Krizle Sarsılan Kapitalizm ve Salgın Paniği
Utku Kızılok, 3 Nisan 2020

Salgın üzerinden yaratılan korku, şimdilik emekçi kesim üzerinde bir pasifikasyona yol açmış olsa da, bunun ilelebet sürdürülemeyeceği gün gibi açıktır. Toplumun sınıflara bölündüğü, sınıfsal eşitsizliklerin akıl almaz sınırlara ulaştığı, milyarlarca insanın açlık ve yoksulluğa itildiği bir dünyada burjuva zirvelerin planlarının aynen hayata geçeceğini düşünmek, sınıf savaşımını inkâr etmektir. Kapitalizm ekonomik, siyasal, toplumsal, çevresel sorunları getirip aynı noktada düğümlemiştir. Başta sağlık sistemindeki çöküş olmak üzere, kapitalizmin yarattığı felâketler emekçilerin sistemi sorgulamasının önünü açıyor.

Şu anda dünyaya hâkim olan manzara şöyledir: Burjuvazi, tüm insanlığı koronavirüs salgınına karşı savaşa çağırıyor! Dünyanın en ünlü ve en kalabalık kentlerinin meydanlarında ve caddelerinde in cin top oynuyor. Hayatın adeta durduğu kentler, bilim-kurgu filmlerinin sahnesine dönüşmüş gibi! Ekranlardan sürekli çağrılar yükseliyor: “Ancak mikroskopla ölçülen, gözle görülmeyen, sinsi ve yıkıcı düşman her yerde! Evde kalın, toplumsal mesafeyi koruyun.” Korku alabildiğine körüklenip toplum paniğe sürüklenirken, insanlar evlerine kapanırken, şu işe bakın ki aynı anda on milyonlarca işçi işten atılarak işsizliğe ve açlığa terk ediliyor! Emekçi kitlelerin zihni felçleştirilirken, yine aynı anda olağanüstü hal ilan edilerek demokratik haklar ortadan kaldırılıyor, baskı ve yasakların meşru görüleceği koşullar yaratılıyor. Yani felâket kostümleriyle sahneye sürülen virüs, tam anlamıyla kapitalist bir virüstür: Toplumun örgütlü hücrelerine/yapılarına saldırıyor, işçi sınıfının bağışıklık sistemi demek olan dayanışmayı zayıflatıp yok etmeye çalışıyor, bireyciliği ve bencilliği kamçılıyor!

Kapitalizm, tarihinin hiçbir döneminde karşılaşmadığı şekilde, kelimenin gerçek anlamında küresel ve son derece yıkıcı bir krizle sarsılıyor. Fakat bu kriz, yaratılan koronavirüs paniğiyle perdeleniyor. Aslında koronavirüs sahnesinde sergilenen ne varsa, hepsi kapitalizmin tarihsel tıkanmışlığının dramatik bir ifadesidir. Kapitalizm yalnızca ekonomik ve siyasal kriz yaratmaz ama aynı zamanda içinden geçtiği dönemin nesnelliğine bağlı olarak, onu belirli bir tarzda ifade eder. Bugün dünyaya hâkim olan distopik manzara, kapitalizmin tarihsel tıkanmışlığıyla, bu tıkanmışlığın kendini eşi benzeri olmayan bir krizle dışa vurmasıyla uyumludur. Alabildiğine çürümüş, misyonunu tamamlamış ve insanlığın sınıfsız bir toplum kurmasının önünde ayak bağı haline gelmiş bir sistemin yarattığı yıkım ve doğurduğu kötülük, ancak bugünkü gibi bir görünüm alabilirdi.

