İnsanlığı Yalnızca Sosyalizm Kurtarabilir
Utku Kızılok, 10 Kasım 2018

Geçtiğimiz haftalarda New Statesman adlı dergiye röportaj veren Francis Fukuyama’nın açıklamaları oldukça yankı uyandırdı. Kapitalist aşırı üretim krizi, işçilerin yoksullaşması ve yetersiz talep konusunda Marx haklıydı diyor. Geride bıraktığımız yıllar, Fukuyama ve burjuva ideologların iddia ve beklentilerinin tam aksini kanıtlamak anlamında, kapitalist liberalizmin iflasını tescilledi. Daha 1990’dan başlayarak, Ortadoğu’dan Balkanlar’a yeniden emperyalist paylaşıma konu olan bölgelerde emperyalist güçlerin çeşitli biçimlerde dâhil oldukları çatışma ve savaşlar, gelişip genişleyerek üçüncü dünya savaşına dönüştü. Kapitalizmin tarihsel sistem krizi, emperyalist sistemin hegemonya bunalımı ve üçüncü dünya savaşının girift biçimlere bürünerek sahne alması…

Geçtiğimiz haftalarda New Statesman adlı dergiye röportaj veren Francis Fukuyama’nın açıklamaları oldukça yankı uyandırdı. Kapitalist aşırı üretim krizi, işçilerin yoksullaşması ve yetersiz talep konusunda Marx haklıydı diyen Fukuyama, ABD ve İngiltere’de sosyalist solun yükselmesi hakkında ne düşündüğü sorulduğunda ise şöyle yanıt veriyor: “Her şey sosyalizmden ne kast ettiğinize bağlı.” Fukuyama, konuşmasını şöyle sürdürüyor: “Eğer kastınız gelir ve servet eşitsizliğinde ortaya çıkan büyük dengesizliği gidermeye çalışacak yeniden dağıtım programıysa, evet, sadece geri gelebileceğini değil, gelmesi gerektiğini düşünüyorum!”[1] ABD ve Avrupa’da gelir dağılımındaki akıl almaz eşitsizliği bir ölçüde yumuşatacak “sosyal devlet” uygulamaları sosyalizm olarak adlandırılıyor ve Fukuyama gibi burjuva ideologların da yapmak istediği bu çeşit burjuva reform programlarını sosyalizm diye yutturmaktır.

Peki, ne oldu da Fukuyama, gelir ve servet eşitsizliğindeki dağılımı giderecek bir programın gerekli olduğu düşüncesine vardı. Fukuyama’ya göre, Reagan ve Thatcher’ın politikalarında en keskin ifadesini bulan serbest piyasanın her şeye kadir olduğu düşüncesi (yani neo-liberalizm), birçok bakımdan tam bir felâkete yol açmış durumda. Fukuyama, sendikaların zayıflatılarak işçi sınıfının pazarlık gücünün kırıldığını, buna karşılık her yerde, tüm zenginliği ve politik gücü elinde toplayarak yükselen oligarşik sınıfın emekçi kitlelere dönük politikalarında aşırıya kaçtığını söylüyor. Böylece Fukuyama’nın asıl derdinin kapitalist düzenin selameti olduğu da açığa çıkmış oluyor. Kapitalizmin bugünkü umumi manzarası, onun ve birçok burjuva ideologunun neden telaşlandıklarını gözler önüne seriyor.

Kuşkusuz Fukuyama’nın bu açıklamalarının ilgi görmesi sebepsiz değil. Zira o, dünya burjuvazisinin en meşhur ideologlarından biridir. Sovyetler Birliği’nin çökmesinden hemen sonra, 1992’de yayınladığı Tarihin Sonu ve Son İnsan adlı kitabında o meşhur “tarihin sonu” tezini dile getiriyor ve kapitalizmi ölümsüz ilan ediyordu. Ona göre insanlığın ideolojik evriminin sonuna gelinmiş ve Batı’daki liberal demokrasi insan yönetiminin en son biçimi olarak evrenselleşmişti! Yani sosyalizm çökmüş, sınıflar mücadelesi bitmiş, ideolojilerin nesnel zemini ortadan kalkmıştı! Artık evrenselleşen kapitalist liberal demokrasi, küreselleşen dünyaya barış ve refah getirecekti!

