Rejimin Baskı Dalgası ve Sezen Aksu
Gülhan Dildar, 1 Şubat 2022

Rejimin tetikçisi pozisyonundaki Yeni Şafak gazetesi, geçtiğimiz günlerde Sezen Aksu’yu 2017 yılındaki “Şahane Bir Şey Yaşamak” isimli şarkısından dolayı hedef tahtasına oturttu. “Binmişiz bir alamete/ Gidiyoruz kıyamete/ Selam söyleyin o cahil Havva ile Âdem’e” sözlerinden dolayı şarkının dini değerlere hakaret ettiğini ileri süren Yeni Şafak’ın haberiyle birlikte düğmeye basıldı ve ardından trol ordusu devreye girerek “haddini bil” okları yağdırmaya başladı Aksu’ya. Lümpen faşist çeteler de sahnede yerlerini almakta gecikmediler. İlk olarak Soylu’ya yakınlığıyla bilinen Milli Beka Hareketi sosyal medyadan “kapındayız” mesajı yayınladı, ardından da Aksu’nun evinin yakınlarında sözde basın açıklaması yaptılar. “Dini değerlere hakaret ve tahrik veya aşağılama” iddiasıyla suç duyuruları, tehditler, hatta “suçtan elde edilen gelir olduğu” gerekçesiyle Aksu’nun bu şarkıdan elde ettiği kazanca el konulması talepleri peşi sıra geldi. Beş yıl önce yapılan bir şarkıyı bugün gündeme getirerek kopartılan kin ve nefret fırtınasının amacı belliydi; siyasal süreci olağanüstü tarzda şekillendirmek, toplumu sindirip korkutmak, ağır yoksullaşmanın doğurduğu hoşnutsuzluğu baskılamak! Nitekim tetikçi medya ve faşist ayaktakımının başlattığı linç seferberliği çok kısa süre içerisinde devlet operasyonuna dönüştürüldü.

Bahçeli “Serçeysen serçeliğini bil, sakın kuzgunluğa heves etme” derken, Erdoğanrejimin en tepesinden tehdit sürecine katılarak “dil koparma”dansöz etti ve Aksu’yla birlikte toplumun tüm muhalif kesimlerine gözdağı verdi. Üstelik Erdoğan bu konuşmayı Cuma namazı sonrasında Çamlıca Camiinde yaptı. Bir taraftan dini hassasiyetlerden bahsedip camilerin huzur ve sükûnetin temsil edildiği kutsal mekânlar olduğu propaganda edilirken, diğer taraftan bu mekânları kitlelerin dini inançlarını istismar ederek rejimin çıkarları doğrultusunda propaganda aracı olarak tepe tepe kullanmak tam bir ikiyüzlülüktür.

Dil koparma tehdidinin ardından Sezen Aksu’nun geri adım atmaması, yazdığı şiirle “dilimi ezemezsin” diyerek Erdoğan’a cevap vermesi güçlü bir direnç noktası oluşturdu. Nitekim rejime muhalif ilahiyatçılardan aydın ve sanatçılara pek çok kesimden Aksu’ya destek geldi. Aksu’nun kaleme aldığı şiir-yanıt bir gecede 50’den fazla dile çevrildi. Rejimin baskı dalgası karşısında oluşturulan direnç ve tepki karşısında Erdoğan,“Benim oradaki hitabımın muhatabı Sezen Aksu değildir”diyerek geri adım atmak zorunda kaldı.

Gündem saptırma mı?