İnsanlık gerçekten de eşi benzeri olmayan bir durumla karşı karşıyadır. Egemenler, sömürü düzenini ayakta tutmak amacıyla insanlığa kâbusu yaşatıyorlar. Krizin gerçek boyutları ve yıkıcı sonuçları henüz tam anlamıyla ortaya çıkmış değildir. Ancak daha şimdiden on milyonlarca işçi işten atılarak açlığa itilmiştir. ABD’de yalnızca iki hafta içinde 10 milyon işçinin işsiz kalması, bu krizin neye benzediği, ne denli tahripkâr olduğu hakkında fikir vermektedir. Bu ülkede işsizliğin yüzde 20’lere tırmanacağı tahmin ediliyor ki, bunun anlamı on milyonlarca işçinin işini kaybetmesidir. Çin’de 5 milyon işçinin işten atıldığı açıklanmıştır ama gerçek sayının bundan fazla olduğu açıktır. Durum sarsıcı ve inanılmazdır. Zaten burjuva ideologların verili durumu resmederken kullandıkları kavramlar da, kapitalizmin nasıl yıkıcı bir krizle sarsıldığını gösteriyor. Amerikan medyası, “Amerikan ekonomisinin henüz keşfedilmemiş sulara dalmakla karşı karşıya” olduğu yönünde değerlendirmeler yapıyor. New York Times gazetesi, bir haftada milyonların işsiz kalmasından hareketle, “bu tipik bir kriz değil, ekonomik bir kasırga” diyor. Meşhur ekonomist Nouriel Roubini, çöküşün şu ana kadarki düzeyinin 1929 Buhranından bile çok daha kötü olduğunu söylüyor. Bu krizin V ya da U biçiminde olup olmadığı sorusuna şu cevabı veriyor: “V değil, U değil, L değil, I değil, dümdüz aşağıya giden bir çizgi.”

Bu kriz kapitalizmin tarihsel tıkanmışlık döneminde gerçekleşen, dolayısıyla son derece tahripkâr ve sarsıcı bir dinamiğe sahiptir. Burjuva iktisatçılar, her zamanki gibi krize sistemin içsel mekanizmalarının değil de dışsal etkilerin yol açtığını iddia ederek koronavirüsü suçlu ilan ediyorlar. Hayır, bu kriz koronavirüsün yol açtığı bir kriz değildir. Elif Çağlı, milenyum dönemeciyle birlikte kapitalizmin tarihsel bir sistem krizine girdiğini, bu tarihsel tıkanmışlığın sistemin bağrındaki çelişkileri alabildiğine keskinleştirdiğini ve sonuçlarının daha yıkıcı hale geldiğini çok zaman önce tespit etmişti.[1] 2008 küresel krizi, aynı zamanda kapitalizmin bu tarihsel tıkanmışlığının çarpıcı bir ifadesiydi. Dünya burjuvazisi 2008’de sistemin sağaltım mekanizmalarına müdahale ederek büyük bir ekonomik çöküşe izin vermedi. Ne var ki sistemin bağrında daha öldürücü çelişkiler birikmeye devam etti. Dünya ekonomisi asla sermaye sınıfının derdine derman olacak bir büyüme kaydetmedi.

Bugünkü durum bizim için sürpriz değildir. Marksist Tutum’da yer alan pek çok değerlendirmemizde, kapitalizmin çıkmazına ve dünya ekonomisinin bağrında biriken çelişkilere dikkat çekmiştik:

“Dünya Bankası dâhil uluslararası burjuva kurumlar, son dönemde sıkça dünya ekonomisindeki büyümenin yavaşladığını söyleyip beklentileri düşürüyorlar. Her daim ifade ettiğimiz gibi, kapitalist ekonomi adeta sürünüyor. Bu tempoda büyüyen bir ekonominin sömürücü efendilerin derdine derman olmadığı açıktır. Burjuva ideologlar ne derse desinler, hangi kavrama başvururlarsa vursunlar, bu tablo kriz tablosudur. Üretici güçleri sıçramalı bir şekilde ilerletme, ekonomiyi canlandırma, pazarları devindirip genişletme potansiyellerini büyük ölçüde tüketen kapitalist sistem, tarihsel olarak tıkanmış ve çıkmaza saplanmıştır. Elif Çağlı’nın dikkat çektiği gibi tarihsel tıkanıklık, kapitalist sistemin işleyişinde ortaya çıkan durgunluk eğilimini besleyip derinleştiriyor.”[2]

“1998-2001 sürecinde daha ziyade Asya ülkeleri, Rusya ve Türkiye gibi ülkelerde şiddetli biçimde hissedilen, tam anlamıyla küresel düzeyde realize olması müdahalelerle engellenen krizden bu yana dünya ekonomisi, Çin’in geçici olan özgün durumunun yarattığı farka rağmen, kelimenin gerçek anlamında sürüngen bir görüntü sergilemektedir. 2008’deki küresel krizle birlikte bu sürüngenlik daha çarpıcı bir görünüm almıştır. Periyodik çevrim anlamında yükselişler yükseliş gibi hissedilmemekte, büyüme oranları düşük seyretmekte, işsizlikte anlamlı azalmalar yaşanmamakta, aksine çalışanlar güvencesiz birkaç işte birden çalışarak iki yakalarını bir araya getirme mücadelesi vermekte, göreli yoksullukta yani toplumsal eşitsizlikte büyük artışlar yaşanmaktadır.”[3]