Geride bıraktığımız yıllar, Fukuyama ve burjuva ideologların iddia ve beklentilerinin tam aksini kanıtlamak anlamında, kapitalist liberalizmin iflasını tescilledi. Daha 1990’dan başlayarak, Ortadoğu’dan Balkanlar’a yeniden emperyalist paylaşıma konu olan bölgelerde emperyalist güçlerin çeşitli biçimlerde dâhil oldukları çatışma ve savaşlar, gelişip genişleyerek üçüncü dünya savaşına dönüştü. Özellikle 2001’den itibaren dünya siyaseti ve uluslararası ilişkiler, ABD’nin başını çektiği emperyalist savaş ve onun etkileri tarafından belirleniyor. Bugün çok net bir şekilde görülüyor ki, aslında milenyum, aynı bağıntının değişik unsurlarını oluşturan birçok gelişmenin kendini dışa vurduğu bir dönemeç noktasıdır: Kapitalizmin tarihsel sistem krizi, emperyalist sistemin hegemonya bunalımı ve üçüncü dünya savaşının girift biçimlere bürünerek sahne alması… Nitekim aynı dönemeçte, ABD’de Cumhuriyetçi Parti’ye egemen olan ve kendini “yeni muhafazakâr” (neo-con) olarak tanımlayan siyasi çizginin oğul Bush başkanlığında iktidara oturması bir tesadüf değildi. Bu çizgi, dünya pazarındaki üstünlüğünü koruma, sarsılan ve sorgulanan hegemonyasını güçlendirme arayışındaki Amerikan egemen sınıfının en gerici ve savaşkan temsilcisi olarak ortaya çıktı. Böylece ABD’nin 2001’deki 11 Eylül saldırılarını bahane ederek önce Afganistan, ardından da Irak’a karşı başlattığı savaş, tüm dünyada olağanüstü koşulların egemen olmasının ve burjuva gericiliğinin güçlenmesinin önünü açtı.

Emperyalist savaşın doğrudan bir yansıması olarak, Avrupa başkentlerinde “terör” saldırılarını gerekçe gösteren Batı’nın burjuva hükümetleri, burjuva demokratik çerçeveyi daraltan ve polis devleti uygulamalarının önünü açan yasaları devreye soktular. Burjuva demokrasisi tüm dünyada, gelişip güçlenen otoriterleşme eğiliminin baskısı altına girdi. Kapitalizmin tarihsel çıkmazının şiddetli bir ifadesi olan 2008’deki küresel krizle birlikte, burjuva düzenin çelişkileri alabildiğine büyüdü. Güncel ve tarihsel deneyim gösteriyor ki; kriz ve savaş dönemleri burjuva siyasal gericiliğinin büyümesi için mümbit bir ortam yaratır ve bu ortamda demokratik haklara tahammülsüzlük, otoriter yönetim anlayışları, ırkçılık, milliyetçilik, faşist eğilim ve örgütlenmeler boy atar. Bizzat kapitalist sistemin yol açtığı ama çözemediği büyük sorunlar yumağı, bir devrimle parçalanıp ortadan kaldırılamadığı durumlarda burjuva gericiliğine can verir. Meselâ 1929’da kapitalizmin büyük bir buhranla sarsılmasının ardından işsizlikteki kitlesel yükseliş ve milyonların sefaletinin derinleşmesi, Almanya’da faşist hareketlerin güç kazanmasına nesnel zemin sunmuştu. Umutsuz ve arayış içindeki kitleleri peşine takarak kitleselleşen faşizmin nasıl iktidara oturduğu ve insanlığa nasıl tarifsiz acılar çektirdiği malûm.

