Kavel Dersleri Işığında Renault İşçilerinin Mücadelesi
Akın Erensoy, 1 Nisan 2016

Tam da “metal fırtına”nın yıldönümü yaklaşırken, Renault işçilerinin, asgari ücrete yapılan zammın kendilerine de yansıtılması talebiyle başlattıkları mücadele kırıldı. Renault işçileri, geçen sene bu günlerde Türk Metal’e ve MESS’e karşı mücadelenin kıvılcımını çakmış ve o günden bu yana, birçok metal fabrikasında mücadele şu ya da bu şekilde kırılmasına rağmen onlar ayakta kalmayı başarmışlardı. Lakin 29 Şubatta Renault yönetimi işçilere karşı saldırıya geçti ve aralarında işçi temsilcilerinin de olduğu birçok öncü işçiyi işten attı. Bu saldırının ardından binlerce işçi üretimi durdurarak direnişe geçti ve işten atılan arkadaşlarının derhal geri alınmasını talep ettiler. Ancak fabrikaya doldurulan yüzlerce “güvenlik” görevlisi içeride, polis ise dışarıda işçiler üzerinde yoğun bir baskı kurdu. Gazla, tazyikli suyla ve copla dışarıdaki işçilere saldıran polis, onlarcasını da gözaltına aldı. Renault yönetimi ise direnen tüm işçileri tazminatsız olarak işten atmakla tehdit etti. İşten atma, tehditler, valilik ve polis baskısı sonucunda işçilerin direnişi kırıldı ve üretim yeniden başladı. Böylece son bir senedir “metal fırtına”nın merkezinde yer alan, birliklerini koruyan ve tüm işçilere ilham olup cesaret veren Renault işçilerinin mücadelesi önemli bir darbe almış oldu.

Bunun bir sonucu olarak kendine güveni artan Renault yönetimi, işçilerde yeniden mücadele iradesi oluşmaması için öncü işçileri işten atmaya devam etti. Şu ana kadar 71 işçi tazminatsız olarak işten atılırken, Renault yönetimi, daha fazlasının kendi isteğiyle ve tazminatsız bir şekilde işten ayrılması için baskı yapıyor. Tüm bunlar gerçekleşirken, Türk Metal’den istifa eden işçilerin büyük umutlarla üye oldukları Birleşik Metal-İş sendikası son derece pasif bir tutum aldı. Renault yönetimi işçilerin mücadele iradesini kırmak ve örgütlülüklerini dağıtmak üzere saldırıya geçmişken, sendika yöneticileri “sert” açıklamalar yapmaktan öteye geçen hiçbir şey yapmadılar. Oysa sendikacılara düşen görev “sert” açıklamalarla yetinmek değil, işçilere yol göstermek ve mücadelenin kırılmasının önüne geçmekti. “Metal fırtına” ile birlikte Renault fabrikası, sermaye sınıfı nezdinde ezilmesi gereken bir işçi mücadelesi merkezine dönüşmüştü ve bu kapsamda çok önemli bir mevziydi. Ne var ki Birleşik Metal-İş bürokratları –Renault işçileri günlerce üretimi durdurarak nasıl bir mücadele verilmesi gerektiğini ortaya koymalarına rağmen– mücadele iradesi göstermeyip bir kez daha korkup geri adım attılar. Direniş kırıldıktan sonra, sendika yöneticileri her zamanki gibi işten atılan işçilere yalnızca mahkemelerin yolunu gösterdiler.

Bursa’da Türk Metal’e ve MESS’e karşı yükselen isyan dalgası, Türkiye işçi hareketinin kendiliğinden gelişen en kitlesel ve en büyük eylemlerinden biri oldu. Ancak mücadeleye atılan işçiler, geçmişin mücadele deneyimlerinden ve en temel sınıf bilincinden bile yoksundular; sermaye sınıfının oyunlarına ve saldırılarına karşı duracak bir örgütlülüğe ve hazırlığa sahip değildiler. Burjuva düzenin yıllardır pompaladığı milliyetçilikle bilinçleri felç edilen işçiler, sermaye sınıfının ideolojik baskısı altında kalarak sosyalistlere ve sosyalist örgütlenmelere uzak durdular. Bu şekilde meşruiyet sağlayacaklarını sandılar.[i] Oysa onlar mücadeleye atılarak, daha da önemlisi üretimi durdurarak sermayenin gözünde en büyük suçu işlemişlerdi. Nitekim örgütsüz ve sınıf bilincinden yoksun metal işçilerinin başlattığı mücadele, yüz binlerce işçide heyecan yaratmasına rağmen geri çekildi.

