Ekim Devrimi, Sanat ve Etkileri/2
Utku Kızılok, 20 Kasım 2017

Devrimden sonra, işçi iktidarı altında canlanan sanat hayatı ve yeni arayışlar, Avrupa’dan Amerika’ya dünyadaki sanat akımlarını derinden etkiledi. Sanatın modern tarihi incelendiğinde görülecektir ki, 1917’den sonra, neredeyse tüm sanat akımlarında bir canlanma, dönüşüm veya yeni anlayışların ortaya çıkması söz konusudur. Meselâ Dada ve sürrealizm gibi… Ve bu akımlar, devrimci proletaryanın yanında olduklarını açıklıyorlardı. Ekim Devrimi, özellikle Almanya’da etkili olmuştu. Entelijansiya içinde sanat ve siyaset, sanat ve komünizm, aydınlar ve devrim tartışmaları geniş bir yer tutmaya başlamıştı. Devrim tüm dünyada entelijansiyanın büyük ölçüde sola kaymasını sağladı. Özellikle Almanya ve Fransa’da entelektüeller, sosyalist ve komünist partilerin yörüngesine girdiler.

İkinci Bölüm

Marksizm ne diyor?

Kültür son derece maddi ve toplumsal bir şeydir ve insanlığın tüm yaşam süreçlerinin birikimini içinde taşır. Troçki’nin de ifade ettiği gibi; yaratılan, inşa edilen, öğrenilen, kısacası bütün tarih boyunca insanın fethettiği her şey kültürdür: “Geçmiş nesillerin biriktirdiği kültürden söz ederken biz her şeyden önce, alet, makine, yapı, anıt ve benzeri biçimlerde yaratılan maddi eserleri kastederiz. Kültür bu mudur? Evet budur. Kültürün biriktiği, cisimlendiği maddi şekillerdir bunlar; madde şekline dönüşmüş kültürdür. İşte bu maddi kültür, tabiatın sağladığı temeller üzerinde bizim kendi hayatımızın temel ortamını, bizim günlük yaşayışımızı, kendi yaratıcı eserlerimizi oluşturur. Ama kültürün en değerli bölümü, insanın bilinci içindeki birikimidir, yani bizim, bizden önce oluşturulmuş madde şeklindeki tüm kültürden çıkarıp geliştirdiğimiz yeteneklerimiz, beceri, alışkanlık ve yöntemlerimizdir. Bu önceden oluşturulmuş maddi kültürü benimserken onda yarattığımız yeniliklerdir. Kültür, insanın var olma, yaşama şartlarını geliştirme, gücünü artırma yolunda tabiatla mücadeleden doğar.”[1]

Şu noktanın altını kalınca çizmek gerekiyor: Eğer burjuvazi, tüm insanlığın deneyimlerini ve kültürel mirasını ilerici bir tarzda devralıp kendi sınıfsal varlığında eritmeseydi yeni bir kültür yaratamazdı. Marx ve Engels, Manifesto’da şöyle diyorlardı: “Burjuvazi, dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdi. Gericilerin çok üzülecekleri biçimde ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdi. En eski ulusal sanayiler yok edildi ve hâlâ her gün yok ediliyor. (…) Eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı geçmekte. Üstelik yalnız maddi üretimde değil manevi üretimde de bu böyle. Ayrı ayrı ulusların manevi ürünleri ortak mülk oluyor. Ulusal tek yanlılık ve sınırlılık artık mümkün değil, pek çok ulusal ve yerel edebiyattan bir dünya edebiyatı oluşmakta.”