Kapitalizm tüm dünyaya barış ve refah getirecek derken, sistemin yarattığı devasa sorunlar insanlığı koyu bir karanlığa sürüklüyor. Kapitalizmin boğucu sorunları faşizm pisliğinin yeniden üreyip güçlendiği toplumsal bir zemin yaratıyor. İfade etmek gerekiyor ki, dünya ölçeğinde egemen olan otoriterleşme eğilimi güçlenmiş, zaman ilerledikçe nicelikten niteliğe ilerleyen bir dönüşüm gerçekleşmeye başlamıştır. Bugün Türkiye’den Hindistan’a, Rusya’dan Macaristan’a, Filipinler’den Polonya’ya kadar bir dizi ülkede otoriter veya totaliter rejim ve liderler işbaşındadır. ABD’nin tepesinde Trump gibi faşizan bir lider oturuyor ve toplumun dokusunu bozarak aşırı sağ bir çizgiye çekmeye çalışıyor. Avrupa’nın üçüncü büyük ülkesi konumundaki İtalya’da keza aşırı sağ partiler iktidarda. Avrupa’da genel olarak aşırı sağ giderek güç kazanıyor. Almanya’da faşist AfD, ardı ardına seçim barajını aşıp eyalet meclislerine giriyor. Tüm dünyada, burjuva siyasetinin merkezini tutan sağ ve sol partilerin kan kaybı devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde faşist Bolsonaro’nun Brezilya’da iktidara oturması faşizmin nasıl tüm dünyada büyük bir tehlike haline geldiğini gözler önüne seriyor.

Kuşku yok ki, burjuvazinin son 40 yıldır işçi sınıfının haklarına el koyarak toplumsal çelişkileri alabildiğine büyütmesi ve düzenin açmazı, aşırı sağın (kimi yerlerde de düpedüz faşizmin) yükselmesine nesnel bir zemin sunuyor. Kapitalizm 1970’lerin birinci yarısında bir kez daha bunalıma girdiğinde, burjuvazi, düşen kâr oranlarını yükseltmek ve sermaye birikimini arttırmak amacıyla işçi sınıfının sosyal kazanımlarına saldırma hazırlıklarına girişti. 1980’lerin başından beri sürdürülen neo-liberal saldırı programıyla; reel ücretler düşürüldü, mücadeleyle kazanılmış hakları koruyan kimi yasalar değiştirilerek işgünü esnekleştirildi, iş saatleri hem fiilen hem de yasal düzeyde uzatıldı, emeklilik yaşı yükseltilirken ücretsiz sağlık hizmetine büyük darbeler indirildi. İşsizlik ödenekleri düşürülürken, bu haktan yararlanma süresi kısaltıldı, taşeronlaştırma devreye sokuldu, esnek, kuralsız ve güvencesiz çalışma yaygınlaştırıldı. “Sosyal devlet” uygulamalarını hedef alan burjuvazi, eğitimden sağlığa dek her alanda kamu harcamalarını kıstı ve birçok hizmet için ödenek vermeyi durdurdu. Kamuya ait işyerleri özelleştirilip burjuvaziye kârlı alanlar açılırken, kitlesel işten atmalarla sendikalara ağır bir darbe vuruldu. Zaman ilerledikçe işsizlik kitlesel ölçüde arttı, yoksullaşan işçi sınıfının yaşam standardı geriledi. Neo-liberal uygulamaların bu yıkıcı etkisi, 2008 küresel krizinin ağır sonuçlarıyla birleşerek işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarını daha da kötüleştirdi.