“Üstelik 2008 krizinden sonra şirketlerin ve devletlerin borç miktarındaki sıçramalı artış, sistemin kırılganlığını arttırıyor. ABD, Çin ya da AB merkez bankaları, ekonomiyi canlandırmak üzere piyasaya muazzam miktarlarda kredi pompalıyorlar ama istedikleri sonucu alamıyorlar. Zira kârlılığın düştüğü koşullarda, üretim alanındaki kâr beklentisini ve heyecanını yitiren sermaye, finans alanına daha fazla yöneliyor ve spekülasyon eğilimi daha fazla güçleniyor. Bu durum patlamaya hazır balonların oluşmasına yol açıyor. Hâlihazırda hane halkı borçları hariç küresel borç 184 trilyon dolara yükselmiş bulunuyor. Bu tablo, Elif Çağlı’nın kredi mekanizmasının aşındığına dönük tespitini bir kez daha doğruluyor. «Fırtına» uyarısı yapan IMF başkanı; ticaret savaşı, Brexit, Çin ekonomisinin küçülmesinin yanına, devasa boyutlara yükselen küresel borçluluğu da ekliyor. Kapitalist sistemin üzerinde bu denli kara bulutun toplandığı şartlarda, Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya kadar tüm dünyayı sarsan savaş ve siyasal gerilimler her an bir yıldırımla fırtınaya dönüşebilir.”[4]

Biriken sorunlar sistemi kırılgan hale getirirken, emperyalist savaş ve onun bir görünümü olan ticaret savaşı, kırılganlığı daha da arttırıyordu. Bu yüzden, dünya ekonomisinin cansız ve sürüngen bir seyir izleyen büyüme çizgisinden hareketle şöyle demiştik: “Bu son derece zayıf büyümenin zemini kırılgandır ve emperyalist rekabetin yarattığı gerilim her an bir çöküşe yol açabilir. Hem daralan pazarını genişletmek hem de Çin’in yükselişinin önünü kesmek üzere ABD’nin başlattığı ticaret savaşı, dünya ekonomisinin zaten cılız olan büyümesine şimdiden darbe indirmeye başlamıştır. (…) Dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumunda olan Çin’in büyümesinin yavaşlaması, uluslararası kapitalist pazarı doğrudan ve derinden etkiliyor. Kriz içindeki dünya ekonomisi, dünyanın atölyesi durumundaki Çin ekonomisinin de yavaşlamasını doğururken, bu da dönüp dünya ekonomisini daha da büyük sıkıntılarla karşı karşıya bırakıyor. Çin’e özellikle hammadde ve ara malı ihracatı yapan ülkelerin ekonomileri de küçülüyor, dünya ticareti zincirleme olarak geriliyor.” (Utku Kızılok,   age)

Bugünkü kriz patlamadan haftalar önce, Davos Zirvesi kapsamında yaptığımız bir başka değerlendirmede, burjuvazinin korku ve kaygısına dikkat çekmiştik: “Tüm tartışmalara damgasını basan şeyin ise kapitalizmin geleceği açısından genel bir karamsarlık olduğunu söylemek mümkündür. Nasıl olmasınlar ki? Alabildiğine düşen büyüme oranları durgunlukla kriz arasında gidip geliyor, on trilyonlarca dolar ve avro basılıp finans tekellerinin kasalarına aktarılmasına rağmen arzu edilen düzeyde bir canlanma bir türlü sağlanamıyor. Bilhassa neoliberal saldırılarla sömürü zaten alabildiğine artmış durumda olduğundan sömürü oranlarını daha da yukarı çekebilecek cephanelikleri de giderek tükenmektedir; düşen kâr oranları ve ekonominin güçlü bir canlanma yaşayacağı beklentisinin olmayışı nedeniyle yeni teknolojiler de kitlesel bir şekilde uygulamaya sokulamamakta ve tüm bunların sonucu olarak arzu ettikleri «verimlilik artışı»nı bir türlü sağlayamamaktadırlar.”[5] Sonunda beklenen gerçekleşmiş ve dünya kapitalizminin bağrında biriken çelişkiler bir kez daha ama daha öldürücü şekilde patlamıştır.