Burjuva kültür, kapitalist üretim ilişkileri ve mülkiyet tarzı üzerinde yükselir. Burjuvazi dünyanın en ücra köşelerine kadar kendi üretim ilişkilerini götürdü, eski ekonomik yapıları çözüp dağıttı ve bu ekonomik yapılar üzerinde yükselen kültürlerin egemenliğine son verdi. Kendi ilişkilerinin egemen olduğu yeni bir toplum ve kültür yarattı. Ekonominin ve dolayısıyla günlük yaşamın örgütlenmesini belirleyen üretim ilişkileridir. Meselâ meta kültürünün olmadığı bir toplumdan söz ettiğimizde, insanların ürettiklerinin meta haline gelmediğini, metanın toplumsal yaşam biçimlerini belirlemediğini anlatmış oluruz. Dolayısıyla üretim ve bölüşüm tarzı, kentlerin oluşmasını, toplumsal yaşam biçimlerini, mimariyi, sanatı, tüketimi, insanlar arası ilişkileri, alışkanlıkları, düşünceleri, kısacası her şeyi belirler. Ve bunların tamamı kültürü meydana getirir.

Burjuva kültürü, kapitalist ekonomik ilişkilerle birlikte, uzun yıllara yayılarak feodalizm içinde oluştu, gelişti ve yayıldı. Oysa işçi sınıfının kapitalizm altında böyle bir pozisyonu ve olanağı yoktur. Eğer gerçekten de kapitalizm altında bir proleter kültür oluşabilseydi, o zaman zaten kapitalizm kendisi olmaktan çıkardı. Burjuvaziye karşı her alanda ideolojik mücadele vermek, bunu sanat ve kültür alanında da yapmak, sanatı devrimci içerikle doldurmak ile kapitalizm altında yeni bir kültür oluşturmak tümüyle farklı şeylerdir. Troçki’nin belirttiği gibi, proleter kültür meselesini gündeme getirenler, iki sınıf analojisinden hareket ediyorlardı: Burjuva kültüre karşı proletarya kültürü.[2] Fakat nasıl ki proleter devlet, daha en baştan sönmeye yüz tutmuş bir devlet olacaksa, gelişip güçlenen bürokrasisi ve kalıcı ordusu olan bir proleter devlet olmayacaksa, proletaryanın sınıf damgasını taşıyan bir “proleter kültür” de olmayacaktır. İşçi sınıfının tarihsel misyonu kendisini yeni egemen bir sınıf olarak örgütlemek değil, kendi varlığını da ortadan kaldıracak olan sınıfsız toplumun temellerini atmaktır. İşte bu süreç, aynı zamanda yeni bir kültürün ama geleceğe doğru yürüyen bir toplumun kültürünün yaratılmasına da imkân verecektir. Bu kültür bir sınıf kültürü değil, her ileri evresinde geçmişin sınıflı toplum kültürünün gerici izlerinin silindiği, kendini daha fazla dışa vuran sınıfsız sosyalist toplumun kültürü olabilir ancak.

Bu süreçte işçi sınıfının yapması gereken, insanlığın kültürel mirasının tüm ilerici yönlerine sahip çıkmak, bunları özümsemek ve toplumsal dönüşüm için mücadele etmektir. İnsanlığın kültür mirasının içinde Antik Yunan sanatı da var, Shakespeare de var, Beethoven de var. Şu ana kadar gelmiş bilim ve bilgi mirasını dayanak almadan işçi sınıfı yeni bir toplumun kurulmasına öncülük edemez. Bir sınıf olarak bunu kapitalizm altında yapacak imkândan yoksun olan işçi sınıfı, söz konusu eksiğini ancak ve ancak siyasal iktidarı ele geçirdikten, tüm sanat ve kültürün araçlarını toplumsallaştırdıktan sonra yapabilir. Bu bakımdan proletarya diktatörlüğü, aynı zamanda muazzam bir kültürel seferberlik, değişim ve dönüşüm dönemidir. İşte Proletkült yöneticileri bu görevi unutarak ve toplumsal gerçekliği bir kenara koyarak teori icat ediyorlardı. Oysa 500 yıl öncesinin ilişki ve kültürel biçimleri hâlâ toplum üzerinde egemendi, modern işçi sınıfı dâhil emekçi sınıfların kültürel seviyesi son derece düşüktü. Kendisine komünist diyenler bile, bıraktık yeni bir kültürün taşıyıcısı olmayı, burjuva kültürü tarafından fethediliyorlardı. İşçi devletinin içinde bürokrasi boy vermeye başlamıştı. İşte bu gerçekleri gören Lenin, geçmiş çağların sanatını reddeden, müzeleri parçalamaktan söz eden sanat akımlarını ve Proletkült yöneticilerini eleştiriyordu.