Devletçiliği sosyalizmle özdeşleştirip devletin kamu hizmetlerinden çekilmesini meşrulaştırmaya çalışan burjuvazi, daha sonra kriz kapıyı çalınca ve başı sıkışınca derhal devleti müdahaleye çağırdı. Yalnızca 2008’de krizin patlak vermesiyle dünyada 5 milyon işçi işini kaybederken, milyonlar yokluk ve yoksulluğa itildi. ABD ve AB başta olmak üzere emperyalist devletler, finans tekellerini kurtarmak ve çöküşü engellemek için trilyonlarca doları onlara aktardılar. Böylece sermaye sınıfı düzlüğe çıkartılırken, tekellere aktarılan trilyonlarca doların yükü emekçilerin sırtına yıkıldı. Tüm araştırmalar, 2008 küresel krizinden sonra, işçi sınıfının ve emekçilerin üretilen toplumsal gelirden aldığı payın dramatik bir şekilde düştüğünü ve gelir uçurumunun aynı ölçüde büyüdüğünü ortaya koyuyor. IMF’nin 2018 Dünya Ekonomik Görünümü raporu, 2008’de keskin bir şekilde düşen reel ücretlerin erimeye ve aşağıya doğru gitmeye devam ettiğini gösteriyor. 2016 tarihli Oxfam araştırması ise bu erimeyle doğrudan ilişkili: Rapora göre, en yoksul %50’nin sahip olduğu toplam zenginlik 2010 ilâ 2015 yılları arasında %41 oranında düştü. Sadece 2017’de bir avuç dolar milyarderinin servetinin 1,4 trilyon dolar artması, bu olgunun çarpıcı bir ifadesidir. Böylece 2150 aile ya da kişinin toplam zenginliği, 8,9 trilyon dolara yükselmiş oldu. Bu aile veya kişilerin sahip olduğu toplam zenginliğin dünya nüfusunun yüzde 70’inin toplam zenginliğinden daha fazla olması, kapitalizmin nasıl bir dünya yarattığını açıklamaya başka söz bırakmıyor.

Kapitalizm, toplumun ezici çoğunluğunu açlığın, yoksulluğun, güvencesizliğin, geleceksizliğin girdabına sürüklemiştir. Bugün Afrika, Ortadoğu ve Asya ülkelerinden Avrupa’ya, Latin Amerika’dan ABD’ye doğru vuran göç dalgaları, yaşlanan ve potansiyellerini büyük ölçüde yitiren, tarihsel misyonunu tamamlayan ama kendiliğinden de yıkılıp gitmeyen çürümüş bir sistemin sembolik ifadesidir. Geçmişte de büyük göç dalgaları oldu. Özellikle kapitalizmin tarihini esas alırsak, dünyanın birçok bölgesinden on milyonlarca insan gelişmiş kapitalist ülkelere, dolayısıyla zenginliğin merkezi konumunda olan Avrupa ve Amerika’ya göç etti. Lakin tüm 1800’lü yıllar ve hatta 1900’lerin ikinci yarısına kadar göç edilen topraklar henüz bakirdi, kapitalizmin hızlı ve kapsayıcı gelişme temposu yeni işgücünü önemli ölçüde emiyordu. Ne var ki tarihsel ölçekte bir sistem krizine giren kapitalizmin o günleri geride kalmıştır. Üstelik kapitalizm neredeyse tüm ülkelerde ve kıtalarda köylülüğü çözerek, nüfusu devasa ölçeklerdeki kentlerde toplamıştır. Köylülüğün büyük ölçüde çözüldüğü günümüzde, kapitalizm, iş ve aş sunamadığı, savaştan, ölümden ve açlıktan kaçan milyonları zorunlu olarak göçmen haline getiriyor.

Bu göç dalgası, aynı zamanda, ABD ve Avrupa’da aşırı sağın yükselmesinde ciddi bir rol oynuyor. Meselâ Trump, Orta Amerika’dan ABD’ye yürüyen binlerce göçmeni durdurmak üzere orduyu Meksika sınırına göndererek, ırkçı ve göçmen karşıtı sert bir söylemle kitleleri peşine takmaya çalışıyor. İş ve yaşam koşulları kötüleşen, iş bulamayan, gelecek kaygısı duyan emekçi kitlelerin öfkesi ve tepkisi, ırkçı bir saldırganlığa büründürülerek göçmenlere yönlendiriliyor. Yani kapitalizmin bağrında patlayıcı bir dinamik taşıyan sorunlar, sınıfsız bir dünyanın kapılarının açılmasını sağlayacak mücadelenin kaldıracı olması gerekirken, sosyalist hareketin zayıflığı nedeniyle, düzenin gerici ve yıkıcı güçlerini besliyor.

Umutsuzluğa yer yok!

