Emperyalist Savaş Rüzgarları
Akın Erensoy, 1 Ekim 2002

“Emperyalizm fırtınalı, sıçramalı, felâket ve çatışmalarla yüklü karakterde bir dönemdir.” (Lenin)

Dünya ekonomisinin içine girdiği kriz aşırı üretim, daralan pazarlar ve kâr oranlarının düşmesiyle karakterize oluyor. Sermaye kendini yeniden ve yeniden üretmek zorundadır. Ama aşırı üretimle karakterize olan kapitalizm, pazarların sınırlarına çarpıp anaforlar yaratarak kırılmakta ve kriz sermayenin sınırsızca gelişimine ağır darbeler indirmektedir. Sermayenin durmaksızın genişleme ihtiyacıyla pazarların sınırlılığı ve böylece sermayenin tüm potansiyelleriyle realize olamaması arasındaki çelişki, üretimin yüksek düzeylerde toplumsallaşması ile üretim araçlarının mülkiyetin özel mülkiyet olarak tekellerde yoğunlaşmasının oluşturduğu çelişki kapitalist sistemin giderek büyüyen krizlerini derinleştirmeye devam ediyor. Bugün de derinleşen bir kriz vardır, emperyalistler arası çatışmalar ve hegemonya mücadelesi keskinleşmektedir.

Pazarlar üzerinde yürütülen emperyalist hegemonya mücadelesi kendini istikrarsızlık olarak açığa vuruyor. Emperyalistlerin istikrarsızlaştırma ve nüfuz alanlarını kendi çıkarları doğrultusunda yeniden düzenleme politikası, çeşitli yerel çatışmalarda ifadesini buldu. Bazı örnekler: Ortadoğu’da İsrail-Filistin, Irak; Kafkasya’da Rusya-Çeçenistan, Gürcistan-Abhazya, Azerbaycan-Ermenistan; Uzak Doğuda Çin-Uygur; Asya’da Afganistan, Keşmir, Pakistan-Hindistan; Latin Amerika’da Kolombiya, Peru; Afrika’da Ruanda-Kongo, Eritre; Balkanlarda Sırbistan-Bosna-Hersek, Hırvatistan-Sırbistan, Sırbistan-Kosova, Makedonya-Kosova vb. Bu çatışmalarda 5 milyondan fazla insan öldü ve milyonlarca insan sakat kaldı ya da topraklarından sürüldü.

Fakat tüm bu çatışmalar nüfuz alanlarının kimin egemenliği altına gireceğini netleştirmeye yetmedi. Emperyalistler bu bölgelere sızarak zeminlerini sağlamlaştırmaya çalışırken, yeniden bir paylaşım savaşının önünü açan süreci de başlattılar. Bu süreç ABD’nin Afganistan’a müdahalesi ve Irak’a açmak istediği savaşla hızlanmış, istikrarsız bölgelerin yeniden düzenlenmesi kaçınılmaz olmuştur.

Dünya kamuoyu aylardır ABD’nin Irak’a müdahalesi ile meşgul ediliyor ve savaş tamtamları çalınıyor. Emperyalist piramidin tepesindeki konumu sarsılan ABD, eski konumunu yitirmemek ve tıkanan ekonomisinin önünü açmak için sağa sola saldırıyor. ABD’nin saldırgan tutumu, nüfuz alanlarının paylaşımı için çatışan emperyalist devletleri durdukları çizgiyi netleştirmeye zorluyor. Bir kez daha diplomasi burjuva demokrasisinin siyasi araçlar bölümüne kaldırılıyor ve onun yerini silahların zoru alıyor.

11 Eylül saldırısı sonrasında “terörizme karşı mücadele” bahanesiyle ve kendisine görünmez düşmanlar(!) icat ederek yeni bir savaş dönemi başlatan ABD emperyalizmi, giderek görünen düşmanlara yöneliyor. Emperyalistlerin ekonomik çıkarlarının gizlenmesi ve emekçi sınıfların paylaşım savaşına alet edilmesi için geliştirilen “küreselleşme ve barış”, “sonsuz kapitalizm” masallarının yanına şimdi de “demokratik hür dünyanın korunması” masalı ekleniyor. Anti-demokratik yasaların yürürlüğe girdiği, ekonominin askerileştirildiği militarist bir sürecin önü açılıyor. Emperyalistler arasında geçmişte var olan geçici denge çatırdayarak parçalanıyor, çelişkiler ve çatışmalar açıkça sergileniyor.

Başta tarihin ve sınıflar mücadelesinin “sonunu getiren” kitabın yazarı Fukuyama olmak üzere, çeşitli stratejist, yazar ve akademisyenler, “Amerika’nın ve Avrupa’nın dünyayı algılayışları arasında derin bir uçurum olduğundan” söz edip eski “tarihsel ittifakın” tuzla buz olmasına ağlaşıyorlar. Umarız tanrı emperyalist ayin korosunun yakarışlarını duyar!

Emperyalist güçlerin hegemonya kurmak istediği alanların başlıca stratejik noktasını Irak ve Ortadoğu oluşturuyor. Ortadoğu ve Irak’ta eski hegemonik dengenin değişmesi, dünya genelinde emperyalist hiyerarşik dizilimi etkileyecektir. Ancak bu sanıldığı kadar kolay değildir. Dünya ekonomisinin durağanlığı, Amerikan ekonomisinin krizi, bölge üzerindeki hâkimiyetinin sarsılması, 1990’dan günümüze kadarki değişikler ve daha birçok etmen ABD’yi savaş alanına çekiyor. Bu etmenlerden başlıcası, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte ortaya çıkmış görünen tek kutuplu dünyanın artık olmayışı ve ABD’nin yerinin sallantılı olmasıdır.

Amerika güçsüzleştikçe saldırganlaşıyor

ABD’nin yüksek askeri gücü ve silah yığınağıyla, dünya pazarındaki üstünlüğünün sarsılması bir çelişki oluşturuyor. ABD, bu makasın daha da açılmasını durdurmak, ekonomik düzlemde gerileyen konumunu askeri süper güç politikasıyla düzeltmek için çaba sarf ediyor. Tek başına kaldığı halde, rakip emperyalistlere meydan okuma cesaretini de silahlı süper güç oluşundan alıyor.