Burjuvazi şimdi suçu koronavirüse yıkarak kapitalizmi aklamaya çalışıyor. Toplumsal sorunların kapitalizmin doğasından kaynaklandığı düşüncesinin akıllara gelmemesi için bir savaş yürütüyor. Bir taraftan da başta ABD olmak üzere merkez bankaları, çöküşü engellemek amacıyla faizleri sıfıra çekip piyasaya trilyonlarca dolar akıtıyorlar. Burjuva devletler, çöküşün hızını düşürmek için şu ana kadar 7 trilyon dolar para sürdüler piyasaya. 2008 krizinde tekellerin kasasına 13 trilyon dolar akıtan devletler, bu krizde daha bonkör hareket edeceklerini açıklamışlardır. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, daha önce hiç olmamış bir durumla karşı karşıya kaldıklarını, bütçe kurallarını esnettiklerini, hükümetlerin ihtiyaç duydukları kadar piyasaya para pompalayabileceklerini açıkladı. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde piyasaya sürülen para miktarının artması yüksek ihtimaldir. Tekellerin dalgalar halinde iflasının önlenmesi, bazılarının kamulaştırılarak kurtarılması, işsizliğe ve açlığa itilen kitlelere yardım yapılarak toplumsal patlamaların önüne geçilmesi noktasında burjuva devletlerin müdahaleleri kaçınılmaz gibi görünmektedir. Ancak 2020’nin başında dünyadaki toplam borç miktarı (hane halkı borçları dâhil) 257 trilyonu aşmıştır ve bu da dünya gayri safi hâsılasının yüzde 322’sine denk gelmektedir. Burjuva devletlerin piyasaya sürdüğü muazzam miktardaki para borç dağlarını daha fazla yükseltirken, yüksek enflasyonun da kapılarını açabilir.

Sistemin tarihsel tıkanmışlığı her alanda yıkıcı bir şekilde kendini dışa vurmaktadır. Emperyalist sistemin hegemonya krizi giderek büyümekte, derinleşmektedir. Bugün sistem derin ve yıkıcı bir krizle sarsılırken, emperyalist hegemonya kavgası da kıran kırana devam ediyor. Koronavirüs salgını, daha ilk günden beri emperyalist kapışmanın bir aracına dönüştürülmüştür. Kapitalizmin tarihsel tıkanmışlığının yansımalarını Amerikan egemen sınıfı içindeki tartışma ve bölünmede de görebiliriz. 2008 küresel krizinde emperyalist sistemin hegemon gücü olan ABD, “hepimiz aynı gemideyiz” mesajı veriyor ve dünya burjuvazisine liderlik ediyordu. O dönem G20 zirvesi üzerine Beyaz Saray’da bir basın açıklaması yapan ABD sözcüleri, açıkladıkları bildiride şöyle demişlerdi: “Bu problem bir gecede doğmadı ve bir gecede de çözülmeyecek. Bu krizin üstesinden tek başına gelebilecek bir ulus yoktur, ama işbirliği ve kararlılığın devamıyla serbest ve açık piyasa koşullarını sürdürürken, finans sektörünün reformu taahhütlerine sadık kaldığımız sürece kriz alt edilebilecektir.” Fakat bugün için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. ABD ve Çin örneğinde gördüğümüz üzere, emperyalist ve kapitalist güçler karşılıklı olarak birbirlerini yıpratmaya çalışmaktalar. Bu kriz, bir ekonomik birlik olan ve zaten kapitalizmin tıkanmışlığının getirdiği ağır sorunlar altında çatırdayan AB’nin akıbetinin ne denli belirsiz olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir.

Bir zamanlar zinde kurumlara, siyasal kadrolara ve dünyaya geniş ölçekte müdahale etme olanaklarına sahip olan, ekonomik ve siyasal krizlerde yol gösteren ABD emperyalizmi, hâlâ dünyanın en büyük gücüdür, sistemin tepesindedir ama eski konumundan uzaktır. Fakat bunun anlamı, son günlerde dile getirildiği gibi Çin’in hegemon güç konumuna yükselerek ABD’nin yerini alması değildir. Kapitalist ekonominin uluslararası bütünleşmesinin üst düzeylere çıktığı bir dönemde, dünya ekonomisinin yüzde 20’sini üreten ABD’nin küçülmesi, kaçınılmaz olarak Çin’i ve aslında diğer ülkeleri de vurur. Elif Çağlı’nın dikkat çektiği gibi, kapitalizmin potansiyellerini büyük ölçüde tüketerek tarihsel bir tıkanma yaşaması, emperyalist güçlerden birinin kolayına en üste tırmanıp sistemin hegemonya krizini çözmesinin önüne engel olarak dikiliyor. Gerçek olan şudur: Kapitalizmin 2020 krizi, emperyalist sistemin hegemonya krizini alabildiğine ağırlaştırmaktadır.