“Metal fırtına”nın merkezinde duran Renault işçileri ise, mevcut geri bilinç düzeylerinden bağımsız olarak, geçmişten bugüne verilen mücadelede önemli bir halkayı temsil ediyorlardı. Günlerce üretimi durdurarak mücadeleyi yasal sınırların ötesine taşıran ve bu noktada örnek teşkil eden Renault işçileri, bir bakıma günümüzün Kavel işçileri gibilerdir. Direniş şimdilik kırılmış olmasına rağmen bu böyledir. Renault işçileri, günlerce üretimi durdurarak ve yasal sınırlara takılıp kalmayarak işçi sınıfının mücadelesinin meşruiyetini yasalardan değil haklı olmasından aldığını bir kez daha gözler önüne serdiler. Bu açıdan çok belirleyici bir rol oynadılar. Nitekim son dönemde birçok fabrikada mücadeleye atılan işçilerin doğrudan üretimi durdurmaya cesaret etmesi ve bunu meşru görmesi bir tesadüf değildir.

Tam da bundan dolayı Renault işçileri sermaye sınıfının ve iktidar temsilcilerinin şimşeklerini üzerlerine çekmişlerdir. Renault fabrikasının bir direniş merkezi haline gelerek bu dönemin Kavel’i olmasını ve işçilere örnek teşkil etmesini istemeyen yalnızca sermaye sınıfı, MESS ya da Renault yönetimi değildi; bunu AKP hükümeti de istemiyordu. Tüm toplumsal muhalefetin ezildiği, toplumun baskıyla kontrol altına alındığı, muhalif burjuva medyanın bile susturulduğu ve tüm iktidarın tek kişinin elinde toplandığı bir süreçte; Renault işçilerinin siyasi düşüncelerinden bağımsız olarak verdikleri sınıf mücadelesi ve oynadıkları rol iktidar sahiplerini ürkütmüştür. İşçilerin son derece basit ekonomik istekleri temelinde başlattıkları bir mücadelenin bile toplumsal muhalefeti alevlendirme potansiyeli içerdiğini egemenler çok iyi bilmektedirler. İşte bundan dolayı, böyle bir mücadelenin ateşleyicisi olan Renault işçilerinin iradesi MESS, Türk Metal ve AKP hükümetinin ortak kararıyla kırılmak istenmiştir. Nitekim Çalışma Bakanlığında düzenlendiği ifade edilen toplantıdan sonra, direnişin ezilmesi için polisin azgınca devreye sokulması bir tesadüf değildir. İşçilerin direnişinin kırılmasının ardından Bursa’da Türk Metal’in gerçekleştirdiği bir toplantıda konuşan Erdoğan’ın “benim işçi kardeşlerimi kışkırttılar” demesi ve Türk Metal’i arkalaması da bir tesadüf değildir.

Şurası açık ki Renault işçileri, kendi bilinç ve deneyimleri ölçüsünde ellerinden geleni yapmışlardır. Renault’ta eksik olan işçilerin kararlılığı değil, Kavel’de olduğu gibi işçilere kararlı bir şekilde yol gösterecek mücadeleci bir sendikal önderliğin olmamasıdır. 1960 ve 70’ler boyunca mücadeleden yana tavır koyan kararlı sendikal önderlik, işçi sınıfının sosyalist temsilcileriyle de buluşarak işçi sınıfının mücadelesinin yükselmesinde çok önemli bir rol oynamıştı. O dönemde yükselen işçi mücadelesi, örgütsel liderliğini Maden-İş ve DİSK’te, kişi olarak ise Kemal Türkler’de bulmuştu. Maden-İş ve DİSK’in karşısında ise MESS ve elbette TÜSİAD vardı. 1960’larda başlayan ve 70’lerde doruk noktasına ulaşan işçi mücadelesi, Kemal Türkler gibi bir lider yaratırken, sermaye sınıfı da Özal ile karakterize olacaktı. MESS ile metal işçilerinin sertleşen mücadelesinde Özal ve Türkler karşıt sınıfların temsilcileri olarak öne çıkacaklardı. Burjuvazi, MESS’te yetiştirdiği Özal’ı önce devlet bürokrasisinin, daha sonra ise 1980 askeri faşist darbesiyle açılan süreçte devletin tepesine oturtacaktı.