Bu açıdan, 2 Ekim 1920’de Genç Rus Komünistleri Kurultayında yaptığı konuşma son derece öğreticidir. İnsanlığın biriktirdiği bilgi zenginliğini özümsemeye çalışmadan bir kimsenin komünist olabileceğini sanmasının çok derin bir yanılgı olduğunu belirten Lenin, durmaksızın proleter kültürden söz edenlere şöyle sesleniyordu: “Bunları, örneğin, proletarya kültürü üzerine konuştuğumuz zaman, aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Ancak tüm insanlığın gelişmesiyle yaratılmış kültürün tam bir bilgisi ve dönüşüme uğratılması sonucu bir proleter kültürün yaratılabileceği açıkça kavranmadıkça, bu sorun da çözülemez. Proletarya kültürü havadan inmez, kendilerini proleter kültür uzmanı sayanların bir buluşu değildir. Hepsi saçmadır bunların. Proletarya kültürü; kapitalist, toprak sahibi ve bürokratik toplumun boyunduruğu altında insanoğlunun biriktiregeldiği bilginin mantıki bir gelişmesi olmalıdır.” Lenin, bu düşüncelerini 8 Ekimde gerçekleştirilen Proletkült Kurultayı vesilesiyle tekrarlayacaktı. Lunaçarski’nin de bu projeye destek vermesini eleştiren Lenin, şöyle yazıyordu: “Marksizm, devrimci proletaryanın ideolojisi olarak, kendi tarihsel önemini kazanmıştır; çünkü Marksizm, burjuva döneminin en değerli başarılarını reddetmek bir yana, tam tersine, insanoğlu düşüncesi ve kültürünün iki bin yılı aşan bu gelişmesi boyunca değerli olan ne varsa hepsini özümleyerek yenileştirmiştir. Her türlü sömürme biçimine karşı mücadelenin en son aşaması olan proletarya diktatörlüğünün pratikteki deneyimlerinden esinlenerek, ancak bu temel üzerinde ve bu doğrultuda daha ileriye doğru yapılacak çalışmalar, hakiki bir proletarya kültürünün gelişmesi olarak kabul edilebilir.”[3]

Burada Lenin’in “proleter kültür” kavramını kullanması kafa karıştırıcı olmamalıdır. Lenin, adına her ne diyecekseniz deyin, ama eğer bir kültür gelişecekse, bu, ancak insanlığın kültürel hazineleri üzerinde yükselebilir diyordu. Bu düşünce, Marx ve Engels tarafından da açık bir şekilde ortaya konmuştur. Kültür denen şeyin, insanlığın tüm yaşam süreçlerinin birikimi olduğunu derinden kavrayan Marx ve Engels, kölecilik üzerinde yükselmesine rağmen Antik Yunan kültürünün üstünlüğünü vurgulamaktan geri durmamışlardır. Marx’ın şu satırları önemlidir: “Başka bir yanıyla baktığımızda, barut ve kurşun varken Akhielleus olabilir mi artık? Hele baskı ya da baskı makineleri varken İlyada? Pres koluyla birlikte artık esin perileri ile şarkı ve söz sona ermez mi, yani epik şiir için gerekli koşullar da ortadan kalkmış olmaz mı? Ama güçlük, Yunan sanatı ve epik şiir ile belli toplumsal gelişme biçimlerinin ilintisini anlamakta değil. Güçlük, bunların bizler için hâlâ sanatsal tat kaynağı olmalarından ve bazı bakımlardan bir norm ve erişilmez bir örnek olarak kalmalarından geliyor. Büyük bir insan çocuk olamaz artık, çocuklaşır yoksa. Ama çocuktaki saflıktan haz almaz mı? … İnsanlığın en güzel biçimine ulaştığı tarihsel çocukluğu, bir daha geriye dönülemez bir aşamadır diye, niye sonsuz bir çekiciliğe sahip olmasın? Kötü yetiştirilmiş çocuklar da vardır, erken gelişmiş çocuklar da. Eski ulusların çoğu bu ikinci kategoriye girerler. Yunanlılar normal çocuklardı. Onların sanatının bizler için çekici oluşu, ortaya çıktığı toplum aşamasının gelişmemiş oluşuyla çelişmez. Daha çok bir sonucudur onun ve bize kendi ortaya çıktığı ve ancak çıkabilecek olduğu olgunlaşmamış toplumsal koşulların bir daha geri dönülemez olduğunu gösterir.”[4]