Toplumun geniş kesimleri tarafından sevilip sayılan, haksızlıklara en temel insani reflekslerle karşı duran bir sanatçı olan Sezen Aksu’nun rejim güçleri tarafından hedef alınmasına muhalefet partileri güçlü bir karşı duruş sergileyemedi. Aksu üzerinden tüm muhaliflere ve iktidardan farklı düşünen tüm kesimlere devletin en tepesinden yüksek tonda gelen tehditlere rağmen, ana muhalefet partisi CHP, olup bitenleri basit bir gündem değişikliği girişimi ve provokasyon olarak niteledi. “İktidarın oyununa gelmeyecekleri” tutumunu sürdürdü. Kılıçdaroğlu, gazeteci Sedef Kabaş’ın gece yarısı evinden gözaltına alınmasından sonra ancak sessizliğini bozdu ve sosyal medyadan Aksu’yu da kapsayan bir mesaj paylaştı: “On binlerce trolüne her türlü küfrü ettirir, sonra deyim paylaştı diye gazeteciye gece yarısı baskını yaptırır. Camide sanatçının dilini kopartacağını söyler. Kendisi uzun zamandır yok hükmünde olduğu için, gündem yaratma peşinde. Buralara kadar düştü zavallı. Milletimiz ve ülkemiz bu provokasyonları da atlatıp, huzura, barışmaya yürümeyi bilecektir.” Benzer pasif tutum, yakın zamanda Erdoğan’ın 15 Temmuz’u hatırlatarak kitleleri sokağa çıkmaları durumunda geldikleri yere kadar süpürmekle tehdit ettiğinde de sergilenmişti. Rejimin baskı ve zorbalıklarına karşı güçlü kitlesel mitingler, protesto gösterileri meşru bir mücadele yöntemiyken, Kılıçdaroğlu sokağa çıkmayacaklarını, sandığı bekleyerek rejimi değiştireceklerini belirtmiş, rejime karşı mücadeleyi bir kez daha sandığa indirgemişti.

Kitlelerin geldikleri yere kadar süpürüleceği tehdidi, Sezen Aksu, Sedef Kabaş, İmamoğlu üzerinden girişilen saldırılar, gösterilerde uygulanan zorbalıklar rejimin baskı dalgasının genişleyerek sürdüğünü ortaya koyuyor. Kürt halkına ve onların siyasi temsilcileri olan HDP milletvekillerine yapılan hakaret ve zulüm ise aralıksız sürüyor. Dolayısıyla ne tüm yaşananlar basit bir gündem yaratma ve provokasyon olarak değerlendirilebilir, ne de rejimin lideri Erdoğan yok hükmünde ve birilerinin dediği gibi rejim “ha yıkıldı ha yıkılacak” noktasındadır. Bu değerlendirmeler kitleleri pasif konuma itmekte, rejime karşı mücadele seçime indirgenmektedir.

Rejimin Aksu’yu hedef alması, tüm toplumu ve muhalefeti sindirme, korkutma, pasifize etme politikasının bir parçasıdır. Aykırı seslere, farklı düşüncelere tahammülü bulunmuyor rejim güçlerinin. Keza Sedef Kabaş olayı da benzer bir anlam taşımaktadır. “Şarkı sözüne de karışırız, TV programlarında nelerin konuşulup konuşulmayacağına da…” denerek tüm topluma ve muhalefete gözdağı verilmiş oluyor. Keza kar yağışının yoğun olduğu günlerde İmamoğlu’nun bir restoranda İngiliz Büyükelçisi ile görüşmesi de olağanüstü siyasetin malzemesi haline getirildi. MOBESE kayıtlarından alınan İmamoğlu’nun restorana giriş çıkış görüntüleri kısa sürede medyaya servis edildi. Sözde MOBESE kayıtları “suçu önlemek ve kişilerin güvenliği amacıyla Emniyet Genel Müdürlüğünün kontrolünde sınırlı kişilerin erişimine” açıktır. Bu olayın kendisi de basit bir mesele değil, bir gözdağı mesajıdır. Rejim güçleri, “devletin tüm aygıtları kontrolümüzde, ayağınızı denk alın, her an ensenizdeyiz” mesajını vermektedir.