Ne var ki doğada olduğu gibi toplumsal hayatta da hiçbir olgu tek yanlı eğilimin hâkim olduğu bir yapıda değildir. Bu açıdan, Amerikan egemen sınıfının uzun yıllar boyunca sosyalizm ve komünizmi adeta bir küfür olarak kullandığı ve kitleler nezdinde itibarsızlaştırdığı ABD’de sosyalizm fikrinin şimdilerde yeniden destek görmeye başlamasına bakılabilir. Emekçi kitlelerin sosyalizme dönük ilgisi Trump yönetimini bir hayli telaşlandırmış olmalı ki, Beyaz Saray Ekonomi Danışmanları Konseyi bu konuda kendisini bir rapor hazırlama zorunda hissetmiş! Bu raporda, “Marx’ın 200. yıldönümüne tesadüf edecek şekilde, sosyalizm Amerikan politik söylemine geri dönüyor” deniyor ve sosyalistlerin önerilerinin hem Kongre temsilcileri hem de çoğu seçmen tarafından destek gördüğü ifade ediliyor.[2] Burada sosyalizm olarak adlandırılan şey, gerçekte “sosyal devlet” uygulamalarından başka bir şey değil. Fakat son yıllarda ABD ve İngiltere’de Sanders ve Corbyn’in, akıl sınırlarını zorlayan gelir dağılımındaki eşitsizliği azaltmaya ve devletin sağlık, eğitim ve ulaşım gibi alanlarda kamu hizmetlerini parasız üstlenmesini sağlamaya dönük programları, emekçi kitlelerin desteğini alıyor. ABD’de yapılan birçok araştırmaya göre toplumun çoğunluğu, ücretsiz genel sağlık sigortası talep ediyor.[3]

Fakat Amerikan egemen sınıfının ve özellikle Trump yönetiminin kitlelerin kısmi taleplerine bile tahammülü yok. Bu yüzden söz konusu raporda; SSCB, Çin ve Küba’daki uygulamalar da gündeme getirilerek sosyalizm gözden düşürülmeye çalışılıyor. Toplumsal eşitsizliğin ancak sosyalizmle son bulabileceği fikrinin kitlelerin bilincinde yer etmeye başlaması, çok açık ki oligarşiyi ürkütüyor.

Gelip dayandığı noktada kapitalizm, bir zamanlar kitleleri yatıştırıp oyalamak amacıyla giriştiği reform ve iyileştirmeler kapasitesini büyük ölçüde kaybetmiştir. Kapitalizm, 1890’ların ortasından 1914’e kadar sıçramalı ve devindirici bir büyüme gerçekleştirdi. Bu dönemin en temel özelliği, kapitalizmin emperyalizm aşamasına yükselmesidir. Emperyalizm döneminin gelişimi içinde üretici güçlerin baş döndürücü hızda gelişmesi, üretimin artması ve dünya pazarının genişlemesi, yüksek kâr oranlarına ulaşan Batı burjuvazisinin işçi sınıfına tavizler vermesine olanak tanıdı. Burjuvazinin işçi sınıfına kapsamlı tavizler verdiği bu dönem, İkinci Dünya Savaşının bitmesiyle başlar. Savaşın galipleri arasında yer alan SSCB’nin varlığı ve devrim korkusu nedeniyle burjuvazi, kapitalizm sınırları dâhilinde verilebilecek pek çok tavizi vermek zorunda kaldı. Savaşın yarattığı yıkım kapitalist ekonomi için muazzam bir potansiyel yaratmıştı ve kapitalist ekonomi 20 yıl boyunca kesintisiz büyüdü. Bu dönemde burjuva devlet, Keynesyen politikalar doğrultusunda piyasaya daha fazla müdahale etmeye başladı. Kamu yatırımları arttı, işsizlik önemli ölçüde azaldı, iş saatleri düşürülürken ücretler yükseltildi. Batı Avrupa ülkelerinin tamamında sosyal güvenlik sistemi hayata geçirilirken, işçi sınıfı emekli maaşı alma hakkına ve ücretsiz sağlık olanaklarına kavuştu. İşsizlik sigortası, ücretsiz ve yaygın eğitim için bütçe ayrılması, kira yardımı, sosyal konutlar ve bunlara eklenen diğer sosyal kazanımlar işçi sınıfının yaşam koşullarını eskiye göre büyük ölçüde değiştirdi.[4]