Engels ise, köleciliğin tarihsel bir hakikat olduğunu, ama insanlığın ileriye yürüyüşünde kaçınılmaz olarak bununla karşılaştığını ve kölecilik olmadan modern toplumun da gelişemeyeceğine dikkat çekiyordu: “Kölelik olmasaydı, Yunan devleti, Yunan sanatı ve bilimi de olmazdı… İlkçağ köleliği olmasaydı, modern toplumculuk da olamazdı. Köleliğe ve buna benzer şeylere karşı birtakım genel laflarla saldırıya geçmek ve bu gibi rezaletlere karşı yüksek ahlaki öfkemizi ortaya dökmek çok kolay bir iştir. Ne yazık ki, bütün bunlar sadece herkesin bildiği bir şeyi, yani bu ilkçağ kurumlarının günümüz koşullarına ve bu koşulların belirlediği duygularımıza artık uymadığını dile getirir, o kadar. Ama bu kuramların nasıl ortaya çıktığı, niçin var olduğu ve tarihte hangi rolü oynadığı konusunda bize tek söz etmez. Bu soruları incelediğimiz zaman da, ne denli çelişik ve aykırı da gelse, köleliğin o günkü koşullar altında ileri doğru büyük bir adım olduğunu söylemek zorundayızdır.”[5]

Sanatta Stalinist tek tipçilik

Lenin ve Troçki gibi Bolşevik liderler geçmişin sanatsal ve kültürel birikimini küçümseyen akımları eleştirirken, asla onlara tek tip bir sanat biçimini dayatma gibi bir düşünce içinde olmadılar. Kimileri, Lenin’in, Mayakovski’nin “yüz elli milyon” adlı şiir kitabını iç savaşın yokluk koşullarında 5 bin adet bastırdığı için Lunaçarski’yi azarlamasını sıkça hatırlatıyorlar. Lenin, Mayakovski’nin şiir kabiliyetine hayran olmadığını belirtiyordu ama alçakgönüllülüğü elden bırakmayarak, şiirden çok anlamadığını da ekliyordu.[6] Bu konuda Troçki’nin şu sözleri de Lenin’in nasıl bir tutum içinde olduğunu gözler önüne seriyor: “Sanat ve Eğitim Halk Komiseri Lunaçarski’nin, modernizmin her türünü koruması, Lenin için sık sık rahatsız edici olmuştur. Ancak Lenin, özel sohbetlerindeki iğneli laflarla yetinmiş ve kendi edebi zevklerini yasa haline getirme fikrinden çok uzak kalmıştır.”[7] Zaten insanlığın tüm kültür birikimini kavrayamayan komünist olamaz diyen bir Lenin, nasıl olur da tüm sanata tek bir elbise giydirmeye kalkabilirdi?