“Ekonomik krizin çöküşe doğru ilerlemesinin engellenememesi ve dış politikada manevra alanının tükenmesi nedeniyle faşist rejimin ciddi bir sıkışma içinde olduğu nicedir görülüyor. Giderek artan bu sıkışmayı aşamayan rejim büyük bir çıkmazla karşı karşıyadır.”[1] Böylesine büyük bir çıkmazla karşı karşıya olan rejim, esas gündemi yoksulluk, hayat pahalılığı, işsizlik olan emekçilerin bilincini türlü yalanlarla bulandırmaya çalışıyor. Beka savaşı veren rejim, elinde bulundurduğu tüm medya aygıtlarını devreye sokarak bir yalan makinesi gibi çalıştırmakta, tüm devlet mekanizmasını kullanarak siyasal süreci olağanüstü tarzda şekillendirmektedir. Pek çok kez vurguladığımız gibi rejimin niteliğinin doğru kavranması, izlenmesi gereken hattın doğru tespiti açısından son derece önemlidir. Faşizm olağanüstü bir rejimdir ve rejim olağanüstü politikalar yürüterek toplumu baskı altında tutar. Dolayısıyla rejimin girdiği yolda frene basması onun doğasına aykırıdır. Rejim ömrünü uzatmak için kutuplaştırmaya, ötekileştirmeye, düşmanlaştırmaya, kin ve nefret dilini kullanarak kendi tabanını konsolide etmeye çalışıyor. Elbette ki bu yöntemler düne göre istedikleri etkiyi yaratmıyor. Lakin bu rejimin ilk seçimlerde olağan yöntemlerle tereyağından kıl çeker gibi yıkılacağı anlamına gelmiyor. Elif Çağlı’nın dediği gibi, “Son tahlilde sınıf mücadelesinin şaşmaz bir kuralı olarak denebilir ki, «zor»a dayanarak iktidarını sürdüren, çeşitli iç ve dış faktörlerin etkisinin büyüttüğü mücadeleyle «zor» ile gider![2]

Rejimin niteliğinin tespiti kadar düzen partilerinin muhalifliğinin sınırlarını bilmek, boş beklentilere kapılmamak ve işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarlarına odaklanmak son derece önemlidir. “Biliyoruz ki Asyatik devlet geleneği kodlarına işlenen burjuva düzen güçleri, emekçi halk kitlelerinin bağımsız inisiyatif gösterme olasılığına karşı her kapıyı baştan kapatmaya programlanmışlardır. CHP’nin kendi cumhurbaşkanı adayının kazandığı oylara bile sahip çıkmamasından tutalım, rejimin asma yaprağı olan parlamentoyu terk ederek onu gayrimeşru ilan etmemesine kadar her adımda bu zihniyet kendisini apaçık ortaya koymuştur.”[3] Kazakistan’da emekçiler oligarşiye, yoksulluğa, sefalet koşullarına, baskıya başkaldırarak 2022’ye isyanla girerken, CHP ve İYİP, rejim güçleriyle (AKP-MHP) birlikte Kazakistan’daki baskıcı rejimin yanında olduklarını ifade eden bir bildirinin altına imza attılar. Emekçi halk kitlelerinin isyanıyla düzenin tehlikeye gireceği korkusu genlerine işlemiş olan bu partilerin aldığı ibretlik tutum, düzen partilerinin neden seçim haricinde hak arama mücadelesini dışladığının en çarpıcı örneklerinden biridir.

Aksu’ya tepkinin arkasındaki devletçilik, şovenizm ve Kürt düşmanlığı…

Muhalif geçinen ulusalcı, devletçi, Kemalist kesimler, rejimin Sezen Aksu’ya saldırması karşısında “oh olsun, kendi etti kendi buldu”gibi bir tutum sergilediler. Bu ibretlik tutum bu kesimlerin genlerine işlemiş Kürt düşmanlığını, milliyetçi, devletçi tepkilerini bir kez daha göstermiş oldu. Bunlara göre, 2010 referandumunda Aksu’nun da içinde bulunduğu kimi aydın ve sanatçıların “yetmez ama evet” demesi, bugünkü rejimin kurulmasının önünü açtı. Dolayısıyla rejim tarafından uygulanan baskıya, zorbalığa karşı şikâyet etme hakları da yoktu! Oysa ulusalcı Kemalist kesimlerin Aksu’ya “oh olsun” demesinin temel nedeni, onun Kürt sorununun çözümü konusunda demokratik bir tutum almasıdır. “Çözüm süreci” başladığında başbakanlığı arayarak “Tek isteğim bu ülkede kardeşçe, birlik beraberlik içinde yaşamak ve gepegenç çocukların artık ölmemesi” mesajını ileten Aksu, sürece katkı sunabileceğini de ifade etmişti. Daha sonra Erdoğan’ın kendisini arayıp teşekkür ettiği konuşmada Aksu, “Annem ve babam, bu sürecin karşısında duranları iki cihanda lekeli kabul ediyorlar, ben de öyle görüyorum” demişti. Sonraki yıllarda bu sözleri sanki 2010 referandumu için söylenmiş gibi çarpıtıldı.