Koronavirüs salgını nasıl kapitalist krizin üzerini örten bir şala dönüştürülmüşse, aynı şekilde emperyalist güçlerin güç gösterisinin de bir aracına dönüştürülmüştür. AB dağılma manzaraları çizip zavallı bir görünüm arz ederken, Çin ve Rusya İtalya’nın yardımına koşarak uluslararası alanda güç gösterisi yapıyor, prestij kazanmaya çalışıyor. Krize karşı mücadelede ABD küresel liderliğe soyunamazken, Fransa ve Almanya İtalya’yı yalnız bırakırken, Çin emperyalizmi, bu krizi kendi lehine çevirme arayışındadır. Çinli egemenler AB’nin kaosa teslim olduğunu, ABD’nin sadece kendini düşündüğünü, oysa krizden çıkmak için uluslararası ölçekte güçlü bir dayanışma inşa etmek gerektiğini söylüyorlar. Çin devleti, Amerika ve Avrupa tekellerinin Çin’deki şirketlerine ait hisse senetlerinin yüzde 30’nu ele geçirmiştir. Yıllardır Batı’daki teknoloji şirketlerini satın alarak, buradaki teknolojiyi transfer etmeye çalışan Çinli egemenler, kuşkusuz bu şirketlerin hisse senetlerini emperyalist kapışmada kullanmaktan geri durmayacaklardır.

Kimi burjuva ideologlara, sol akademisyenlere, kimi sosyalist çevrelere göre bu kriz, küreselleşmenin sonu anlamına geliyor. Uluslararası pazarın parçalanacağını, ulus-devletlerin gümrük duvarlarını çekip içe kapanacağını, hatta AB’nin parçalanmakla kalmayıp kent devletlerinin ortaya çıkacağını söyleyen bile var. Kuşku yok ki hem ulus-devlet hem de organik dünya pazarı kapitalizmin ürünüdür ve bu ikisi çelişkili bir bütündür. Sermayenin hareket tarzı dünya ekonomisinin uluslararası bütünleşmesini ve iç kaynaşmasını üst düzeylere çıkartırken, aynı zamanda kapitalist krizin etkisini de küreselleştirerek alabildiğine yıkıcı boyutlara taşımıştır. Tüm ülkelerin bir küresel üretim bandının parçası haline geldiği bir dünyada, kapitalizmin geldiği düzeyden geri düşmesi düşünülemez. Bunun olabileceğini ileri süren burjuva ideologlar ya da kimi solcu yazarlar, dünya pazarının parçalanmasına ve bunun yaratacağı ekonomik ve toplumsal yıkıma, sistemin ürettiği tüm kahredici sorunlara rağmen insanlık; kapitalizmi, sömürü düzenini alt edip sınıfsız bir toplumun yolunu açamayacak da, her şeye rağmen kapitalizm ayakta kalacak, kapitalist ilişkiler bir biçimde sürecekmiş gibi akıl yürütüyorlar. Bunların vermek istediği mesaj şudur: Kapitalizmden başka köy yok!

Elbette burjuvazi, bir taraftan toplumları/emekçileri sürekli olarak baskı altında tutarken, aynı bugün olduğu gibi korku ve panik ayinlerini devreye sokarken, öte taraftan da sömürü düzenini kurtarmak için bazı uygulamaları “sistem değişikliği” olarak pazarlamaktan geri durmayabilir. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar kapitalizmin yarattığı keskin çelişkileri ortadan kaldıramazlar. Tarihsel tıkanmışlığının ağır sonuçlarını yaşayan bir sisteme gençlik aşısı yapamazlar. Evet, kapitalist devlet, daha öncekilerle karşılaştırılamayacak ölçüde güçlüdür; gelişmiş şiddet aygıtının yanı sıra yüksek teknoloji ürünü gözetim aygıtlarını da kullanmaktadır. Burjuvazi içinde en gerici kesimler, totaliter rejimler altında distopik manzaranın hâkim olduğu bir kapitalizm hayal edip, koronavirüs salgını vb. üzerinden bunu meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Böyle bir toplum kapitalist çürümenin geldiği noktayı ve modern barbarlığın alabileceği biçimi gösterir. Unutmamak lazım ki, kapitalizm yalnızca sınıflı toplumların en gelişmiş olanı değildir, aynı zamanda sınıf savaşımını daha önceki sınıflı toplumlarda görülmedik şekilde keskinleştirip uluslararası düzeye yükseltmiştir. Tüm belâ, kötülük ve yıkıcılığına rağmen kapitalizmin ayakta kalacağını pompalayan burjuva ideologlar; sınıfları, sınıf savaşımlarını, sosyalist bir dünyanın mümkün olduğunu inkâr etmekte, bütün kesimleriyle işçi sınıfını ve gençliği sosyalizm mücadelesinden uzak tutmaya çalışmaktadırlar.