Sanatsal hayatın devletten özerkliği meselesi genel bir kabuldü Lenin’in döneminde. Tüm sanat akımlarına tek bir kalıbı dayatma düşüncesi, Marksizmin devrimci ilkeleriyle de çelişirdi. Eleştirme, motive etme ve yönlendirme ile sanatı tek bir biçim altında bastırma tümüyle farklı şeylerdir. O yıllarda Lunaçarski de bu düşüncedeydi ve şöyle yazıyordu: “Kuşkusuz devlet, devrimci düşünce ve beğenilerini sanatçılara zorla kabul ettirmeyi asla tasarlamaz. Böyle bir baskı, devrimci sanat aldatmacası doğurur ancak; çünkü gerçek sanatın ilk erdemi yaratıcının içtenliğidir.” Bir eğilim olarak bu tutum, zayıflayarak da olsa 1928’e kadar devam etti. Meselâ 1925’de bir Parti Merkez Komitesi toplantısında sanatın durumu da tartışılmış ve komite, yayınladığı sonuç bildirgesinde çekişen farklı sanat grupları arasında açıkça taraf tutmaktan kaçınacağını açıklamıştı. Bildiride, ancak genel düzeyde bir denetimden söz edilebileceği belirtiliyordu.[8]

Lakin işçi devletinin bürokratikleşmesine ve bürokrasinin adım adım kendisini egemen sınıf olarak örgütlemesine paralel olarak, sanat ve kültür alanında dayatmacılık hâkim olmaya başlayacaktı. Sanat, gün geçtikçe Stalinist bürokrasinin ideolojik manipülasyonunun aracı haline gelecekti. Nitekim tam da bürokratik karşı-devrimin tamamlandığı 1928’de, “kültür devrimi” ilan edildi. Bu süreçte formalizm (biçimcilik) eleştirisiyle sanat akımları ve sanatçılar karalandılar, hain olmakla damgalandılar ve yoğun bir şekilde baskı altına alınmaya başlandılar. Bu süreçte bürokrasinin estirdiği gericiliğe dayanamayan Mayakovski, 1930’da intihar etti. 1932’de ise Edebi ve Sanatsal Örgütlerin Yeniden Düzenlenmesi kararnamesiyle, mevcut sanat grup ve oluşumları dağıtılarak yerlerine Sanatçılar Birliği geçirildi. Troçki, bu adımı şöyle değerlendiriyordu: “Bütün gruplar için genel zorunlu bir örgüt yaratılmıştır, bir cins edebiyat toplama kampı.”[9]

1934’te toplanan Sovyet Yazarlar Birliği (RAPP) Kongresinde, Kültür Komiseri Jdanov bürokrasinin resmi sanat anlayışını ilan ediyordu: “Sosyalist gerçekçilik!” Nasıl ki “tek ülkede sosyalizm” Stalinist bürokrasinin siyasal alandaki ideolojisi idiyse, “sosyalist gerçekçilik” de onun sanat ve kültür alanındaki uzantısı ve egemenliğinin bir ifadesiydi. Troçki, “tek ülkede sosyalizm” teorisiyle eş zamanlı olarak, eskiden dudak bükülen “proleter kültür” anlayışının da resmen tanındığına dikkat çekiyordu. Sosyalizme geçildiğini ilan eden 1936 Anayasasına göre, kültür içerikte sosyalist, biçimde ulusal olmalıydı! Hiç kuşku yok ki, bürokrasinin güdümü altında cansız bir kalıba dönüştürülen “sosyalist gerçekçilik”, sanatta realizmi ya da onun nasıl ve hangi biçimlerde hayat bulduğunu anlatma derdinde değildi. Meselâ Sovyetler Birliği’nde yaşadığı dönemde, Avrupa realizminden hareketle “sosyalist gerçekçilik” anlayışının içini doldurmak isteyen Lukacs’ın dışlanıp ev hapsine alınması da bu gerçeğin ifadesidir. Pravda “halkın istemediği bir şeyin estetik önemi olamaz” diye buyuruyordu. Oysa halkın neyi isteyip istemediğini soran falan yoktu. Tek karar mercii bürokrasiydi.

