişinin yaptığı iş tek kişiye yüklenmektedir. Son bir yıllık süreçte dünyanın dört bir yanında kapitalistler salgını bahane ederek krizin faturasını yine işçi sınıfına kestiler. Sadece ABD’de çok kısa bir süre içerisinde 40 milyon işçinin işsiz bırakıldığını hatırlayabiliriz. Keza kapitalist krizlerin bir sonucu olarak cereyan eden emperyalist paylaşım savaşlarının yürütüldüğü coğrafyalarda emekçi kitlelerin dramı ne kadar “özgür” bir dünyada yaşadığımızı göstermiyor mu? Evi barkı bombalanan, savaştan kaçıp kurtulmak isteyen milyonlar, kadın çocuk demeden göç yollarına düşüyorlar. Ne var ki her yıl göç yollarına düşen milyonların önleri dikenli tellerle, utanç duvarlarıyla kesilmektedir. Kapitalist devletler yıkılıp sınırlar ortadan kaldırılmadan, dikenli teller, utanç duvarları parçalanmadan özgürlükten bahsedilemeyeceği gün gibi ortadadır.

“Hep çalışmak hiç oynamamak”

Kapitalizmde işçi makine gibi bir üretim aracı olarak görülür; kuşkusuz o, değerinden çok daha fazlasını üreten bir “makine”dir. Ama üretimin devam etmesi için makineye nasıl ki yağı verilir, bakımı yapılırsa, işçiye de gücünü toplayıp ertesi gün tekrar çalışabilmesi için uyku ve yemek zamanı bırakılması yeterli görülür. Eğlenmek, gezmek gibi faaliyetleri işçiye fazla gören burjuvazi, işçinin sağlıklı ve zinde bir yaşam sürmesi için gerekli olan uyku zamanına dahi göz koymaktadır. Sermaye, insanın insan gibi yaşayabilmesi, fiziksel ve ruhsal bütünlüğünün korunabilmesi, beceri ve yeteneklerinin geliştirilmesi için ihtiyaç duyulan zamanı israf olarak görmektedir. Sermaye doymak bilmez bir açgözlülükle daha fazla artı-emeğe el koymak ister ve iş saatlerini uzatabildiği üst sınıra kadar zorlar. Marx, Kapital’de uzun iş saatlerini konu edinirken dönemin İngiltere’sinde fabrika doktorlarının uzun çalışma saatlerini karanlık çağlara dönüş diye nitelendirdiklerini aktarır. Bu koşullar üzerine bazı İngiliz yazarlar “all work no play”/“hep çalışmak hiç oynamamak” halk deyimini hatırlatmışlardır. Deyimdeki “oyun” bir metafordur, yerine işçinin maneviyatını zenginleştirecek her türlü sosyal faaliyeti düşünebiliriz. Ne var ki, bugün de işçilerin yaşamında çalışmak dışında, dünyasını zenginleştirecek, kendisini var edecek neredeyse hiçbir şey yoktur. Deyim maalesef günümüz için de can yakıcı geçerliliğini korumaktadır. İş saatleri resmi olarak geçmişe nazaran kısalmış olsa da Türkiye dâhil birçok ülkede fazla mesailerle birlikte fiili olarak 12-16 saate kadar uzatılmaktadır. Güneşin parıltılarını, gökyüzünün maviliğini göremeden, baharın geldiğini, ağaçların çiçeklendiğini dahi fark etmeden sabahın kör karanlığında fabrikalara girip yine karanlıkta evin yolunu tutuyor milyonlar… İnsanı böylesine kahreden, benliğini tüketen uzun bir işgünü sonunda pestili çıkmış bir vaziyette evine dönen işçi, “hür irade”siyle aptal kutusunun karşısında “bu dünya böyle gelmiş, böyle gidecek” düşüncesine ikna edileceği programları izlemekten ya da elindeki telefonuyla internette sörf yapmaktan başka ne yapabilir? Bu koşullar işçiyi aptallaştırıyor, kültürel açıdan gelişmesine, yeteneklerinin açığa çıkmasına izin vermiyor; hem fiziken, hem ruhen her yönüyle tüketiyor. Özcesi kapitalizmde işçi, sadece çalışmak için yaşamaktadır