Öncelikle şu tespiti yapalım. Dünya ekonomisi 1945 sonrasında yakaladığı büyüme trendini yitirmiştir. 1970 sonrası 30 yıllık döneme bakıldığında genel olarak bir daralma ve aşağıya iniş eğilimi görülür. 1990’larda bilişim gibi yeni teknolojilerde kaydedilen gelişmeler ve bu sektördeki büyüme de 2. Dünya Savaşı sonrasının dinamiğini yakalamaya yetmemiştir. 1945 sonrası ile 2002 arasında yapılacak bir karşılaştırma, emperyalist sistemin hegemon gücü ABD’nin ekonomik gerileyişini ortaya koyacaktır. Buna karşın sermayenin yoğunlaşması ve tekelleşmesi süreci devam etmiş ve çokuluslu tekellerin dünya pazarı üzerindeki egemenliği devasa boyutlara varmıştır.

Durgunluğa giren Amerikan ekonomisi peşpeşe iflâslarla sarsılmaktadır. Nitekim ABD dışişleri bakan yardımcısı Morton Abromowitz gerçekliği şöyle açıklıyor. “Bush, … uluslararası finans piyasalarında sorunların salgına dönüşmesi, ABD ekonomisindeki durgunluk ve yavaşlamanın tekrarlanması, büyük şirket skandalları ve borsanın düşmesi gibi tehlikelerle karşı karşıya.” Böylelikle Amerikan rüyası da sona yaklaşıyor. Dünya üretimindeki payının gerilemesi, azalan kâr oranları ve sermayenin kendini yeniden bir üst seviyede üretmesi zorunluluğu, ABD’yi yeni pazarlar bulmaya itiyor. ABD’nin tıkanan genişletilmiş yeniden üretim sürecinin önünü açması, yeni yatırım alanları oluşturması gerekiyor. Özetle, bu koşullarda tıkanan ekonominin önünün açılması “süngünün” müdahalesini dayatmaktadır. ABD şimdi vargücüyle yeni savaşlara hazırlanıyor ve kârların realize edilebileceği silah sanayiine hız veriyor. Nitekim 11 Eylül sonrası en çok değer kazanan hisse senetleri silah sanayiidir. Lenin’in “savaş korkunç kârlar demektir” sözü durumu olduğu gibi özetliyor.

İçinde bulunulan tarihsel ortamda, ABD’nin nüfuz alanlarına sızan ve kendine yer açmaya çalışan AB’nin, en başta da Almanya’nın girişimleri emperyalist güçler arasındaki rekabeti kızıştırmaktadır. Euronun doları dengelemesi, doların uluslararası dolaşımda tek hâkim para birimi olmasına son vermiş ve AB’nin hâkim olmaya çalıştığı ekonomik nüfuz alanlarında çelişkiler şiddetlenmiştir.

ABD sıkıştığı tüm cephelerde kırılmaları, geriye düşüşleri durdurmak ve eski hegemonyasının devamı için süreci geri döndürmeye çalışıyor. Bu amaçla, saldırgan, gerici ve savaş yanlısı silah tekelleriyle iç içe geçmiş bir yönetimi iş başına getirmiştir. 11 Eylül saldırısı bu yönetimin politikalarına nesnel zemin hazırlamış ve gerici emperyalist güruh harekete geçmiştir. Bush yönetiminin, daha çok enerji, silah otomotiv, uzay, havacılık şirketlerinden gelen ve Pentagon’la, muhafazakâr ve ırkçı kesimlerle yakın ilişkiler içinde olan bir yapıya sahip olduğunu görüyoruz.

ABD emperyalist hiyerarşide geriye düştükçe biraz daha saldırganlaşıyor. Amerikan devleti sermayenin çıkarları doğrultusunda iç ve dış pazarlarda sermayenin tıkanıklığına müdahale ediyor, çözüm arıyor. Ekonominin militarizasyonu, sermayenin tıkanıklığına kaldıraç olacak yönde düzenlenirken, savaş düzeni alan ABD yönetimi sivil hayatı da militarize edecek politikalar geliştiriyor. ABD yönetimi, 1 milyon kişinin CIA ajanı olması yönünde programlar geliştiriyor; toplumu tamamen güvensizleştirip ve atomize edip kendine bağlamak istiyor. Yoğunlaşmış ekonomi olan politika başka araçlarla devam ediyor ve savaş tamtamları çalınıyor.

Hegemonya alanlarında kırılmalar ve yer değiştirmeler

Ortadoğu, Asya ile Avrupa, Asya ile Afrika, Akdeniz ile Hint Okyanusunun bağlantı alanıdır. Kuzey Afrika’dan başlayarak Ortadoğu’yu da yatay düzlemde içine alan, Kafkasya’dan Orta Asya’ya uzanan, Uzakdoğu ve Pasifik’le bütünleşen bölgeyi emperyalistler Güneybatı Asya tanımıyla kavramlaştırıyorlar. Güneybatı Asya kendi içinde jeostratejik ve jeopolitik alanlara parçalanmış durumda. Bu noktalar üzerinde her hegomonik güç kendi denetimini kurmaya çalışıyor. Güneybatı Asya’da öne çıkan devletler Japonya, Çin, Rusya, Türkiye ve İsrail’dir. SSCB’nin dağılmasıyla birbirine bağlanan ve bütünleşerek kapitalizme açılan bu uçsuz bucaksız topraklara sızarak nüfuz alanları oluşturmak, pazarları kontrol altına almak yönünde yürütülen hegemonya mücadelesi sonuçlanmış değildir. Ancak emperyalist-kapitalizmin girdiği süreç pazarlar üzerindeki egemenliğin netleşmesini dayatıyor.

Doğu Avrupa’da ve Balkanlarda gerileyen ABD Güneybatı Asya’ya; Kuzey Afrika’da gerileyen Fransa Körfeze (Irak); Asya Pasifik’te geri kalan Almanya Türkiye, İran ve Suriye’ye; Körfez Savaşıyla darbe alan Japonya (petrol ihtiyacının yüzde 70’ini Ortadoğu’dan karşılıyor) ise Asya Pasifik’e; Doğu Avrupa’da zayıflayan Rusya Kafkasya ve Orta Asya’ya yönelmiştir.