Stalinist bürokrasi, sanat ve edebiyat alanı üzerinde mutlak bir denetim kurmak amacıyla, 1936’da, “sosyalist gerçekçilik” adına büyük bir temizliğe girişti. Formalist olmak gibi bir suç icat etmiş bürokrasi için, herhangi bir aydın ve sanatçıyı formalist ilan etmek ve oradan da “Troçkist komploculuğa” ilerlemek oldukça kolaydı. Pek çok sanatçı (meselâ Şostakoviç gibi), verili toplumsal çelişkileri bürokrasinin sınıf iktidarını meşrulaştıracak şekilde açıklayan ve Stalin nezdinde şefe methiyeler düzmekten ileri gitmeyen bürokratik “sosyalist gerçekçi” sanatın dışına düştükleri ve formalist oldukları suçlamasıyla saldırıya uğradı, tecrit edildi, birçoğu tutuklandı ve kimileri katledildi. Ekim Devrimiyle birlikte Tiyatro Komiserliğine getirilen, tiyatro alanında Piscator ve Brecht dâhil (ve bu arada Nazım Hikmet ile Muhsin Ertuğrul) dünya tiyatrosunu derinden etkilemiş Vsevolod Meyerhold, önce formalizmle suçlanmış, tiyatrosu kapatılmış ve 1940’da ise “Troçkist komplocu” suçlamasıyla kurşuna dizilmiştir. Stalinist bürokrasinin formalizm suçlamasıyla sanat akımlarını boğması ve sanatçıları susturması, dünyada yüzünü sosyalizme dönmüş entelijansiyada büyük bir hayal kırıklığına ve karamsarlığa yol açacaktı.

Ekim Devriminin dünya sanatına etkisi

20. yüzyılın başında kapitalizm emperyalizm aşamasına yükselirken, burjuva demokrasisindeki gericileşme eğilimi de güçleniyordu. Üretici güçler gelişiyor, tekelleşen sermaye her alana el atıyor, kentler büyüyor, işçi sınıfı kitleselleşiyor, toplumsal hayat canlanıp çeşitleniyordu. Ancak bu değişime rağmen burjuvazi, her alanda, dünyanın değiştirilebilir olmadığı düşüncesini işliyordu. Zira kapitalizm insanlığın ulaşabileceği en yararlı, en demokratik sistemdi! 1914 öncesinden başlayarak emperyalist militarizmin yükselmesi, burjuva gericiliğinin ortalığı kaplaması, değişim fikrine olan nefret, özellikle sanat alanında tam bir nefes darlığı yaratıyordu. Savaşın yarattığı kaos ve karamsarlık sanatçıları boğucu bir çaresizliğe itiyordu. İşte Ekim Devrimi, kurulu düzeni parçalayarak, yalnızca dünya emekçilerine kapitalist sistemin değiştirilebilir olduğunu göstermedi, aynı zamanda burjuva düşüncesinin etkisi altındaki sanatı da derinden sarstı, yerleşik kalıpları paramparça etti. Tabiri caizse Ekim Devrimi, nefessiz kalan sanata taze yaşam soluğu üfleyerek sanatçıların bilincinde muazzam sıçrama yarattı ve köhnemiş yapıları yıkarak yaratıcılıklarının önünü açtı.