Burjuvazinin özgürlük anlayışı ile gerçek manada özgürlük arasında hiçbir ilişki yoktur. Burjuva toplumdaki “özgürlük” biçimseldir ve sahtedir. Bir tarafta 12-16 saat çalıştırılan, diğer tarafta ise sırtında işsizlik kırbacının şaklatıldığı milyonların olduğu, gençlerin gelecek kaygısı taşıdığı, açlık ve sefalet koşullarının her geçen gün daha da derinleştiği bir toplumda özgürlükten bahsedilemez. Uzun saatler çalışan, üretim sürecinde hiçbir söz ve/veya tercih hakkı olmayan işçi mutlu değildir. İşçi için çalışmak, zevk ve güç veren yaşamın doğal bir parçası değildir. Yaşamını devam ettirebilmesi için ekonomik bir zorunluluktur. İnsana nefes aldırmayan yorucu ve uzun iş saatleri, üretim baskısı çalışmayı eziyete dönüştürmüş durumdadır. Kapitalist üretim sürecinde zincire vurulan işçi, zorunlulukların ortadan kalkması durumunda bir an bile düşünmeden, çalışmadan vebadan kaçar gibi kaçar. Çünkü kapitalizmde kendi emeği işçiye yabancılaşmıştır, ürettiği ürün kendisine ait değildir. İşçinin emek gücü ve emeğinin yarattığı ürün metalaşmakta ve karşısına yabancı bir güç, sermaye olarak dikilmektedir. İşçi sadece fiziksel olarak kendisini yeniden üretebilmek, ayakta kalabilmek için çalışmaktadır. Kapitalizmde çalışma işçinin yaşamından çalan, onu yoksullaştıran bir sürece dönüşmüştür. Marx, bu düzenin çelişkilerini çarpıcı bir biçimde şöyle anlatmaktadır:

“Politik iktisat, işçiyle (emek) üretim arasındaki dolaysız ilişkiyi göz önüne almayarak, emeğin kendi içinde yatan yabancılaşmayı gizler. Emek zenginler için gerçekten çok güzel şeyler yaratır ama işçi için ürettiği yalnız yoksunluktur. Emek saraylar üretir ama işçi için ürettiği izbelerdir. Güzellik üretir ama işçi için çirkinlik. İnsan emeğinin yerine makineleri koyar ama işçilerden bazılarını barbarca bir çeşit çalışmaya iteler ve başka işçileri de makineleştirir. Zekâ üretir ama işçi için ürettiği aptallık, budalalıktır.”[6]

Genelleşmiş meta üretimine dayalı kapitalizmde toplumsal yaşam metanın emri altına girmiş ve insan ilişkileri de metalaşmıştır. Kapitalizm maddi manevi her şeyi metalaştırarak pazara çekmektedir. Yabancılaşmanın en çarpıcı ifadesi parada somutlanmaktadır. İnsan ilişkilerini belirleyen sermaye ve onun bir biçimi olan para ve mülktür. “Gücüm paranın gücü kadar büyük. Paranın nitelikleri para sahibi olarak benim niteliklerim ve potansiyelimdir. Ne olduğum ve ne yapabileceğim, bu durumda, benim bireyselliğim tarafından belirlenmiş olmuyor. Çirkinim ben, ama en güzel kadını satın alabilirim. Demek ki çirkin değilim, çünkü çirkinliğin etkisi, iticiliği, para karşılığında yok oluyor. Ben bireysel yaradılışıma göre topalım ama para bana yirmi dört bacak veriyor; öyleyse topal değilimBen kötü, namussuz, her türlü alçaklığı yapabilecek, kafasız bir adamım, ama saygı gösterilir paraya dolayısıyla sahibine de. En iyi şey paradır, dolayısıyla sahibi de iyidir: Para benim dürüstlükten uzaklaşma zahmetine girmemi önlüyor, onun için dürüst sayılıyorum. Kafasızın biriyim ben, ama madem para her şeyin gerçek ruhu, para sahibi hiç ruhsuz olabilir mi? Üstelik para sahibi en akıllı kişileri de satın alabilir; insan, akıllılardan daha güçlü olunca onlardan daha akıllı olması da gerekmez mi? Ben ki, para sayesinde, insan yüreğinin isteyebileceği her şeyi yapabilirim, bütün insan erdemlerine sahip değil miyim? Bu durumda para benim bütün yeteneksizliklerimi karşıtlarına dönüştürmüyor mu?”[7] “İnsanlığın yabancılaşmış yeteneği” olan paranın “Tanrısal” gücünü elinde bulunduran bir kapitalist ile ay sonunu zar zor getiren, mülksüz bir işçi için aynı özgürlükten bahsedebilir miyiz? Elbette, hayır!