Fakat bu bölgelerde henüz kesinleşmiş bir paylaşımdan söz etmek doğru olmayacaktır. Nüfuz alanlarındaki mücadeleye koşut gelişen hegemonik dengelerde kırılmalar, geriye düşmeler ve yer değiştirmeler yaşanmaktadır. 1990’dan sonra kısmen oluşturulan dengeler bozulmuş, 11 Eylül saldırısı kırılma ve yer değiştirmeleri hızlandırmıştır. Temel sorun bu dengelerin bozulmuş olmasıdır. ABD, ikinci Irak savaşını dengelerin tekrardan kendi lehine döneceği bir kaldıraç olarak kullanmak istiyor. Bu bağlamda ABD’nin Afganistan çıkartması, emperyalist hiyerarşideki hegemonik konumunu korumaya yönelik bir stratejidir. Irak’a yönelik saldırı planı da bu strateji içinde ikinci adımı oluşturuyor. Çünkü “söz konusu olan Irak’tan çok daha büyük bir şey: Uluslararası sistemin ve bunun içinde en güçlü ülke durumundaki ABD’nin rolünün nasıl bir karakteri olduğu”durBu sözler, şahinlerin yanında yer alan eski ulusal güvenlik danışmanı Brezinski’ye aittir. Bu sözler önümüzdeki sürecin nelere gebe olduğunu ve savaşın nasıl bir karakterde olacağının özetidir.

AB ve ABD arasında, bugün için siyasal bir gerilim ve diplomatik düzeyde bir çatışma yaşanıyor. AB içindeki Almanya ve Fransa; İran, Irak, Suriye ve Libya üzerinden Ortadoğu’ya nüfuz etmeye çalışıyorlar. Irak petrollerini TOTAL-ELF işletiyor. İran petrollerini Almanya kontrol ediyor. Bu ülkelerin iç pazarına hâkim olan yine bu ülkelerdir. ABD bu ülkeleri şer mihverine kaydederken, 17 Haziranda Lüksemburg’da toplanan AB dışişleri bakanları İran’la tarihi bir işbirliği ve ticaret anlaşması kararını onayladılar. Daha önceleri gizliden yürüyen anlaşmaların, artık açıktan ve AB kararları olarak yürütülmesi oldukça anlamlıdır. Çükü bu kararlar, eski tarzda ABD’nin arkasından gidilmeyeceğine dair verilmiş bir mesajdır. İran AB ile ilişkilerini Kafkasya’ya taşıyor, Almanya ve Rusya arasında bağlantılar kuruyor.

Avrupa parlamentosu 28 Şubatta onayladığı Kafkasya raporunda ABD’nin bölgeye müdahalesinden rahatsızlığını ifade etmiştir. ABD’yle birlikte bölgeyi kıskaca almaya çalışan Türkiye’nin Kafkasya’yı tedrici olarak silahlandırması, gerek Rusya gerekse AB tarafından tepkiyle karşılanmaktadır. Türkiye’nin Gürcistan’da havaalanı inşa ederek askeri üs kurması, ABD’nin Pankisi vadisinde asker bulundurması çatışmalara zemin hazırlıyor. Rusya, Abhazları Gürcülere karşı destekleyerek ABD ve Türkiye’yi Gürcistan’dan atmaya çalışıyor. ABD’nin, Rusya’nın tarihsel arka bahçesi olarak gördüğü alanlarına göz dikmesi, Rusya’yı Irak operasyonunda ABD’nin karşısında konuşlandırıyor. Rusya, Irak’la 40 milyar dolarlık bir anlaşma yapacağını açıklamış ve ABD’yi uluslararası kararlara uymamakla suçlamıştır. Rusya Dışişleri Bakanı, “Irak’a askeri müdahale sorunları içinden çıkılmaz hale getirmekle kalmaz, Ortadoğu’yu da karıştırır diyerek tüm bölgeyi içine alan bir savaş olasılığını vurguluyor. Rus petrol şirketleri uzun yıllardır Irak petrol yataklarında söz sahibidir. Yeni anlaşmayla bu ileri noktalara taşınacaktır. Ayrıca Rusya yıllardır Irak’a silah satmaktadır ve bu anlaşmayla silah satışı devam edecektir. Rusya 40 milyar dolarlık bir anlaşma yaparken ABD’nin müdahalesi yalnızca Irak’a değil, Rusya’ya ve aynı ölçüde AB’ye açılmış bir “savaştır.” Rusya İran’a nükleer başlıklar satarak çıkarlarının ne yönde olduğunu göstermişti.

Güneybatı Asya, dünya kapitalizmine entegrasyon sürecinde ucuz işgücü, petrol ve doğal gaz yatakları, kapitalist ürünleri tüketecek milyonlarca insanı barındıran pazarıyla emperyalistlerin iştahını kabartıyor. Ortadoğu ise Güneybatı Asya’ya ön gelen, giriş yolu üzerinde jeopolitik karakterde bir kaldıraç noktasıdır. Kuzey Afrika, Akdeniz ve Kafkasya’yı birbirine bağlayan yol üzerinde bulunan Ortadoğu’ya egemen olacak herhangi bir emperyalist güç, amaçlarına rahatlıkla ulaşacaktır.

Ortadoğu uzun yıllardır çelişki ve çatışmaların yoğun olduğu, sınır çizgilerinin çabucak değişebileceği, toplumsal patlamalarla yüklü karmaşık bir coğrafyadır. Emperyalistlerin Güneybatı Asyadaki hegemonya savaşının neticesini büyük ölçüde Ortadoğu’daki kapışmanın sonucu belirleyecektir. ABD’nin şer mihverine dahil ettiği bütün devletlerin neredeyse tamamı Güneybatı Asya çizgisindedir. Neden? Bugün emperyalist it dalaşının başlıca etmeninin petrol olduğu söyleniyor. Oysa bu fazlaca abartılıdır. Emperyalistlerin amacı sadece petrol rezervlerini kontrol altına almak değil, ekonomiyi ölümcül yatağından çıkartacak yeni pazarların da açılmasıdır. İçine kapalı, tüketim açısından oldukça geri olan Ortadoğu’nun, küreselleşme denen emperyalist kapitalist ilişkilere derinlemesine açılması mutlak surette zorunludur. Fakat bölgenin karmaşık siyasi yapısı, sermayenin bu bölgede yoğunlaşmasına engel teşkil ediyor.