Devrimden sonra, işçi iktidarı altında canlanan sanat hayatı ve yeni arayışlar, Avrupa’dan Amerika’ya dünyadaki sanat akımlarını derinden etkiledi. Sanatın modern tarihi incelendiğinde görülecektir ki, 1917’den sonra, neredeyse tüm sanat akımlarında bir canlanma, dönüşüm veya yeni anlayışların ortaya çıkması söz konusudur. Meselâ Dada ve sürrealizm gibi… Ve bu akımlar, devrimci proletaryanın yanında olduklarını açıklıyorlardı.[10] Ekim Devrimi, özellikle Almanya’da etkili olmuştu. Entelijansiya içinde sanat ve siyaset, sanat ve komünizm, aydınlar ve devrim tartışmaları geniş bir yer tutmaya başlamıştı. Tatlin’in, üretimi hayat ve sanatla birleştirme yaklaşımı yoğun ilgi görüyordu. Üretim ve sanatı birleştirme düşüncesindeki Bauhaus Okulu ya da tiyatrodaki geleneksel çizgiyi kıran Piscator ve Brecht’in devrimci politik tiyatrosu ve drama alanındaki teorik açılımları Ekim Devriminin ürünüydü. 1920’li ve 30’lu yıllarda Piscator ve Brecht’in sahneye koyduğu oyunları binlerce işçi izlemeye geliyor, sahne ve salon oyun bitimlerinde adeta devrimci bir alana dönüyordu. Oyunların bu denli ilgi görmesi ve işçi kitlelerini devrimci tarzda etkilemesi, Alman burjuvazisini kelimenin tam anlamıyla çileden çıkartıyordu. Hemen tüm oyunlardan sonra büyük gazeteler devrimci tiyatroya, Piscator ve Brecht’e saldırıyor, onları kızıl bozguncu olmakla, sanatı slogana dönüştürerek katletmekle suçluyorlardı.

Ekim Devrimi, tüm dünyada entelijansiyanın büyük ölçüde sola kaymasını sağladı. Özellikle Almanya ve Fransa’da entelektüeller, sosyalist ve komünist partilerin yörüngesine girdiler. Bu dönemde sosyalist olmamak adeta ayıptı! Dünya edebiyatının en önemli kalemleri sosyalistti ve eserlerinin konusu emekçiler ve onların mücadeleleriydi. Türkiye işçi sınıfının şairi Nazım Hikmet, Ekim Devriminden etkilenerek komünist olmuş ve birçok sosyalist yazar yetiştirmişti. Ekim Devrimiyle açılan dönemde sosyalizm bir umuttu, yeni bir toplum kurma arzusu aydın ve sanatçıları da etkisi altına almıştı. Nitekim bu dünyayı değiştirme arzusuydu ki, 1936’da İspanya’da iç savaş patlak verdiğinde, dünyanın birçok ülkesinden aydın ve sanatçıları işçi sınıfının saflarında Franco’ya karşı savaşmaya sevk etti. Lakin SSCB’deki bürokratikleşme ve Stalinist bürokrasinin giriştiği tasfiyeler ve sosyalizm adına yarattığı karanlık toplum, sosyalist aydın ve sanatçılarda derin bir hayal kırıklığı yaratacaktı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bir dönem sosyalist olan aydınların hızla karamsarlığa ve kimilerinin ise nihilizme kaymasının nedeni de buydu.

Ancak ne olursa olsun, gerçek değişmiyor: Ekim Devrimi her alanda köklü değişiklikler yarattı ve geride muazzam bir deneyim bıraktı. Asıl tutulması gereken halka da burasıdır. Ekim Devrimi, kapitalizm altında nesnel bir imkâna kavuşan sınıfsız toplum için verilen mücadelenin en görkemlisi ve muzaffer olanıdır. Kapitalizm tarihsel bir krizle boğuşuyor ve insanlığı her alanda çürütüyor. “Üretici güçler gelişip sınıfsız bir toplumun zeminini döşerken, burjuvazi hem üretici güçlerin sınırsız gelişmesini engellemekte hem de bu üretici güçler üzerinde yeni bir toplum kurulmaması için gerici bir mücadele yürütmektedir. Bu gerilim bir taraftan kriz ve savaş, öte taraftan ise toplumsal çürüme olarak kendini açığa vurur. Nitekim kapitalizmin krizi ve patlayan iki dünya savaşı milyonların canını alıp sakat bırakırken, kentler yok oldu, üretici güçler yıkıma uğradı ve insanlık umutsuzluğa sürüklendi. Kapitalizm, insanlığa faşizm dehşetini ve nükleer bomba felâketini yaşattı. 1990’lardan sonra ise, kapitalist gericileşmenin ve çürümenin hızlanan bir evresine girmiş bulunuyoruz. Elbette bu tesadüf değildir. Kapitalizmin tarihsel buhranı ve çıkışsızlığı kendini daha derinden hissettirmeye başlamıştır. Patlak veren küresel ekonomik kriz ve yürüyen emperyalist hegemonya savaşları bu çıkışsızlığın dünya planındaki görünümleridir. Kapitalizm, topluma bir gelecek vaat edemiyor ve bu durum her alanda kendini bir kriz olarak gösteriyor.