Kavel neyi temsil ediyor?

Kavel direnişi başladıktan kısa süre sonra tüm sermaye sınıfının, onun örgütlerinin, basınının ve devletin tepesinin konusu haline gelmişti. Nasıl olmuştu da İstanbul İstinye’de 170 işçinin çalıştığı bir kablo fabrikasındaki bir direniş bu kadar etkili olmuş ve ülkenin gündemine oturmuştu? Elbette işçi sayısından ziyade, o işçilerin nasıl bir mücadele verdikleri ve o mücadelenin nasıl bir tarihsel aralığa denk geldiğiydi belirleyici olan. Kavel, kapitalizmin geliştiği ve işçi sınıfının sahneye çıktığı 1960’ların başında, işçi mücadelesinin önünün açılmasında öylesine önemli bir rol oynadı ki, adını Türkiye işçi sınıfının mücadelesine altın harflerle yazdırdı. Nitekim Kavel’in Türkiye işçi mücadelesi tarihinde oynadığı bu rolün önemini sermaye sınıfı da teslim etmektedir. MESS bile, sermaye sınıfının yeni kuşaklarına deneyim aktarmak amacıyla Gelenek ve Gelecek adıyla yayınlamış olduğu ansiklopedide, Kavel direnişinin nasıl bir etki yarattığına ayrıntılarıyla (elbette kendi bakış açısından) yer vermek zorunda kalmıştır.

28 Ocak 1963’te, Kemal Türkler’in başkanı olduğu Maden-İş Sendikasına üye 170 işçi; fazla mesailerin ve kıdem esasına göre verilen yıllık ikramiyelerin tam olarak ödenmemesini, sendikadan ayrılmaları yönünde Kavel patronunun baskı yapmasını, daha önce işten atılan dört işçiye ek olarak dokuz işçi temsilcisinin işten çıkarılmasını protesto etmek amacıyla iş bırakarak tezgâh başında oturma eylemi başlattı. Yani burjuva yasalar kendilerine bu hakkı tanımamasına rağmen işçiler üretimi durdurmuş ve yasaların dışına çıkmışlardı. Bu fiili bir grevdi, çünkü Türkiye’de henüz grev ve toplu sözleşme kanunu olmadığı için işçilerin grev hakkı yoktu. 1961 askeri darbesi sonrasında hazırlanan anayasada grev hakkı olmasına rağmen, bu hak yasalarla düzenlenmiş değildi ve dolayısıyla işçilerin üretimi durdurması yasadışı sayılmaktaydı.

İşçilerin üretimi durdurup direnişe geçmesi üzerine işveren, işyerine noter çağırarak işçilere çalışıp çalışmayacaklarını sordu, ancak “hayır” yanıtı aldı. Bunun üzerine Kavel’in sahibi Koç ailesi, işçilerin iradesini kırmak amacıyla üretime ara verildiğini açıkladı ve tüm işçileri işten attı. Yani işçilerin fiili grevine karşı Kavel patronu da fiili lokavt ilan etmiş oluyordu. Böylece 1959’da kurulan MESS’in başını çeken Koç ile metal işçilerinin ilk sert mücadelesi de başlamış oluyordu.

İşten atılan işçiler işyerinin önünü terk etmedikleri gibi, fabrikaya da kimseyi sokmayarak direnişlerini sürdürdüler. Mücadelede ne denli kararlı olduklarını göstermek amacıyla, 4 Şubatta idari bölümde çalışan 40 kişiyi işyerine sokmadılar. İşçilerin iradesini kıramayan Kavel patronu, bu kez polisi devreye soktu. 14 Şubatta polisin saldırısı üzerine çıkan çatışmada birçok işçi yaralandı ve 30’u hakkında soruşturma açıldı. 18 Şubatta ise 4 işçi hakkında tutuklama kararı çıkartıldı. Savcılık da harekete geçmiş ve işçilerin işten atılmasının lokavt sayılmayacağını ilan ederek sermayenin yanında saf tutmuştu.