ABD ve diğer emperyalist güçler Ortadoğu politikalarında, bölgeyi yeniden düzenlemeyi ve kapitalizme entegrasyonunu hedefliyorlar. Afrika, Arap toplumları, Kafkasya ve Orta Asya kapitalizme derinlemesine bağlanma sürecinde oldukça yüklü siyasi değişikliklerle karşı karşıyadır. Örneğin eski Asyatik-despotik geleneklerin toplumsal yaşamda hâlâ devam etmesi ve siyasi yapılanmayı belirlemesi, emperyalist burjuvazi için artık tasfiye edilmesi gereken bir durumdur. Arap devletlerinin başında bulunan petrol zengini Arap şeyhleri ve Saddam gibi despot liderlerin tasfiyesi bu bağlamda gündeme gelmektedir. Bir zamanlar bizzat emperyalist güçler tarafından desteklenen ve ayakta tutulan bu rejimler, şimdi yine onlar tarafından tasfiye edilmeye çalışılıyor. Nitekim Suudi krallığının ve diğerlerinin Irak sorununda ABD ile çelişkiye düşmelerinin altında yatan başlıca etmen de budur.

Dünya kapitalizminin ve emperyalist tekellerin acil ihtiyaçları uluslararası siyasete şekil veriyor. ABD ve AB’nin sürece müdahalesi farklı düzeylerde kendini dışa vuruyor. ABD emperyalist sistemin efendisi konumunu yitirmenin tehdidini ensesinde hissederek sürece savaşla müdahale etmeye çalışırken, AB pazarlara derinlemesine nüfuz ederek siyasi üst yapıyı da belirleyecek olan ekonomik hegemonyasını örgütlemeye çalışıyor. Bu bağlamda Brezinski’nin söyledikleri yeniden anlam kazanıyor. “Söz konusu olan Irak’tan çok öte bir şey…

1991 Körfez Savaşı ve aradan geçen 11 yılın bilançosu

ABD, Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte Batı Avrupalı “müttefiklerinin” Ortadoğu’da artık rakip unsurlara dönüştüğünü gördüğünde, bölgeyi bu güçlerden yalıtma gerekliliğini hissetmeye başlamıştı. Birinci Körfez Savaşı, ABD’nin Avrupa’nın potansiyel gelişmesine karşı bir meydan okuma ve öne alınmış bir tahakküm kurma mücadelesiydi. 1993’te Pentagon “stratejik engelleme inisiyatifi” diye bilinen bir rapor yayınlandı: “ABD, yeni dünya düzeninde kazanmış olduğu tek süper güç konumunu sürdürmeli ve garanti altına almalı. Bunun için de dünyanın herhangi bir yerinde kendisine rakip olabilecek diğer bir süper gücün ortaya çıkmasına izin vermemelidir… Bu amaçla, birincisi, uygulayacağı politikalar ile potansiyel rakiplerini bölgesel ve küresel olarak dünyada daha önemli bir rol oynama hevesinden vazgeçirmeli, ikincisi de, herhangi bir devletin ya da devletler grubunun [siz AB veya Çin, Rusya diye okuyun] karşı koyamayacağı bir yetenekte bir askeri gücü muhafaza etmelidir.

Ancak, ABD’nin öngörüsü yeni rakip güçlerin ortaya çıkması anlamında doğrulanırken, bu rakip unsurların bastırılarak tahakküm altına alınması amacı gerçekleşememiştir. Körfez Savaşıyla öne aldığı, “rakiplerini geriletme” stratejisi de işe yaramamıştır. Almanya ve Fransa, AB aracılığıyla Doğu Avrupa ve Balkanları içine çekmiştir. Her iki ülke de, Latin Amerika’da nüfuz alanları oluşturmaya başlamış; Ortadoğu’da Libya, Irak, Suriye ve İran’ı kendine yakınlaştırmış; Afrika’ya el atmış; Kafkasya’ya İran üzerinden sızmaya çalışırken bir taraftan da petrol yataklarının kontrolü için anlaşmalar imzalamıştır. Bu arada, Asya Pasifik’e burunlarını sokmaktan da geri durmamışlardır. Öte yandan Rusya, Kafkasya ve Orta Asya’da kontrolü eline almış ve yeniden hegemonik bir güç olarak şekillenmiştir. Çin eşsiz büyük pazarıyla süper bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Japonya, o dönemde dünya üretimindeki payının artışına koşut olarak ekonomik üstünlüğü ele geçirmeye çalışırken, silah teknolojisinin bazı dallarında üstünlük kazanmış ve askeri olarak yeniden örgütlenmeye başlamıştır.

Görünen odur ki ABD’nin emperyalist piramidin tepesindeki konumu sallanırken, diğer emperyalist güçler daha yukarılara doğru tırmanmaya çalışmaktadır. ABD bu süreci geri döndürmek için tüm saldırganlığıyla yükleniyor. Hegemonyasını kurarak siyasi üstünlüğünü tesis edeceği stratejik hat Irak’tır ve en önemlisidir. 11 Eylül saldırısını bir bahane olarak kullanarak savaşa hazırlanan ABD, Irak’ı önceleyen ve bölgeyi istikrarsızlaştırıp yeniden kendi egemenliği altına almayı amaçlayan bir plan çerçevesinde, İsrail’in Filistin’i işgal etmesini onamış ve desteklemiştir. Ancak bu süreç asıl olarak Irak üzerinde yoğunlaşmıştır.

ABD, tahakkümünü diğer emperyalistlere kabul ettirmek için uzun bir savaş tasarlarken, her bölgede kendi askeri gücünü devreye sokarak nüfuz alanlarının denetimini sağlamak istiyor. ABD’nin Büyük Okyanustaki kuvvetlerinin komutanı Denis Blair, tasarılarını açıklarken şunları söylüyor: “Asya’dakiler de dâhil olmak üzere diğer ülkelere eşgüdümlü ve açık bir eylem uygulayacağız.” Bu sözlerin anlamı ABD’nin savaşı göze aldığı ve emperyalist rakiplerine karşı açık tavır alacağı, planlarından geri dönmeyeceğidir. Böylelikle Körfez Savaşının ikinci perdesi açılmaktadır. ABD’nin uzun vadeli, kapsamlı ve nüfuz alanlarında kesin sonuç alıncaya kadar uzatacağı sürekli bir savaş hali başlamıştır. Kuşkusuz hegemonya yarışında kırılmalar ve geriye düşmeler devam ederken, ikinci Körfez Savaşı 11 yıl öncesinde olduğu gibi sonuçlanmayacaktır.