Toplumsal ilişkiler, paranın (sermayenin) gücünün etkisinden kurtulduğu ve insan odaklı hale geldiği zaman ancak gerçek anlamda özgürlükten bahsedilebilir. Bunun sağlanabilmesi için toplum üzerinde tahakküm aracı olan üretim araçlarının özel mülkiyetinin ve ücretli emeğin kaldırılması, paranın saltanatına son verilmesi gerekir. Lenin para gücü üzerine kurulu olan bir toplumda özgürlükten söz etmenin ikiyüzlülük olduğunu sert bir şekilde ifade etmiştir: “Sayın burjuva bireyciler, mutlak özgürlük üstüne çektiğiniz söylevlerin ikiyüzlülükten başka bir şey olmadığını söyleyeceğiz sizlere. Para gücü üzerine kurulmuş bir toplumda, bir avuç zengin insan asalak halinde yaşarken emekçi yığınların yoksulluk içinde süründükleri bir toplumda gerçek, fiili hiçbir «özgürlük» olamaz…”[8]

Bireysel ve toplumsal özgürlük

Burjuvazi bireyselliği ve bencilliği öne çıkartarak kişilerde özgürlük yanılsaması yaratmaktadır. “Çok çalışarak, yeteneklerini geliştirerek bireysel kurtuluşun gerçekleşebileceği, istenen işte, istendiği gibi çalışılabileceği” yalanını yaymaktadır. Bu ideolojik saldırı özellikle küçük-burjuva kesimlerde ve bu kesimin etkisi altındaki beyaz yakalılarda, gençlerde etkili olmaktadır. Rekabetin hüküm sürdüğü kapitalist sömürü düzeninde kişi yaptığı işten hoşnut olsa ya da çalıştığı işi güya istediğinde değiştirebilme olanağına sahip olsa bile gerçek anlamda özgür değildir. Kapitalizm, ister beyaz yakalı ister mavi yakalı olsun, işçiye ruhunu ve bedenini mahveden koşullardan başka bir şey sunmaz. Bir üretim aracı olan işçi, kapitalizmde asla bireyselliğini gerçek anlamda duyumsayamaz. Yalnızca çalışmadığı vakitlerde kendi olabilme ve kendi varlığını hissetme olanağına sahiptir. Ancak kişi eğer bilinçli bir iradeyle karşı koymuyorsa, farkında olmaksızın tüm boş zamanlarını da burjuva ideolojik aygıtları tarafından şekillendirilmiş bulur. Kendisine ait olarak görünen zamanlar da esasında kendisine ait olmaktan çıkar ve bir esir haline gelir. Kişi bilinçli bir müdahaleyle belli bir noktaya kadar boş zamanlarını burjuva ideolojisinin etki alanından kurtarabilse de istediği faaliyetleri yapma noktasında maddi koşullar belirleyicidir. Mesela işçi sınıfının gençleri bugün sosyal medya platformlarında zaman tüketmekten başka hangi olanaklara sahiptir? Bıraktık bilimsel, kültürel, sosyal gelişimlerini sağlayacak faaliyetlerde bulunmalarını, kimi zaman arkadaşlarıyla yüz yüze görüşebilecekleri koşullara bile sahip değiller.