170 işçinin ve onlara önderlik eden Kemal Türkler’in kararlı tutumu, “yasalarda grev yapma hakkı yoktur, bu işgaldir ve suçtur” yönlü propagandalara itibar edilmemesi ve dolayısıyla direnişin kırılamaması bir anda Kavel’i ülke gündemine oturttu. Türkiye kapitalizminin hızlı bir tempoyla geliştiği ve işçi sınıfının da gerçek anlamda sahneye çıktığı bir dönemde Kavel direnişi, o günden sonra emek-sermaye arasındaki ilişkilerin ve mücadelelerin nasıl şekilleneceği bakımından belirleyici olacaktı. Cumhuriyet döneminden beri böyle bir direnişe ilk kez tanıklık ediliyordu ve her geçen gün Kavel direnişi işçi-emekçi kitlelerin sempatisini kazanıyordu. Aslında burjuvazi ve işçi sınıfı, Kavel direnişi üzerinden karşı karşıya geliyordu. Bu anlamıyla Kavel, toplumsal mücadelenin de ilk kıvılcımıydı ve toplumun çeşitli kesimleri kadar aydınları da etkilemişti. Bu etkinin bir ifadesi olarak Hasan Hüseyin Korkmazgil meşhur Kavel şiiriyle işçileri selamlamıştı.

Burjuvazi ve basını, bu sempatiden dolayı işçilerin üzerine gidip direnişi kıramayan hükümete ateş püskürüyor, dönemin Çalışma Bakanı Bülent Ecevit’i sert bir dille eleştiriyordu. O dönem Yeni Sabah adıyla yayın yapan bir sermaye gazetesi, hükümeti yasalara karşı saygısız olmakla eleştirerek şöyle yazıyordu: “Bilindiği gibi yürürlükte olan kanunlara göre yurdumuzda grev kanun dışı bir fiildir. Buna rağmen hükümet, Kavel fabrikasındaki işçilerin, işi terk etmelerine ve hatta daha da ileri giderek işi bıraktıktan sonra tahliye etmeyerek, işvereni, fabrikasını işletemeyecek bir hale sokmasına adeta atıl ve batıl seyirci kalmıştır. Bir kanun memlekette ya vardır ve hükümlerine riayet mecburidir yahut yoktur. Grevi yasak eden kanun cari olduğuna göre, bir harekete tevessül edenlere karşı kanun âmir hükümleri behemehâl ve ne pahasına olursa olsun tatbik edilmek lazım gerekmez mi?”[ii]

Burjuvazi o çap ve içerikte bir işçi mücadelesi açısından ilk örnek niteliğinde olan Kavel direnişini kırmaya çalışırken, direniş, sınıf dayanışmasıyla büyüyor ve güçleniyordu. Meselâ Maden-İş’in örgütlü olduğu General Elektrik fabrikasının işçileri bir dayanışma ve para yardımı kampanyası başlatırken, Türk Demir Döküm fabrikasında çalışan 800 işçi çeşitli eylemlerle Kavel direnişine destek veriyordu. Rabak ve İstinye Tersanesi’nin de aralarında olduğu çok sayıda işyerinden dayanışma yükseliyordu. Türk-İş’e bağlı güney bölgesindeki 23 sendika başkanı ve 45 yönetici, 27 Şubatta bir toplantı yaparak Türk-İş merkezinin Kavel direnişine karşı olumsuz bir tutum aldığını ve bu nedenle konfederasyonla ilişkilerini kestiklerini açıkladılar. Tepkilerin yükselmesi ve dayanışmanın büyümesi üzerine Türk-İş merkezi bile Kavel işçileriyle dayanışma çağrısı yapmak zorunda kaldı.

Direnişi kıramayan sermaye sınıfı, her türlü alçaklığı denemekten geri durmuyordu. Meselâ bu kapsamda İstanbul Çelik-İş Sendikasını işçilerin bilincini bulandırmak amacıyla harekete geçirdiler. Bir bildiri yayınlayan Çelik-İş Başkanı, bilinç bulanıklığı yaratmak ve direnişi kırmak için grevin suç olduğunu söylüyor, işçileri yasal çerçeveden ayrılmamaya çağırıyor, mücadelede kararlı olan Maden-İş’e saldırıyordu. Sermaye uşağı bu sendikacının işçilere söylediği yalanlar ve çarpıtmalar bugün de oldukça tanıdık: “Aziz işçi kardeşlerimiz, bugün için grev yapmak mevcut kanunlarımıza göre suçtur. Gene biliyorsunuz ki bugünlerde grev kanunu Millet Meclisi komisyonlarında müzakere edilmekte ve pek yakında grev hakkı kanunen bizlere tanınacaktır. Ancak birkaç menfaatperest sendikacı kendilerine şan ve şöhret sağlamak üzere ve sırf kendi çıkarları uğruna aziz işçi kardeşlerimizi kanunen suç sayılan greve teşvik etmektedirler, teşvikçilerin gayesi işçi kardeşlerimize hizmet olmayıp kendilerine hizmettir. … Tahriklere kapılarak kanunsuz işlere tevessül etmeyiniz… Türk işçisi saldırgan değildir. Türk işçisi kanunlara hürmetkârdır. Türk işçisi her şeyden evvel memleket menfaatlerini ön planda tutar.”[iii]