11 yıl öncesinden farklı olarak, bugün iki kutuplu dünyadan yeni çıkılmış bir konjonktür yok. Şimdi, yeni pazarlar üzerinde emperyalistler arası çelişki ve çatışmalardan doğan, bölgesel savaşlarla yüklü, her emperyalist gücün daha fazla nüfuz sahibi olmak istediği bir konjonktür söz konusudur. Aradan geçen 11 yıl içinde emperyalistler arası çelişki ve çatışmalar yoğunlaşarak devam etti. Bu çatışmalar, ekonomik, askeri ve siyasi örgütlenmeler bağlamında yeni arayışlarla karakterize oldu. Bugün çelişkilerin daha açıktan sergilenmesinin nedeni de bu tip yeni oluşumların varlığıdır. Emperyalist hegemonya yarışı yoğunlaşarak bir üst seviyede cereyan ederken, sonuçları da aynı ölçüde yoğunlaşarak yansıyacaktır: Savaş, emekçilerin birbirine boğazlatılması, kentlerin tahrip olması, ekonominin çökmesi, ekolojik dengenin tamamen bozulması ve insanlık için büyük bir yıkımBu bağlamda 11 yıllık süreç içindeki değişiklikler oldukça önemlidir ve 1991’deki konjonktür artık geride kalmıştır. Şimdi süreci etkileyen etmenler çok çeşitli ve karmaşıktır. ABD’nin İkinci Körfez Savaşı, birinci Körfez Savaşının bir benzeri olmayacaktır, olamayacaktır. AB ve diğer etkin güçler Irak’a müdahaleyi doğrudan doğruya kendi egemenlik alanlarına bir saldırı olarak görecektir. Yukarıda hatırlattığımız gibi, Fukuyama’yı “ağlatan” “kutsal ittifak”ın çözülmesinde asıl etmen budur. Ortadoğu’yu tutuşturacak bir Irak savaşı, emperyalistlerin pazarları yeniden paylaşımına bir giriş olacaktır. Bu ise yukarıdaki sonuçları kaçınılmaz kılıyor.

Minarenin kılıfı

ABD, İkinci Körfez Savaşını, Irak’ın kitle imha silahları üretiminin durdurulması (sanki kendisi üretmiyor!) gerekçesine dayandırmaktadır. Saddam’ın ne kadar tehlikeli olduğunu yazan Savunma Politikası Kurulu Başkanı Richard Perle, Irak’a müdahalenin mutlaka yapılacağını söylüyor. “Yaşamsal kaynakların” denetim altında tutulması bahanesiyle geliştirilen “hür dünyanın korunması”, “globalizm”, “terörizme karşı savaş” söylemi emperyalistlerin ideolojik propagandasının ayaklarını oluşturuyor. Perle, 1939’da “demokratik ülkelerin” Hitler’e karşı zamanında müdahale yapmayarak düştükleri hataya, Saddam karşısında düşmemeyi öneriyor, demokrasi havarisi kesiliyor. Konfüçyüs der ki, “güneş batarken gölgeler büyür.” ABD’nin “yaşamsal kaynaklarına” tıkaçlar konurken, akıllarına birdenbire demokrasi geliyor, kitle imha silahlarının üretimine karşı çıkıyorlar! Fakat ABD’nin “yaşamsal kaynaklar”ına rakip olarak ortaya çıkan AB diğer güçler hiç de Perle’nin diplomatik ataklarını yutmuyor. Tam tersine ABD’nin önüne meşruiyet sorununu çıkartıyorlar. Böylelikle ABD’nin tüm bahaneleri boşa çıkarken, “Irak’ın silah üretiminin kontrolünü BM temsilcilerine açmadığı” yönündeki iddiaları da tutarlılığını yitiriyor.

1991 Körfez Savaşında BM Güvenlik Konseyinin onayını alan ABD, bugün AB’nin BM içindeki etkisiyle sıkışmış durumda. ABD’li yöneticiler sık sık BM’yi yani aslında AB’yi eleştiren açıklamalar yapıyorlar. Irak’ın kimyasal silah üretiminin denetimini BM yeniden üstlendi. Irak’ın BM denetçilerine kapılarını açma hamlesinin arkasında Almanya ve Fransa var. Ayrıca AB, ABD’nin saldırgan ve keyfi tutumunu denetim altına almak için, onun karşısına dünya kamuoyunun gözünde meşru olan araçları dikiyor. Bu bağlamda “Uluslararası Ceza Mahkemesi”ni kuran ve destekleyen Avrupa Birliğidir. ABD, UCM’nin kurulmasını veto etti ve mahkemenin kurulmasını engellemeye çalıştı. UCM savaş suçlularını yargılamayı hedeflerken, ABD kendi askerlerinin UCM’de yargılanmasını istemiyor. AB’nin amacı ABD’yi savaş suçlusu durumuna düşürüp meşruiyetini sorgulamaktır. Böylelikle ABD’nin demokrasi havariliği boşa çıkartılmış olacak ve AB kendine daha fazla alan açacak, hesap bu. Brezinski bu konuda şunu söylüyor. “ABD, demokratik bir koalisyonun liderliğini yapmak yerine, tecrit tehlikesiyle yüz yüze. Fakat savaşın açık bir hal almasıyla tüm bu diplomatik ataklar ve demokrasicilik anlamını yitirecektir. Şimdilik, savaşı bu kavramların altına saklama oyunu devam ediyor.