Ancak bu dönem kapanalı çok olmuştur. Kapitalizmin II. Dünya Savaşını takip eden hararetli yükseliş dönemi yerini sıkça patlak veren krizlere ve uzun süreli durgunluk eğilimine vb. terk etmiştir. O nedenle burjuvazi, işçi sınıfına verdiği tavizleri birer birer geri devşirmeye koyulmuştur. Ne var ki bu onun sorunlarını çözmemiş ve düzenin çelişkilerini daha da büyütmüştür. Zaten, kapitalist sistemin yapısı ve işleyiş tarzından dolayı sermaye kendi engelini kendisi yaratır ve toplumsal sorunları alabildiğine büyüterek patlayıcı noktalara taşır. Burjuvazinin işçi sınıfının haklarına saldırması; kitlelerin alım gücünün düşmesi, yoksulluğun derinleşmesi ve pazarın daha da daralması kapitalist düzenin açmazlarını sergilemeye başlamıştır. Marx’ın altını çizdiği üzere, işçi-emekçi kitlelerin tüketimi daha baştan sınırlanmış ve engellenmiştir. Bir tarafta daha en baştan toplumun çoğunluğunun eksik tüketime mahkûm edilmesi, öte tarafta ise insanların alım gücünün ve pazarın sınırlarının ötesine taşan anarşik kapitalist üretim, dolayısıyla aşırı üretim krizleri! Kapitalizmin büyük yıkımlara yol açan bu yaman çelişkisi, hem küreselleşmeden hem de sistemin tarihsel krizinden dolayı daha fazla keskinleşmiş ve saklanamaz olmuştur. Bu yüzdendir ki, “Karl Marx’ın ifade ettiği kimi şeylerin doğruluğu ortaya çıkıyor. Marx, işçilerin yoksullaştığı ve talebin yetersiz kaldığı bir aşırı üretim krizinden bahsediyordu” diyen Fukuyama gibi burjuva ideologlar, bu gerçekliği bir şekilde kabul etmek zorunda kalıyorlar.

Ne var ki aşırı üretim olgusu kapitalizmin tek tahripkâr çelişkisi değildir. Kâr oranlarındaki düşüş eğilimi, kapitalist krizleri besleyen ana etmen konumundadır. Bu yüzden Marx, kâr oranlarının düşme eğilimini “modern iktisadın en önemli ve en karışık ilişkilerinin kavranması için hayati nitelikteki yasası” olarak tanımlamıştır.

Elif Çağlı’nın tespit ettiği üzere kapitalizm, dünya pazarını genişletip (ya da derinleştirip) kâr oranlarını anlamlı biçimde yükseltecek eski potansiyellerini büyük ölçüde tüketmiştir. “Kapitalizmin gençlik yıllarında gözlemlenen parlak gelişme dönemleri, birbirini karşılıklı olarak etkileyen çeşitli yenilikler sayesinde pek çok sektörde zincirleme biçimde kaydedilen sıçramalara, bu gelişmelerin dünyadaki bakir alanlara taşınmasına, yeni pazarların çok büyük ölçeklerde yaratılmasına bağlıydı. Keza geçmiş dönemlerde gerçekleşen teknolojik devrimler, emek-yoğun eski teknolojilerin yerini emek-zamandan büyük tasarruflar sağlayan yeni üretim tekniklerinin alması sayesinde artı-değer üretimini muazzam ölçeklerde arttırıcı özelliklere sahipti. Kapitalizm bu türden bir gelişme potansiyeli taşıdığı gençlik dönemlerini çoktan geride bırakmıştır.[5]

Bugün IMF gibi emperyalist kurumların raporları, dünya ekonomisindeki cansız büyümeyi gözler önüne seriyor. Dünya burjuvazisinin bu sorunu nasıl çözebileceğine dair elinde bir ipucu yok. Bir zamanlar ekonomik büyümede motor gücü işlevi gören ve kapitalizmin canlanmasını sağlayan kredi mekanizması da aşınmış durumda. “Kitlesel borçlandırmayla yani tüketici kredileri yoluyla eksik tüketimin ürkütücü sonuçlarından kaçmaya çalışan kapitalizm, bunu yapmakla aslında içinden çıkılmaz bir «geri ödenemeyen borçlar» sorunu yaratmıştır. Bu sorun kapitalistlerin karşısına içinden çıkılamaz krizler şeklinde dikilmektedir. Bu durumun işçi sınıfına getirdiği ise, düşen ücretler, kesintiye uğrayan sosyal fonlar, kaybedilen işler, iptal edilen kredi kartları ve netice olarak neredeyse tümden yitirilen satın alma gücü olmaktadır. Ayrıca kredi sistemi işçiler ve işçi aileleri açısından pek çok yıkıcı sonuç yaratmaktadır.”[6]