Bu sendika ve onun başkanı, açıkça, sermaye sınıfının değil, kapitalist sömürüye ve zulme karşı mücadele eden işçilerin karşısına dikiliyordu. Grevi, “dinimizin, ananelerimizin ve memleket severliğimizin men ettiği sapık ideolojilere zemin hazırlamak” olarak damgalayan bu sınıf işbirlikçi sarı sendikacı –aynı bugün patronların ve AKP’nin arzu ettiği gibi– işçilerin itaatkâr, kanaatkâr, hakkını aramayan, kafası milliyetçilikle doldurulmuş, hak arama mücadelesini vatan hainliği olarak gören kimseler olmasını istiyordu. Sanki işçi sınıfı ile burjuvazinin çıkarları ortakmış, sanki yasaları her iki sınıf birlikte yapıyormuş gibi, kalkıp “Türk işçisi yasalara saygılıdır” diyordu. İşçi sınıfını burjuvazinin itaatkâr kölesi olarak kalmaya çağıran bu sermaye uşaklarının, işçi sınıfı içinde oynadığı uğursuz rol ne yazık ki bugün de devam etmektedir. Türk Metal çetesi ve ondan daha iyi olduğunu iddia eden Çelik-İş’in rolü geçmişten bugüne değişmemiştir. Ve ne yazık ki örgütsüz oldukları için işçiler üzerinde etkili de olabilmektedirler.

Ancak o gün Kavel işçileri örgütlüydüler ve kendi mücadelelerine ihanet anlamına gelecek bu tür çağrılara kulak asmadılar. İşçi eşlerinin de mücadeleye katılması, işyeri önünde kazanlarla işçilere sıcak yemek pişirilmesi, dayanışmanın büyümesi, direnişin kırılamayarak ülke gündemine oturması nedeniyle Koç ve sermaye sınıfı geri adım atmak zorunda kaldı. Bizzat Başbakan Yardımcısı Turhan Feyzioğlu, Çalışma Bakanı Bülent Ecevit, İstanbul valisi, polis müdürü, TİSK başkanı ve Maden-İş temsilcilerinin katılımıyla bir protokol imzalandı ve Kavel işçilerinin talepleri kabul edildi. İşçiler 4 Martta işbaşı yaptılar.

Zafere ulaşan Kavel işçilerinin mücadelesi, işçilerin önüne dikilen grev yasağı engelini yıkıp geçmişti. Kavel direnişinden sonra, grevin yasak olmasının önemli olmadığı ve işyerini işgal etmenin meşru bir hak olduğu fikri işçilerin bilincinde yer etmeye başlamıştı. Yasağın fiilen aşılması ve Kavel mücadelesinin işçi kitlelerde yarattığı sempati burjuvaziyi derinden endişelendirmekteydi. Meselâ o gün Milliyet gazetesinin resmi görüşü olarak çıkan bir yazıda şunlar söyleniyordu: “Bu bakımdan ortada garip bir durum vardır: Kanun dışı olduğu bilinen bir olaya kanunun gerektirdiği müdahale yapılamamaktadır. İdareyi bu gariplikten kurtarmak için grev kanununun bir an evvel çıkması, bundan sonraki olaylarda meşru olan ve olmayan davranışları tayin bakımından da zaruret haline gelmiştir.”[iv] Grev yasağının aşıldığının artık farkında olan sermaye sınıfı ve burjuva hükümet, Kavel direnişinden hemen sonra, 274 ve 275 sayılı grev ve toplu sözleşme kanununu çıkartarak işçilere grev hakkını tanımak zorunda kaldı.