ABD İkinci Körfez Savaşında yalnız kalacağa benziyor. Müttefiklerini netleştirmeye çalışan ABD’nin yanında emperyalist ülke olarak sadece İngiltere konumlanmış gözüküyor. Tarihsel ortak çıkarlara sahip bu iki emperyalist ülkenin işbirliği şöyle özetlenmektedir: “İngiltere planları yapar, ABD müdahalede bulunur.” Ancak ABD’de birçok eski yönetici, müttefikler netleşmeden savaşın başlatılmasına karşı çıkıyorlar. Çünkü aşağıya iniş sürecini geri çevirmeye çalışan ABD, savaşla birlikte şimdiki konumunu da tamamen yitirebilir. Brezinski, içine düştükleri sıkışmışlığı çarpıcı bir şekilde ifade ediyor. “Fakat savaş çok ciddi bir iştir ve dinamik sonuçları – özellikle böyle karışık bir bölgede–- hiçbir zaman ön görülemez.” 

ABD’nin Irak’a müdahalesine başta AB olmak üzere, Rusya, Japonya ve Çin de karşı çıkıyor. ABD’nin diplomatik manevralarının işe yaramayacağı oldukça açık. Her şeye rağmen Irak’a bir müdahale olacaksa, bu, ABD’nin daha geniş coğrafyayı kapsayacak ve uzun sürecek bir savaşı göze aldığının kanıtı olacaktır. Irak’a müdahale militarist sürecin hızlanmasını, emperyalist ekonominin militarizasyonunu, yeni ittifak arayışlarını ve keskin dönüşleri, hızlı kamplaşmaları beraberinde getirecektir. Birinci Dünya Savaşının öncesindeki yerel savaşları ve bu savaşların üzerine oturan dünya savaşını hatırlatan süreç, 11 yıl sonra yeniden işliyormuş gibi gözüküyor. Lenin’in Emperyalizm çalışmasında belirttiği gibi, “ne tür biçimler altında sağlanırsa sağlansın, ister biri diğerine karşı bir emperyalist koalisyon oluştursun veya bütün emperyalist güçleri bünyesinde toplayan genel bir ittifak olsun, bunlar, savaşlar arasındaki bir «ateşkes»ten başka bir şey değildir kesinlikle. Barışçıl ittifaklar savaşların zeminini hazırlar ve zamanı geldiğinde de savaşlar çıkar.” 85 yıl sonra emperyalizmin işleyiş yasaları Lenin’i doğrulamaya devam ediyor.

Türkiye: Emperyal geleneğe doğan fırsatlar

ABD, Irak’a müdahaleyi kararlı bir şekilde düşünürken ve rakip emperyalist devletler bu müdahaleye karşı dururken, Türkiye ABD emperyalizminin yanında tavır aldı. Oysa burjuva basında Irak’a müdahale tartışılırken, Türkiye’nin “kaygıları” olduğu, hatta savaşa karşı olduğu vurgulanıyordu. Aslında 1990’da Sovyetlerin çökmesiyle jeostratejik önemi artan ve petrol rezervlerinin, yeni pazarların gidiş yolu üzerinde bulunan Türkiye’nin emperyalistleşme iştahı kabaran burjuvazisi, 11 Eylülden sonra pazarların yeniden düzenlenmesine ve emperyalist paylaşıma dâhil olmak istiyor.

Ordu yeni konjonktüre göre yapılandırılmış ve savaş düzenine geçilmiştir. Ordunun savaşta aktif rol alacağını ve AB karşısında ABD’den yana tavır koyacağını Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Büyükanıt 28 Mayısta bir sempozyumda ABD’yi överek dillendirmişti. Ordunun açıklamaları Türkiye’nin “resmi” açıklamaları olması bakımından oldukça önemlidir. Ordunun tavrını netleştirmesinin ardından Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu’nun yaptığı açıklama, Türkiye’nin emperyal politikalarını açığa vuruyor. “Kuzey Irak, Misak-ı Milli hudutlarımızda bize emanettir. O günün istiklal savaşı şartları içinde, egemen güçlerin Türkiye’nin o günkü şartlarını istismar ederek zorla kopardığı bir yerdir. Kuzey Irak öyle veya böyle, şu veya bu kimselerin hevesine kurban edeceğimiz bir bölge değildir. Ulu önder Atatürk’ün Hatay için dediği gibi, Musul ve Kerkük de Türk toprağıdır.

Bu sözler oldukça açıktır ve Türkiye’nin emperyal heveslerinin nasıl pusuya yattığını ifade ediyor. Savaş düzeni alan ordunun en tepesinde bulunan yeni Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, “Irak’ta belli amaca yönelik unsurlarımız var derken, Kara Kuvvetleri Komutanlığına özel olarak getirilen Aytaç Yalman, “yakında Türkiye’nin çıkarlarına birtakım olumlu gelişmeleri duyacaksınız demiştir. Tüm bu açıklamalarla, Türkiye kapitalizminin mevcut sınırlarına sığamadığı ve pazarların paylaşımıyla sınırlarını aşmak istediği ortaya konuluyor.

ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz, Türkiye’nin durumunu orduyu överek somutlamaktadır: Türkiye mükemmel bir orduya, olağanüstü bir hava üssüne ve seçkin bir liderliğe sahip Müslüman bir ülkedir. Bölgede İsrail’den sonra en büyük silahlı güç Türk ordusudur. ABD, Türk ordusunu 1990’dan sonra silahlı bir “süper güç” yapmayı hedefliyordu. Siyonist İsrail’den çok, Ortadoğu’nun Müslüman Türkiye’si emperyalist politikalar için daha çok işe yarayacaktır. Türkiye’nin silahlandırılması, Irak savaşının öngününde geniş kapsamlı bir silah satışıyla hızlanmıştır. ISAF’ın (Uluslararası Barış Gücü) komutasını üstlenen Türkiye, ABD’den 128 milyon dolar yardım alırken, “havadan erken uyarı ve kontrol sistemi” (AWACS) denilen 4 adet uçağın satışı ABD kongresince onaylanmıştır. Bu uçaklar sadece ABD, İngiltere, Almanya gibi ülkelerde bulunuyor. Türkiye bu uçaklar aracılığıyla Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya’yı birleştiren bölgede her tür askeri gelişmeyi önceden görebilecek, uçaklar uydu bağlantılı çalışacak ve uluslararası hava savunma sistemine entegre olduğundan istihbarat ve haberleşme uydularından yararlanabilecektir. Bu gelişmeler “süper silahlı güç” tanımını tamamlıyor. Savunma Bakanının ve generallerin Güney Kürdistan’a ilişkin yaptıkları pervasızca açıklamaların temelinde, ABD’nin bölgeyi yeniden düzenleme planları ile Türkiye’nin çıkarlarının çakışması yatıyor. Bu kendini silahlanma olarak açığa vuruyor.