Bugünün Sözcü gazetesi yazarı ulusalcı Kemalist Yılmaz Özdil, daha önce dönemin Hürriyet gazetesinin önde gelen yazarlarından biri olarak Aksu’yu hedef gösteren bir yazı kaleme almıştı. Aksu’nun Berkin Elvan’ın ölümünün ardından iktidarı eleştiren paylaşımı üzerine 2014’te Özdil, yazısında tekrar referandumu gündeme getirir. Aksu’nun daha önce “çözüm süreci” için söylediği sözlerini referandum için söylemiş gibi çarpıtır: “Fethullah Gülen cemaati, Tayyip Erdoğan açısından «muhterem hocaefendi»yken… Ne diyordu Sezen Aksu? Yetmez ama evet diyordu. Başka ne diyordu? Tayyip Erdoğan’a bizzat telefon edip, AKP gibi düşünmeyen insanlara «iki cihanda lekeli» diyordu… E hadi bakalım, cümleten… Ağla, ağla Firuze, ağlaaaa Anlaat bir zaman neee dayanılmaz güzellikte olduğunuuu.”

Ne yazık ki bugün benzer tepkiler kendisine sosyalist diyen kişilerden de geliyor. Kendisini komünist diye pazarlayan ancak gerçekte sol Kemalizmin bir adım ötesine geçemeyenler de Aksu’ya saldırıları “kendi etti kendi buldu” şeklinde bir çiğlikle karşıladılar. Yazdığı ve söylediği şarkılarla kazandığı ünü ve kitleler üzerindeki etkiyi “yetmez ama evet korosunda” yer alarak halkın bilincini karıştırmada kullandığı ve şimdi mağdur olmasına yolu açanın aslında kendisi olduğu değerlendirmeleri yapıldı. Aksu’nun 2013 Diyarbakır Newrozunda sahne almasını ve 500 bin kişiyle heyecanını paylaşmasını gündeme getirerek, “bıraksalar heyecandan dağa çıkacaktı” demekten geri durmayanlar, şovenizmin nasıl ruhlarına işlediğini bir kez daha sergilemiş oldular.

7 Haziran 2015 seçimleri Türkiye tarihinde çok önemli bir dönemeç noktasıdır. Bu seçimde o güne kadar ilk kez yenilgi alan Erdoğan, iktidar gücünü ancak olağanüstü bir rejimle elinde tutabileceğini gördü. 15 Temmuz’un ardından ise MHP’nin, statükocu-devletçi güçlerin çeşitli kanatlarının, Vatan Partisi ve mafyayla içli dışlı “derin devlet” güçlerinin içinde yer aldığı yeni iktidar bloku, Erdoğan liderliğinde yeni bir rejim kuruldu. İlerleyen süreçte bu rejim kendi anayasal dayanaklarını da yaratıp kurumsallaşırken, demokratik hak ve özgürlükleri tasfiye etti, Meclis’i baskı ve zorbalığı örten bir asma yaprağına dönüştürdü. Dolayısıyla bugünün temel sorunu, kurulan bu faşist rejimi teşhir etmek ve ona karşı mücadeleyi yükseltmek iken, “yetmez ama evet” konusunu temcit pilavı gibi gündeme getirip linç kampanyaları düzenlemek, rejimin ulusalcı, devletçi, Kürt sorununda şovenist politikalarının değirmenine su taşımak anlamına gelmiyor mu?

Bugün faşist rejimin hedef gösterdiği Sezen Aksu, geçmişte de pek çok kez statükocu kesimlerin gadrine uğramıştı. Türk devleti hiçbir zaman gerçek demokratlara, aydınlara, sanatçılara tahammül edemedi, onları ezmeye çalıştı, “oturun oturduğunuz yerde” mesajı verdi. Aksu’ya çeşitli dönemlerde gösterilen tepkiler Türkiye egemenlerinin korkaklığının, tahammülsüzlüğünün boyutlarını daha net göstermektedir. Mesela Eurovision Şarkı Yarışması elemeleri bunun trajikomik örneklerinden biridir.