Kavel işçileri, mücadele edilince hem kazanmanın hem de yasaları değiştirmenin mümkün olduğunu gözler önüne sermişlerdi. Eğer “grev yapmak yasak ve suçtur” düşüncesiyle işçiler mücadeleye atılmasa, Maden-İş ve Kemal Türkler kararlı bir şekilde işçilere önderlik etmeseydi Kavel direnişi diye bir direniş tarih sahnesine çıkmaz ve Türkiye işçi sınıfı hareketindeki rolünü oynayamazdı. Elbette gün gelir ve başka bir Kavel çıkardı sahneye ama o da kaçınılmaz olarak Kavel’in geçtiği yoldan geçmek zorunda olurdu. Yükselen işçi sınıfı mücadelesi hiçbir dönem yasal sınırlara takılıp kalmamıştır. İşçi sınıfının hak arama mücadelesinde belirleyici olan her zaman meşruiyet meselesi olmuştur. İşçiler verdikleri mücadeleyi haklı bir mücadele olarak görüyorlarsa bu aynı zamanda onun meşru bir mücadele olduğunu da gösterir. Eğer işçi sınıfının mücadelesinde burjuva yasal sınır temel alınsa ve meşruiyet burada görülseydi işçi sınıfının hakları bir milim ilerletilemez ve daha da önemlisi işçi kitleler ileri mücadele noktalarına çekilemezlerdi. Tarihsel ve güncel deneyimler de gösteriyor ki, eyleme girişen işçilerin mücadelesi kaçınılmaz olarak yasal sınırları aşmaktadır. Nitekim böyle olduğu için de burjuva yasal çerçeve değiştirilmiş, genişletilmiş ve işçi sınıfı demokratik haklar elde etmiştir. Son tahlilde yasaların ne kadar geniş ya da dar olacağını işçi sınıfının örgütlülük ve mücadele düzeyi belirlemektedir.

Nitekim Kavel işçilerinin mücadelesi geniş bir yankı yaratıp sempati kazandığı ve işçi mücadelesi gelişmeye başladığı için burjuvazi toplu sözleşme yasasını çıkartmak ve grev hakkını tanımak zorunda kalmıştır. “Bu eylem, 274 ve 275 sayılı yasaların çıkmasını zorlayıcı olması bakımından önemliydi” diyerek Kavel direnişinin ve işçi mücadelesinin yasaların değiştirilmesinde ne denli etkili olduğunu kabul eden sermaye örgütü MESS, bu direnişten sonra sermaye sınıfının da yükselme eğilimine giren işçi mücadelesine karşı daha fazla örgütlenmeye başladığını belirtmektedir. “Kavel olayı, 274 ve 275 sayılı yasaların çıkmasını hızlandırdığı kadar, çok sayıda işverene de sendikalaşmanın gereğini kavrattı, işveren sendikalarının üye sayılarının artmasına yardımcı oldu.”[v] Buradan da anlaşılacağı üzere Kavel direnişi, işçi sınıfı ve burjuvazi arasında sert bir mücadele sürecinin başlaması anlamına geliyordu. Kavel ile başlayan süreç; fabrika işgalleri, DİSK’in kurulması, DGM direnişi, 1 Mayıs’ın yüz binlerin katılımıyla alanlarda kutlanması ve MESS’e karşı metal işçilerinin Maden-İş önderliğinde aylarca sürdürdüğü uzun grevlerle doruğuna ulaştı.[vi]

Kavel deneyimi de gösteriyor ki, Renault ve metal işçilerinin mücadelesi benzeri bir sürecin önünü açabilirdi; metal işçilerinin mücadelesi kesinlikle bu potansiyeli içermekteydi, içermektedir. Ancak bunun için işçilerin mücadeleci bir sendikal önderliğe kavuşması, daha da önemlisi metal işçilerinin burjuva ideolojisinin felçleştirici etkisinden kurtularak sosyalistlere ve sosyalist işçi örgütlerine kulak vermesi gerekmektedir. 


[i] bkz. Utku Kızılok, Metal İşçilerinin Mücadelesinin Gösterdikleri, MT, Haziran 2015

[ii] Yeni Sabah, 14 Şubat 1963

[iii] akt. Gelenek ve Gelecek, s.44

[iv] Milliyet, 4 Mart 1963

[v] Gelenek ve Gelecek, s.44-48

[vi] Ayrıntılı bir okuma için bkz. Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar/12www.marksist.com

İlgili yazılar