ABD Irak’a, Türk ordusu ile birlikte müdahale etmek istiyor. Rumsfeld’in adıyla anılan plana göre, Türkiye kuzeyden Irak’a girecek ve arkadan geniş bir cephe açarak ilerleyecektir. Diğer cephelerden ise Ürdün ve Kuveyt’ten hareket eden ABD ve İngiliz birlikleri ilerleyecektir. ABD, müdahale için Eritre’de, Kızıldeniz adalarında özel üsler kurarak buralara asker yığınağı yapmıştır. Akdeniz ve Basra Körfezi’nde savaş gemileri hazır bekletilirken, en önemli üsler Türkiye üsleri olarak öne çıkıyor. Pazarlıkları netleştirmek için Türkiye’ye gelen Wolfowitz, Irak savaşının kilit ülkesini açıkladı: Türkiye! Ve şöyle dedi: “Çünkü bu son derece önemli stratejik kesişme noktasında, son derece güvenilir, kendine güvenen bir müttefikimiz var.

Türkiye, bu “kesişme noktasında” stratejik konumunu pahalıya satmak ve çıkarları için sıkı pazarlık yapmaktadır. Bütün pazarlık, Güney Kürdistan’ın statüsünün ne olacağıdır. Türkiye bir taraftan bir Kürt devletinden korkuyor ve adını duyduğu anda irkiliyor ama diğer taraftan Musul ve Kerkük üzerinde hak iddia ederek, buraları da Misak-ı Milli sınırlarına katıyor. Türkiye, emperyal emelleri çerçevesinde işgal edilmiş bir Musul ve Kerkük’ü daha garantili görüyor. Generallerin ve yöneticilerin her fırsatta “bölünüyoruz” demesi sadece bir politik manevra değil, aynı zamanda eklektik sınırların oluşturduğu güvensizlik duygusunu ve korkuyu da ifade ediyor. Türkiye’nin uzun yıllardır Kuzey Irak’ta askeri bulunuyor. Savaşla birlikte bu askerler Kuzey Irak’taki Türkmen bölgesiyle bütünleşerek Musul ve Kerkük’ü işgal edebilecektir.

Türkiye, Birinci Körfez Savaşından farklı bir noktada duruyor. 1991’de PKK ile “düşük yoğunluklu” bir savaş yürüten ordu, Musul ve Kerkük’e girmeye cesaret edememişti. Fakat 11 yıl içinde Türk ordusu küçük de olsa bir savaş deneyimi kazanmış ve 11 Eylül’le birlikte çok daha büyük bir avantaj yakalamıştır. Türkiye, bir Kürt devletini önlemek ve petrol yataklarına nihayet 80 yıl sonra bölgeyi işgal ederek ulaşmak isterken, ABD, “silahlı süper güç” olarak Türkiye’nin bölgeyi denetimde tutmasını istiyor. ABD, Türkiye’yi kendi planına ikna etmek için Kıbrıs’ta Türk tezini desteklerken, Irak’ın yapılandırılmasında söz sahibi olmasını ve petrolün Türkiye’ye akışını garanti ediyor. Örneğin savaş sonrasında Türkiye’ye 50 milyar dolarlık bir pazarın açılacağından söz ediliyor.

Pentagon’un adamı olan Wiliam Safire ABD’nin niyetlerini şöyle açıklamaktadır: “Federatif bir Irak’ta özgürce yaşayan ve Türkiye’de kültürleri saygı gören Kürt halkı, bölgesel süper güce karşı bir savaş başlatır mı hiç? Ne var ki gelinen süreçte pazarlıklar henüz netleşmemiştir. KDP ile Türkiye’nin atışması ve ardından Türk Dışişleri Bakanının “biz konuşmayız, gereğini yaparız” şeklindeki tehdit açıklaması, pazarlıkların çok derin ve kapsamlı yapıldığını ve kimi zaman diplomatik manevralarla açığa vurulduğunu gösteriyor. Emperyal bir gelenekten gelip, “Arnavutluk’tan Çin seddine” hayalleriyle yaşayan Türkiye egemen sınıfı, niyetlerini gerçeğe dönüştürecek bir konjonktür yakalamıştır. Türkiye’nin Irak’a savaşı bu kapsamda ele alınmalıdır. 

İkinci Körfez Savaşı tartışılırken, gerek burjuva yazar ve akademisyenler gerekse sosyalistler, Türkiye’nin Irak’a müdahalesini ABD’nin dayattığını söylüyorlar. Buna sebep olarak da ABD’ye ekonomik ve askeri bağımlılık gösteriliyor. Irak’a Türkiye’nin müdahalesini onayanların da karşı duranların da aynı etmenleri ifade etmesi oldukça ilginçtir. Burada bizi asıl ilgilendiren solun tutumudur. Stalinizmin köreltici milliyetçi anlayışıyla dünyayı algılayanlar ulusal sınırların ötesine geçememekte ve “ulusal bağımsızlık elden gidiyor” feryatlarına dönüşmektedir. Emperyalizm tahlili, bu anlayışların elinde bir kez daha ABD emperyalizmiyle sınırlandırılıp kapitalist dünya sistemi bir tarafa bırakılmaktadır. Türkiye’nin savaşa giriş gerekçesi olarak gösterilen ABD’ye bağımlılığı, faktörlerden yalnızca biridir, asıl etmen değildir. ABD, Irak’a hangi kaygı ve istekle savaş açmak istiyorsa, Türkiye de aynı kaygı ve istekle bu savaşa girmek istiyor: “Yaşamsal kaynaklara” ulaşmak adı altında yeni pazarların ve petrol rezervlerinin kontrolü, bölgede hegemonik güç unsuru olmak!