Kapitalizm güçlü değil, güçsüzdür. Yaşlanmış, ölüme yaklaşmış ama bunu kabul etmeyen, çılgına dönmüş ve çocukların taze kanıyla beslenerek ömrünü uzatmaya çalışan bir yaşlı bunak düşünelim. İşte kapitalizmin durumu da böyledir. Yeni bir toplumun nesnel temellerini döşeyen ama bugünkü manzarayı yaratan, milyarları aç, susuz, ellerini yıkayacakları olanaklardan bile mahrum bırakan bir sistem nasıl güçlü olabilir? Onun güçlü görünmesinin nedeni, işçi sınıfının örgütsüz, dünya komünist hareketinin zayıf ve birlikten yoksun olmasıdır. Maalesef sosyalist saflar da, burjuva ideolojik virüsünün saldırısına yeterince karşı koyamamaktadır. Tabiri caizse bu virüs, önce sol ve liberal aydınları konak olarak kullanıyor, orada kimi değişimler geçirerek sosyalist safları da etkiliyor.

Salgın üzerinden yaratılan korku, şimdilik emekçi kesim üzerinde bir pasifikasyona yol açmış olsa da, bunun ilelebet sürdürülemeyeceği gün gibi açıktır. Toplumun sınıflara bölündüğü, sınıfsal eşitsizliklerin akıl almaz sınırlara ulaştığı, milyarlarca insanın açlık ve yoksulluğa itildiği bir dünyada burjuva zirvelerin planlarının aynen hayata geçeceğini düşünmek, sınıf savaşımını inkâr etmektir. Kapitalizm ekonomik, siyasal, toplumsal, çevresel sorunları getirip aynı noktada düğümlemiştir. Başta sağlık sistemindeki çöküş olmak üzere, kapitalizmin yarattığı felâketler emekçilerin sistemi sorgulamasının önünü açıyor. Kapitalizmin yol açtığı felâketler, insanlığın kaderinin ortak olduğu, işçi sınıfının mücadelesi olmadan, kapitalist düzen yıkılmadan insanlığın kurtuluşunun mümkün olamayacağı düşüncesinin zeminini güçlendiriyor. Unutmayalım, ileri kapitalist ülkelerde 2008 krizinden bu yana, bu temelde bir sorgulama, özellikle gençlik arasında güç kazanıyordu. Son 20 yıldır süren ve son iki yıldır giderek alevlenen isyan dalgası da kapitalizmden hoşnutsuzluğun bir dışa vurumuydu. Şu anda karşı karşıya kalınan ekonomik yıkımın kapitalizmden hoşnutsuzluğu ivmelendirmesi kaçınılmazdır. Şimdilik işçi sınıfı kitleleri korkutulup evlerine kapanmaya zorlanıyor ama önümüzdeki günlerde korkunun aç karınları doyurmadığı görülecek ve kapitalizme olan öfke dünyanın dört bir tarafında kendini açığa vuracak. Zaten burjuvazinin de korktuğu ve önüne geçmeye çalıştığı şey budur. 

3 Nisan 2020


[1] Elif Çağlı, Kapitalizm Çıkmazda, marksist.com

[2] Utku Kızılok, G20 Zirvesi: Şov Bitti, Sorunlar Baki, www.gelecekbizim.net

[3]  Levent Toprak, Kapitalist Sistemin Sancısı, marksist.com

[4] Utku Kızılok, Burjuva Zirvelerde Fırtına Korkusu, www.gelecekbizim.net

[5] Oktay Baran, Davos: Burjuvazinin Zirvesi Kaygılı, marksist.com

İlgili yazılar