Aksu, 1984 Eurovision Şarkı Yarışması elemelerine sözleri Aysel Gürel ve bestesi Onno Tunç’a ait “1945” isimli şarkı ile katılır. Ama seçilemez, yerine “yerli ve milli değerleri” yansıtan “Halay” isimli şarkı seçilir. Hiroşima’ya atılan atom bombasının sebep olduğu acıları anlatan “1945” isimli şarkı, 12 Eylül faşist darbesinin üzerinden henüz dört yıl geçtiği Türkiye’ye fazla “insancıl ve solcu” gelir. Şarkıda geçen aşağıdaki mısraların ise sadece Hiroşimalı çocukları değil, çoğu 1945 doğumlu ve o sırada zindanlarda, sürgünlerde olan 68’li gençleri de anlattığı söylenir.

Onlar biraz terk edilmiş biraz küskün çocuktular
Sanki biraz incitilmiş
Sanki yetersiz sevilmiş
Sanki utandılar kavgadan ve sustular
Öp incilenen gözyaşları kurusun inançlarında
Sene bin dokuz yüz kırk beş onlar da hep insandılar

Aksu, sonraki yıllarda başta Kürtler olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinin acılarını gündeme taşıyacak şarkıları seslendirerek şimşekleri yine üzerine çekecekti. Henüz faşist darbenin lideri Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığına devam ettiği 1989 yılında Son Bakış isimli şarkıyı seslendirdi. Şarkı, 12 Eylül faşist rejiminin yaşını büyütüp idam ettirdiği Erdal Eren için yapılmıştı: Aman aman yandım aman / Kurşun gibi izler /Son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda…

Kürt halkına yönelik zulmün sınır tanımadığı, faili meçhul cinayetlerin arttığı yıllardı 90’lar. Aksu, bu kez sürgündeki kapatılmış Kürdistan Sosyalist Partisi lideri Kemal Burkay’ın şiirinden bestelenmiş Gülümse’yi 1991 yılında söyledi. Şarkıların, şiirlerin yasaklandığı, “teröre yardım yataklık, bölücülük” suçlamasının sıradanlaştığı ve ağır baskıların sürdüğü yıllarda bu karamsar iklimin değişmesi umuduyla seslendirmişti: Belki şehre bir film gelir / Bir güzel orman olur yazılarda / İklim değişir Akdeniz olur / Gülümse…

1993’te yazıp bestelediği Masum Değiliz şarkısıyla artarak devam eden faili meçhul cinayetler ve Sivas Katliamı karşısında büyük insanlığın sessiz kalarak tüm bu suçlara, günahlara ortak olduğunu anlatıyordu. Eller günahkâr / Diller günahkâr / Bir çağ yangını bu / Bütün dünya günahkâr / Masum değiliz hiçbirimiz…

Faili meçhul cinayetlerde katledilen, gözaltında kaybedilen evlatlarının, eşlerinin, yakınlarının hiç değilse kemiklerine ulaşmaya çalışan analar 27 Mayıs 1995’ten beri mücadelelerini sürdürüyorlar. Galatasaray Lisesinin önünde buluşan Cumartesi Annelerinin isyan çığlığını Sezen Aksu şarkı sözlerine taşıyarak, milyonlara ulaştırmaya çalıştı. 1995 gibi bir dönemde Ben de Cumartesi Annesiyim diyerek Aktüel’e verdiği röportaj kapak oldu. Dönemin en çok izlenen ATV ana haber bültenine konuk oldu ve anaların çığlığını herkesin kendi bulunduğu alanda duyurmasını istedi. “Ben bir sanatçı olarak söylediğim şarkıyla bu çığlığı duyurmaya çalışıyorum, politikacı olsaydım o alanda yapardım. Bu kendi alanımdaki bireysel protestom.Bu bir hümanist anne çığlığı…” Lakin bu hümanist çığlığa bile tahammül yoktu!