Yanlış değerlendirmeler, emperyalizmi ve emperyalist sistemdeki hiyerarşik düzeni yanlış tahlil etmekten kaynaklanmaktadır. Bütün kötülüklerin kaynağı olarak tasvir edilen emperyalizm, kapitalizmden farklı, onun dışında, ondan kopuk olarak düşünülebilir mi? Hayır! Çünkü emperyalizm kendileri emperyalistleşememiş kapitalist ülkeler için dışsal bir olgu olmayıp, bizzat bu ülkelerin kapitalist işleyiş mekanizmalarında içselleşmiştir. Demek ki çağımızda kapitalizm emperyalizm olmadan düşünülemez. Emperyalizmi dışsal bir olgu olarak görüp ulusal kapitalizme yamanan milliyetçi bir politika, işçi sınıfının politikası olamaz. Emperyalizm bir dünya sistemidir; bu sistem içinde yer alanların hepsi, hiyerarşinin en üstündeki emperyalist devletler de, en altında yer tutan kapitalist devletler de, sistemin doğasına uygun olarak yeni pazarlara yönelmek, nüfuz alanları oluşturmak isterler. Kapitalizm eşitsiz ve bileşik gelişir. Bu gelişim yasasıyla bağıntılı olarak, elbette ki emperyalist hiyerarşide yer değiştirmeler ve pazarların bu yer değiştirmelere uygun biçimde yeniden düzenlenişi gündeme gelecektir. Bugün Türkiye’nin emperyal hevesleriyle, pazarların yeniden düzenlenmesi konjonktürü örtüşmektedir.

Bu bağlamda Türkiye, ABD’nin dayatmaları ve ona bağımlılığının dışında, tarihsel olarak da, geldiği bu noktada emperyal bir politika gütmek ihtiyacı duymakta ve yeni nüfuz alanları, yeni pazarlar üzerinde egemen güç olmak istemektedir. Balkanlar’da, Afrika’da, Ortadoğu’da, Asya-Afganistan’da, Kafkasya’da etkin olmak, buralara müdahale etmek isteyen Türkiye’nin amacı başka ne olabilir? Emperyalist kapitalist dünya sistemi içinde tüm devletler birbirine bağımlıdır. Türkiye’nin ABD’ye bağımlılığı kadar, eşit derecede olmasa bile bunun tersi de geçerlidir. ABD, Türkiye’nin bulunduğu coğrafyadaki konumundan yararlanmak isterken, aynı ölçüde Türkiye de ABD’den yararlanmak istiyor. Konjonktür değiştiğinde yeni düzenlemeler çerçevesinde çıkarlar da değişecektir. Bu durumda ABD’nin yerini belki AB alacaktır. Fakat emperyalist dünya sistemi devam ettikçe, diğer devletler gibi Türkiye’nin yayılmacı politikası da değişmeyecektir.

Sonsöz

11 Eylül’ün üzerinden bir yıl geçti. Bundan tam bir sene önce binlerce insan emperyalist kapitalist sistemin yol açtığı çelişki, çatışma ve kaos nedeniyle yaşamlarını yitirdiler. Binlerce insanın cesedinin üzerine basan ABD, Afganistan’da emperyalist çıkarları için bu binlerce ölüye yenilerini kattı. Dünya emperyalist sisteminin kudurganlığı insanlığı tehdit ediyor. 1990’da başlayan yerel savaşlarda milyonlarca insan öldü ve sakat kaldı. İsrail, Filistin halkını yok ediyor, Afganistan’da bombalar patlıyor, Hindistan ile Pakistan nükleer savaştan söz ediyor, ABD İkinci Körfez Savaşına hazırlanıyor. Bir kez daha emperyalist paylaşım savaşıyla karşı karşıyayız. Yeni bir emperyalist paylaşım savaşı, emekçilerin birbirini boğazlatılması, üretici güçlerin tahrip edilmesi, kentlerin yıkılması, ekolojik dengenin altüst edilerek insanlığın ve canlıların yaşama koşullarının ortadan kalkması anlamına geliyor. Dünya işçi sınıfı, insanlığın kurtuluşu için bir kez daha –belki de son kez– mücadeleye girişmek zorunda. Tüm insanlık kültürü ve birikimi, gelecek sınıfsız toplumu hazırlayacak nesnel güçler, emperyalist sistemin mantıksız, çılgın, anarşik yapısına kurban edilemez. Dünya işçi sınıfının ve dünya komünistlerinin omuzuna insanlığın kurtuluşunun ağır yükü binmiştir.

Savaş, emperyalist sistemin anarşik doğasından kaynaklanan ve tekrar edip duran bir olgu olarak kendini gösteriyor. Bu bağlamda küçük-burjuva pasifistlerinin genel olarak “savaşa hayır” demeleri, savaşın insanlığı yok edecek bir gerçeklik oluşunu ortadan kaldırmıyor, engellemiyor. Savaş, emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşmasından kaynaklanıyorsa, onu durdurmanın yolu, emperyalist savaşı burjuva düzene karşı bir savaşa çevirmekten, işçi sınıfının mücadelesini kapitalist sistemin temellerine yöneltmekten geçiyor. Lenin’in de dediği gibi, emperyalistler savaşı hainliklerinden değil, ulaştıkları birikim düzeyinin devamı ve kâr için yapıyorlar. Savaşa karşı Marksist tutum, 1917’de Bolşeviklerin önderliğinde Rus işçi sınıfının aldığı tutumdur. Komünistlerin görevi “savaşa hayır” sloganlarıyla yetinmek değil, emperyalist savaşa karşı sınıf savaşımını yükseltmektir. Kapitalist sistem ortadan kalkmadan savaşlar asla son bulmayacaktır. İnsanlık emperyalist savaşla yok olma tehlikesinden ancak emperyalist kapitalist sistemi yok ederek kurtulabilir. Dünya ölçeğinde yürütülecek bu devrimci savaşımın temel gücü işçi sınıfıdır. Ne var ki, işçi sınıfı enternasyonalist devrimci öncüsünden yoksun olduğunda bu tarihsel görevini yerine getiremez ve emperyalizmin insanlığı bir yok oluşa sürüklediği süreci durduramaz. Emperyalizme karşı işçi sınıfının dünya ölçeğinde vereceği devrimci savaşın başarıya ulaşabilmesinin yolu, enternasyonalist devrimci önderliğin dünya ölçeğinde örgütlenmesinden geçiyor.

Berlin Duvarının Yıkılmasından 11 Eylül’e

İlgili yazılar