“Şöyle bir bakalım: İşsizlik, yoksulluk ve açlık artarken, milliyetçilik ve ırkçılık yaygınlaşmaktadır. Afrika’da insanlar açlıktan kırılmaya devam ediyorlar. Tutuculuk, düşünme tembelliği, geleceğe inançsızlık, boşvermişlik, hiççilik, hurafelerden ve mistik güçlerden medet umma, akıl dışılık toplumsal atmosfer haline gelmiştir. Son yirmi yılın sanatına ve edebiyatına, özellikle de sinema sektörüne fantastik yaratıkların damgasını basması, aslında kapitalist çürümenin ve çıkışsızlığın bir resmidir. Romanlarda ve bunlardan uyarlanan filmlerde vampirlerden, zombilerden, bilmem kaç başlı canavarlardan, garip görünümlü istilacı uzaylılardan, UFO’lardan, büyücülerden geçilmiyor. Bunların yanı sıra tufanlar, depremler, kasırgalar ve dünyanın yıkımın eşiğine gelmesi… Aslında günümüz burjuva sanatından daha ilerisini beklemek de haksızlık olacaktır. Zira sanat, üzerinde yükseldiği nesnel durumu yansıtır ve onu değişik formlarda üretir. Bu nedenle yukarıdaki tablo, kapitalist çürümenin ve çıkışsızlığın sanatsal ifadesidir.

“Sanatın toplumun gerçek sorunlarıyla ilgilenmesi ve insanın yaratıcılığını tüm yönleriyle dışa vurabilmesi için kapitalizmden kurtarılması gerekiyor. Sanatçı kapitalist piyasanın tutsaklığından kurtulduğunda özgürce yaratmaya girişecektir. Şurası açık ki, kapitalizmin alaşağı edilmesiyle sanata vurulan zincirler kırılacak ve bilinci özgürleşen sanatçının toplumsal temelde yaratıcılığı gürül gürül akmaya başlayacaktır.”[11] Bu mücadelede, Ekim Devrimi, işçi ve emekçi sınıflar için en büyük ilham kaynağı ve yol göstericidir! 

20 Kasım 2017


[1] Troçki, Gündelik Hayatın Sorunları, Yazın Yay., s.255-56

[2] Troçki, Proleter Kültür ve Proleter Sanatı, Edebiyat ve Sanat içinde

[3]  Marx-Engels-Lenin, Sanat ve Edebiyat, Evrensel Yay.,s.261-265

[4] Marx, Engels, Lenin, age,s.54-55

[5] Marx, Engels, Lenin, s.124-5

[6]  Jean Freville, Lenin, Sanat ve Edebiyat, s.202

[7] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, Köz Yay., s.147

[8] Akt: Ahmet Oktay, Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları, B/F/S Yay., 1986, s.70

[9] Troçki, age, s.149

[10]  Kimi Dada sloganları şöyleydi: Dada devrimci proletaryanın tarafındadır! Yıkılsın burjuva entelektüelliği!

[11]  Utku Kızılok, Muhafazakâr Sanat Tartışmaları ve Sanat, www.gelecekbizim.net

İlgili yazılar