İzmirli Sezen, TC’nin her daim korkulu rüyası olmuş Kürt sorunundaki kırmızıçizgileri daha fazla aşıyordu artık. HADEP’in düzenlediği 2002 Diyarbakır Newroz mitinginde sahneye çıkıp 500 bin Kürt emekçisine şarkılarıyla seslendi. Egeli Sezen Aksu’nun Kürtleri desteklemesi, onlar için şarkılar yapması, yüz binlerce Kürt emekçisiyle buluşmuş, duygularını, sesini ortaklaştırmış olması ulusalcı Kemalist cepheyi çileden çıkartmıştı. Diyarbakır Newrozunda sahneye çıkma cesaretinden dolayı Aksu, ulusalcı Kemalistler ve milliyetçi çevreler tarafından eski sevgililerinin Ermeni ve Yahudi olduğu da hatırlatılarak bölücülükle suçlandı. Ancak hemen sonrasında bu kez bu kesimleri daha da öfkelendirecek bir çalışma yaptı. Feriköy Surp Vartanants Ermeni Kilisesi Korosu, Los Paşaros Sefaradis Musevi Müzik Topluluğu, Oniro Rum Müzik Grubu, Enderun Klasik Türk Müziği Topluluğu ve Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Çocuk Korosunu yanına alıp Türkiye Şarkıları konserleri yaptı. Ermenice, Ladino, Kürtçe şarkıların söylendiği Efes’te düzenlenen ilk konser 30 Ağustos’a denk gelmiş ve dönemin Ege Ordu Komutanı Hurşit Tolon’u çok kızdırmıştı. Daha sonra Ergenekon davası yargılamalarında önde gelenlerden biri olacak olan Tolon, o gün öfkesini şöyle dile getiriyordu: “Böyle bir konser için bugünü mü buldular? Türkiye mozaiği adı altında anlamsız bir konser verilmesini şüpheyle karşılıyorum. Garip karşılıyorum.

Aksu’nun kendisinin de ifade ettiği üzere sivil hareketlerin dışında kalan, siyasal bir kimliğe bürünmeden bir sanatçıdan minimum düzeyde beklenmesi gereken duyarlılıklar dahi TC burjuvazisinin ve sivil-asker bürokrasinin bölünme fobisini depreştirmeye yetmiştir. Bu toprakların kadim halklarının dillerinde şarkılar söylenmesine bile tahammül gösterilmemiştir. Statükocu devletçi kesimlerin ve Türk burjuvazisinin bam tellerinden biri olan Ermeni sorununda gerçeklere ışık tutan aydınların Türklüğe hakaretten yargılandığı bir dönemde 2005’te Türkiye’de Ermeni Konferansı yasaklanırken Aksu “Bahane” albümünü çıkardı. Bu albümde yer alan ve Murathan Mungan’ın şiirinden bestelenen “Eskidendi” şarkısı için Kars’a gidip Ani Harabelerinde Uğur Yücel’le klip çekti. 2007’de Hrant Dink’in katledilişinin ardından, Hrant’ın evine eşi ve çocuklarının yanına gitti, acılarına ortak oldu. Devletin denetimindeki faşist güçler tarafından katledilen Hrant için “Güvercinin Ölümü” başlıklı ağıtı yazıp acı feryadı yükseltti.

Ermeniler, Kürtler, Rumlar, Yahudiler bu topraklarda ne kadar haksızlığa uğramış halk varsa hepsinin sesi olmaya çalışmış; türbanın yasak olduğu yıllarda başörtüsü eylemi yapan kadınların da, cinsel yönelimleri nedeniyle baskı altında olan LGBTİ bireylerin de yanında yer almış; güç ve iktidar zehirlenmesi yaşayan rejim güçlerinin katlettiği küçücük çocuklar, kadınlar, aydınlar için ağıt yakmış, yüreğinde o acıları hissetmiş bir sanatçı Sezen Aksu. Haksızlıklara kendi alanından karşı duruyor. Özetle Aksu’ya duyulan kinin arkasında, yukarıda sıraladığımız örneklerde görüldüğü üzere başta Kürt sorunu olmak üzere Türkiye’de yaşanan sorunlar karşısında aldığı insancıl/demokratik tutum var. Aksu’nun duyarlı bir sanatçı olarak bulunduğu pozisyonda rejim güçlerinin linç girişimi karşısında boyun eğmemesi ve yazmaya, söylemeye devam edeceğini kararlı ve direngen bir biçimde ifade etmesi önemlidir.


[1] Utku Kızılok, Rejimin Çıkmazı Büyürken, marksist.com

[2] Elif Çağlı, Faşizmin Panzehiri Devrimci Dirençtir, marksist.com

[3] Rejimin Krizi ve Mücadele Dinamikleri, marksist.com

İlgili yazılar