Elif Çağlı’nın da vurguladığı gibi, bugün dünyaya adeta kaos çağını çağrıştıran bir manzaranın hâkim olmaya başlaması, kapitalizmin derin çıkmazlar dönemine girmesinin sonucudur. “Kapitalist üretim tarzı, dünya ölçeğinde toplumsal bir nitelik kazanmış üretici güçlerle özel mülkiyete dayanan kapitalist üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin nesnel olarak artık büyük patlamalar yaratacak düzeyde olgunlaştığı bir durumla yüz yüzedir. Kapitalist düzen yanlılarını derin bir kedere ve dünya üzerindeki tüm devrimci unsurları ise sevince boğsun ki, kapitalist sistem gerçekten de peş peşe tüm ülkelerde işçi-emekçi kitlelerin önlenemez isyanlarını tetikleyecek derin bir çıkmazın içindedir. Bir zamanlar geliştirici olan kapitalizm artık insanlığın gelişimi önünde tahrip edici bir engele dönüşmüştür. Bugün yaşanan kapitalist sistem krizi geçmişte yaşananlara benzemez derecede ciddi ve derin boyutlara sahiptir.”[7]

Son dönemde emperyalist güçler arasındaki rekabetin yeni boyutlar kazanması, ABD’nin rakiplerine karşı ticaret savaşı başlatması ve peş peşe uluslararası anlaşmalardan çekilmesi tesadüf değil. Kapitalizmin tarihsel çıkmazının görünümleri, her geçen gün yeni olaylar üzerinden kendini dışa vuruyor. Göçmen kafileleri bile bu gerçekliği anlatmıyor mu? Hiç kuşku yok ki düzenin açmazını burjuva ideologlar, en azından Fukuyama gibi olanları da görüyor, kavrıyorlar. Fakat onlar bu açmaza çare olarak, birtakım “sosyal devlet” uygulamalarını gündeme getiriyorlar. Her zaman olduğu gibi amaç, düzeni kitlelerin devrimci öfkesinden kurtarmaktır! Ne var ki yukarıdaki tablo, kapitalizmin “sosyal devlet” uygulamalarının ekonomik-nesnel temelinden yoksun olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde sınıf çelişkileri daha da keskinleşecek ve kapitalizm kaçınılmaz olarak işsiz, aç ve yoksul milyonları mücadeleye itecektir. Kapitalizm, üretip beslediği toplumsal hoşnutsuzluğu ortadan kaldırıp insanlığa barış ve refah dolu bir dünya sunamaz. İnsanlık, defalarca acı çekerek bunu deneyimledi. İnsanlığı yalnızca sosyalizm kurtarabilir. Kitleler ayağa kalktıklarında ve kapitalizmden kurtulmayı gündemlerine aldıklarında, sarılacakları bayrak, üzerinde sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız sosyalizm yazan kızıl bayrak olacaktır.

8 Kasım 2018


[1] https://www.newstatesman.com/culture/observations/2018/10/francis-fukuya…?

[2]  https://www.whitehouse.gov/briefings-statements/cea-report-opportunity-c…

[3]   https://www.theguardian.com/us-news/2018/oct/26/america-midterms-democra…

[4]  Utku Kızılok, Avrupa İşçi Hareketinde Bir Dönem Kapanırken, www.gelecekbizim.net

[5]  Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Tarih Bilinci Yay., s.10-11

[6] Elif Çağlı, Gerçekler Ortada, marksist.com

[7]   Elif Çağlı, Kapitalizm Çıkmazda, marksist.com

İlgili yazılar