Marksist özgürlük anlayışı tümüyle farklıdır ve bu anlayış insanın sömürülmesini reddetme, zorunlulukların kölesi olmaktan kurtulma, birey-toplum bütünlüğü üzerinde yükselir. Özgürlük sadece baskı ve zorlamanın olmaması değil, aynı zamanda toplumdaki bireylerin birbirleriyle uyum içerisinde kendilerini var etmesidir. Özgürlük kişinin yeteneklerini, becerilerini, arzularını en üst seviyede gerçekleştirebilmesidir. İnsan, doğuştan itibaren belirli tarzda yaşamak için programlanmış değildir. Zaman içerisinde uygun koşullar oluştuğunda kendi potansiyellerini açığa çıkartır, özelliklerini geliştirir, kendisini yeniden ve yeniden üretir. İnsan toplumsal, kültürel bir varlıktır ve sürekli değişip dönüşür. Ancak bu doğayla ve diğer insanlarla etkileşim içerisinde olmakla mümkün olabilir. Çünkü toplumsal bir varlık olan insan kolektif emek sayesinde doğal engellerin üstesinden daha kolay gelebilir ve üretim araçlarını daha fazla geliştirebilir, ihtiyaçların üretimi için daha az zaman harcayarak kendisi için daha fazla zamana sahip olabilir. Dolayısıyla tam manasıyla özgürlüğe tek başına değil, toplumsal olarak ve kolektif işbirliğiyle ulaşabilir. Üretici güçlerin önündeki tüm engeller kaldırılarak, kapitalist kâr güdüsüne göre değil tüm insanların gerçek ihtiyaçları temelinde üretim yapıldığında yokluk ortadan kalkacak, imkânlar genişleyecektir. Böylelikle insan özgürlüğüne kavuşacak bütün potansiyellerini etkin biçimde açığa çıkartma olanaklarına sahip olacaktır. Bu da ancak insanla insan ve insanla doğa arasındaki harmoninin sağlanacağı komünist toplumda mümkün olabilir. Sınıfsız, sömürüsüz bir toplum her bir bireye kendi becerilerini bütün yönleriyle gerçekleştirebileceği araç ve imkânları sunacaktır.

Elif Çağlı’nın Marx’tan yola çıkarak belirttiği gibi: “Komünizm varoluşla öz, özgürlükle zorunluluk, bireyle tür arasındaki çatışmanın gerçek çözümüdür. Kısacası o, tarihin bilmecesinin çözümüdür. Geleceğin sınıfsız toplumu, insanla doğa ve insanla insan arasındaki uzlaşmaz çatışmaları ortadan kaldıran, insanın duygularını kelimenin gerçek anlamında insanlaştırıp varlığının toplumsal ve doğal özüne uygun hale getiren bir düzen olacaktır. Bugün kapitalizmin sömürüsü ve baskısı altında yaşamı sürüklemeye çalışan bahtsız kitleler, ancak kapitalizmi yıkıp sınıfsız toplum düzenine ilerlemeye koyulduklarında kişiliklerinin serpilip geliştiğini, maddi ve manevi ihtiyaçlarını tatmin edebildiklerini duyumsayabilecekler. Sınıfsız toplum düzeni, bireysel ve toplumsal çıkarların uyumunu sağlayan, en soylu insani ilkelerin benimsendiği ve bu değerlerin yaşamın vazgeçilmez bir parçası durumuna dönüştüğü bir toplumsal aşama olacak.”[9]

Kuşkusuz komünist toplumda bugünkü bilinç düzeyinin çok çok ötesinde bir toplumsal bilinç söz konusu olacaktır. Bencillik, çıkarcılık, rekabet, kıskançlık… Sınıflı toplumlara özgü ne kadar pislik varsa hepsi geride bırakılacaktır. Topluluk içerisinde ahenkli bir birliktelik sağlanacaktır, tıpkı farklı notaların uyumlu birlikteliği sonucu ortaya çıkan harikulade bir melodi gibi… Birey-toplum bütünlüğü ancak kimsenin ayrıcalığının olmadığı, herkesin hem kendisinin hem de toplumun mutluluğu için çalıştığı, yeteneklerini topluma sunmaktan zevk aldığı koşullarda kurulabilir. Unutmamak lazım ki insan toplum denen denizde nefes alıp vermektedir. Toplumun ve başkalarının sorumluluğunu alma ve bu doğrultuda çalışmadır insanı geliştirip mutlu eden. Ancak böylesi bir toplumda birliktelik, sevgi, kardeşleşme birer söylem olmaktan çıkıp yaşamın doğal bir olgusu haline gelecektir. Her bir bireyin özgür gelişimi toplumun özgür gelişiminin temelini oluşturacaktır. Bugünden tahayyül bile edemeyeceğimiz yetenek ve becerilerin gelişiminin koşulları sağlanacaktır. Bireyler belirli bir iş alanında çalışmaya zorlanmayacak, baskı ortadan kalkacaktır. Yine topluluğun ihtiyaçlarının karşılanması için farklı işler yapan insanlar olacaktır elbette. Ama emeğin örgütlenme biçimindeki farklılıktan kaynaklı olarak insanlar arasında bölünme, çatışma olmayacaktır. Böylelikle çalışma katlanılması gereken bir acı olmaktan çıkacak, kişinin topluluk içerisinde kendisini var ettiği, zevk aldığı bir araca dönüşecektir. Marx, işbölümüne dayalı kapitalizm ile geleceğin komünist toplumundaki üretim işleyişi arasındaki farkı şöyle anlatmaktadır:

“Gerçekten de iş paylaştırılmaya başlar başlamaz herkesin ister istemez kabul ettiği ve içinden çıkamadığı, başka faaliyete yer vermeyen belirli bir faaliyet alanı vardır; o avcıdır, balıkçıdır ya da çobandır ya da eleştirici eleştirmendir ve eğer geçim araçlarını yitirmek istemiyorsa bunu sürdürmek zorundadır. Oysa herkesin başka işe meydan vermeyen bir faaliyet alanı olmadığı, ama herkesin hoşuna giden faaliyet dalında kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da, benim için bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirmen olmaksızın, sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağını yaratır.”[10]

Burjuvazi insan arzularının sınırsız ve tehlikeli olduğu, bu nedenle özgürlüğün bir sınırı olması gerektiği ideolojisini pompalar ve kapitalist özgürlük anlayışı dışında arayışların boşuna olduğunu ileri sürer. Oysa insanın arzularının sınırsız olduğu tam bir burjuva ideolojisidir, çarpıtmadır. Burjuvazi reklamlar gibi araçlarla sabah akşam daha fazla tüketimi kışkırtır, insanlar daha fazla metaya sahip olarak daha güçlü görünmek isterler. Ancak bu kapitalizmin yarattığı ve beslediği bir insan tipolojisidir. “İnsanoğlu açgözlüdür” düşüncesi ideolojik bir saldırıdır. Emekçi kitleler özlemini çektikleri eşit, özgür bir dünyaya ulaşmanın mümkün olmadığına ikna edilmeye çalışılır. Esasında sınırsız olan insan arzuları değil, sermayenin açgözlülüğüdür. Burjuvazi hep daha fazla kâr elde etmek, işgücünün ve doğanın talan edilmesi pahasına sermayesini sınırsızca büyütmek ister. Bunun ancak işçi sınıfının ihtiyaçlarının ve arzularının sınırlandırılması pahasına gerçekleştirilebileceği açıktır.

Ayrıca özgürlük, boş bir fantezi ya da doğaya aykırı arzuların gerçekleştirilmek istenmesi değildir. Mesela insanların kuşlar gibi süzülüp uçması mümkün değildir, bu insan doğasının sınırlılığıdır ve özgürlüklerin kısıtlandığı anlamına gelmez. Marx’ın işaret ettiği özgürlük kişinin becerikli, yetenekli ya da özel olarak ilgi duyduğu alanlarda yoğunlaşmasının koşullarının yaratılmasıdır. Kapitalizmde ekonomik zorun dayattığı koşullar altında, kişi kendi iradesiyle hareket edemez, işçinin özde bir yük hayvanından farkı yoktur ve kimse bir yük hayvanı özgürdür diyemez!

Bir diğer manipülasyon ise komünizmde bireylerin tektipleştirileceği iddiasıdır. Marksizmin anlayışıyla hiçbir şekilde uyuşmayan ve bu yüzden de hiçbir teorik dayanağı da bulunmayan bu iddianın tek delili, komünist olduğu iddia edilen ülkelerdeki uygulamalardır. Komünizmin bir dünya-tarihsel olgu olduğu ve tek bir ülkeyle sınırlı olarak kurulamayacağı gerçeğini bir tarafa bırakalım, geçmişteki SSCB ya da bugünkü Çin, Kuzey Kore veya Küba gibi ülkelerin ne komünizmle, ne de oraya doğru ilerleyen bir işçi devletiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Bu gibi ülkeler biz Marksistler tarafından despotik-bürokratik diktatörlükler olarak adlandırılmaktadır, bu adlandırmanın kendisi bile onların özgürlükle hiçbir ilişkisinin olmadığını düşündüğümüzü kanıtlamak için yeterlidir. Diğer taraftan bu tip rejimlerdeki “tektipleşmeye” dönük eleştirilerin burjuva ideologlarından gelmesi de bir ikiyüzlülük örneğidir. Gerçekte kapitalist toplumda da bireyler belirli bir kalıba sokulur, benzer davranış ve tutumlar, düşünce biçimleri topluma empoze edilir. Milyarlarca insan aynı eylem biçimi ve rutinin içerisine hapsedilmiş, aynı sarmalın içerisinde bir çıkmaza girmiş durumdadır. İşçi-emekçi kitleler ev-iş arasında mekik dokumakta, akşamları benzer dizi filmleri, maçları izlemekte ve bir tükenmişlik sendromu yaşamaktadırlar.

Oysa Marksizm açısından doğanın çeşitliliği, bolluğu ve bereketi karşısında insanı tektipleştirme “insanın doğası”na aykırıdır. Marx’ın Prusya’da sansür konusunu işlerken dile getirdiği şu satırlar, aslında kapitalizmde egemenlerin genel yaklaşımlarını da ifade etmektedir: “Doğanın hoş çeşitliliğini, bitmek bilmez zenginliklerini kabul edersiniz. Gülün menekşe gibi kokmasını beklemezsiniz. Peki, bunların en zengini olan insan ruhunun tek çeşitli olması niye gereksin? Şakacı biriyim, ancak yasa beni ciddi şeyler yazmaya mecbur ediyor. Cüretliyim, ancak yasa üslubumun ılımlı olmasını emrediyor. Gri, hep gri, özgürlüğün yegâne, doğru rengi gri. Üzerine güneş vuran her çiy damlası sonsuz renk oyunlarıyla parıldıyor; ancak içinde pek çok kişinin ve her türlü nesnenin kırıldığı ruhsal güneşin sadece resmî rengi göstermesi gerekiyor!”[11] Bugün kapitalizmde insanın yaratıcılığı yok edilmiş, ruhu dondurulmuş, hayatı grileştirilmiştir. İşte komünist toplumda insanlar bu donma halinden çıkacak, rengârenk özgürlüklerine kavuşacaktır.

İnsanın günün büyük kısmını zorunlu ihtiyaçlarını karşılamaya harcadığı ve geriye kalan az bir kısmını da yine aynı rutini sürdürmek için güç toplamaya ayırdığı bir toplumda özgürlük asla mümkün değildir. Özgürlüğün temel koşulunu zorunlulukların mümkün mertebe azaltılması, iş saatlerinin kısaltılması, çalışmanın zorunluluk değil zevk haline getirilmesi oluşturuyor. Bunun yolu da kapitalizme son vermekten geçmektedir. Marx, özgürlük için üretici güçlerde yüksek derecede bir gelişmenin gerekli olduğunu söyler. Böylelikle insan ihtiyaçları için harcanacak emek süresi kısalmış ve ürünler bollaşmış olacaktır. Üretici güçlerdeki bugünkü gelişkinlik düzeyi göz önünde bulundurulduğunda, özgürlüğün hüküm süreceği sosyalist toplumun yaratılmasının nesnel koşullarının çok daha mümkün olduğu görülmektedir. İnsan eylemini kısıtlayan özel mülkiyet, devlet ve sınıfların ortadan kaldırılması ile işçi sınıfı, insanlığın kurtuluşunun yolunu açacaktır. İnsanlığın gerçek özgürlüğe kavuşması hayal değildir. İşçi sınıfının devrimci mücadelesiyle er ya da geç özgürlük hedefine ulaşılacaktır.


[1] Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma, s.362

[2] Marx, Kapital, c.1, Yordam Yay., s.558

[3] Marx, age, s.554

[4] Marx, 1844 Felsefe Yazıları, V Yay., s.77

[5] Marx, Kapital c. 1, Yordam Yay., 406. Orjinal kaynak: Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Gözlem Yay., s.280-281,

[6] Marx, 1844 Felsefe Yazıları, s.75

[7] Marx, age, s.150

[8] Marx-Engels-Lenin, Sanat ve Edebiyat, Evrensel Yay. s.199-200

[9] Elif Çağlı, Marksizm ve Gençlik, marksist.com

[10] Marx-Engels, “Alman İdeolojisi”, Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Yay., s.40

[11] akt. George G. Brenkert, Marx’ın Özgürlük Etiği, s.156 (Marx-Engels, Collected Works, c.1, s.112)

İlgili yazılar