Musa Dağ’da Kırk Gün: Zulme Karşı Direnişin Öyküsü
Gülhan Dildar, 16 Ekim 2023

Ermeni halkı, “tehcir” adı altında aylarca süren acımasız soykırıma maruz bırakıldı Osmanlı-Türk egemenleri tarafından. “Ermeni koyunları mezbahaya götürülürken direnmez” diyordu İttihatçılar. Oysa çağlar boyu egemenlerin yarattığı en koyu karanlığa karşı direnenler, teslim olmayanlar her daim çıkmış ve tarihe damgasını vurmuştur. Nitekim hırstan gözü dönmüş Osmanlı-Türk egemenlerinin Ermeni “tehcir” planına karşı da isyanlar olmuştu. Musa Dağ Ermenileri kırıma karşı örgütlü olarak direnen nadir kesimdendi. Roman ve oyun yazarı Franz Werfel, tarihe Musa Dağ İsyanı olarak geçen direnişi Musa Dağ’da Kırk Gün adlı romanıyla ölümsüz kılmıştır. Varlıklı bir Yahudi ailenin ferdi olarak Prag’da dünyaya gelen Werfel, savaş öncesinde Leipzig Üniversitesinde felsefe dersleri verirken, savaş başlayınca üç yıl boyunca Rus cephesinde askerlik yapmış ve bu deneyim emperyalist savaşa karşı tutum almasını ve sonrasında üreteceği eserlerin içeriğini de belirlemiştir.

1929 yılında Suriye’yi ve Antakya’yı bizzat ziyaret ederek topladığı bilgilerle yazdığı roman, doğrudan anlatımlar, tarihsel belgeler ve olgulara dayalı olarak nesnel bir yaklaşımla Ermeni halkının yaşadığı trajediyi gözler önüne sermektedir. Roman, Ermenilerin maruz kaldıkları zulmü pek çok yönden gözler önüne sererken, Musa Dağlıların yaşama tutunma azmini ve ezilen halkların ancak birbirlerine kenetlenerek, dayanışma içerisinde mücadeleyle hayatta kalabileceklerini de çarpıcı bir biçimde ortaya koymuştur. Romanı okuyanların gözlerinin önünde insanın kanını donduran sahneler canlanır ve “bu vahşet gerçek olamaz” duygusu oluşur. Ancak romanda anlatılanlar gerçektir, üstelik bu toprakların kadim halklarının sadece bir kesiminin yaşadıklarını anlatmaktadır. Ne acıdır ki bu yaşananlar geçmiş anılar olarak kalmadı, bugün ezilen Kürt halkına yönelik benzer imha operasyonları gerçekleştirilmeye devam ediyor, adına da “terörle mücadele” deniyor… Kürt köylüleri helikopterlerden atılıyor, Roboski’de olduğu gibi TSK’nın bombardımanıyla katlediliyor, Kürt çocukları güpegündüz sokak ortasında panzerlerle eziliyor… Kısacası katliam geleneği sürerken, bu insanlık ve savaş suçlarını teşhir edenler ise “vatan hainliğiyle, TSK’nın itibarını zedelemekle” suçlanıyorlar.

Bugün olduğu gibi geçmişte de egemen sınıf gerçeklerin kitlelere ulaşmasına tahammülsüzdü. Musa Dağ’da Kırk Gün romanının yayımlanmasından filme çekilmek istenmesi sürecine dek kitabın başına gelenler, dünya burjuvazisinin nasıl bir ikiyüzlülükle hareket ettiğinin çarpıcı bir örneğini sunar. Dün düşman olanların sıra halkların acılarının ve mücadelelerinin tarihsel gerçekliğiyle kitlelerden gizlenmesine geldiğinde nasıl domuz topu gibi birleştiklerini gösterir. Egemen sınıf ezilenlerin tarihsel gerçeklerle buluşup geçmişten dersler çıkarmasını istemez. Bu amaçla da halkların birbirlerinin acılarını anlayıp kardeşleşmesinin zeminini döşeyebilecek filmler, romanlar, ezgiler, tarihsel araştırmalar çoğunlukla yasaklanır, nefretle karalanıp yok edilmek istenir. Roman, İttihat ve Terakki yönetiminin “devlete ihanet” ile suçladığı Ermeni halkının Suriye’nin Deyrizor çöllerine sürülmesi sırasında yaşanan akıl almaz gelişmeleri, Türk egemenlerinin zalimliğini tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdiği için şiddetle yasaklanmak istenmiştir.

Romanın filme çekilmek istenmesi ve TC’nin tahammülsüzlüğü

Franz Werfel, 1929’da Suriye’ye yaptığı gezide Şam’da bir halı dokuma atölyesinde “Yunan tipi çehreler ve büyümüş koyu renk gözbebekleriyle garip çocuklar” görür ve onların Türkler tarafından öldürülen Ermenilerin çocukları olduğunu öğrenir. Çocukların tesirinde kalan Werfel, Ermenilerin yaşadığı trajediyi araştırdıktan sonra roman yazmaya karar verir. Werfel, bu romanı yazarak Ermeni çocuklarının gözlerinde görüp derinden hissettiği insanlık dramını tüm dünyaya duyurmak ister. Bununla birlikte roman Yahudi halkının başına gelecek olan soykırımın bir önsezisi, habercisi olarak kabul edilir. Avrupalı Yahudiler, beklenen faşizm tehlikesine karşı uyarılır. Ancak ne yazık ki gerekli dersler çıkartılamamıştır. Milyonlarca Yahudi, sosyalist aydın, komünist, kısacası Nazi Almanya’sının “kara listelerinde” olanlar faşizmin kurbanı olmuş, Werfel’in kendisi de dâhil yüz binlercesi ise Avrupa’yı terk edip sürgünde yaşamak zorunda kalmıştır.

İlk kez 1933 Martında yani tam da Nazilerin iktidarı ele aldığı bir dönemde Viyana’da yayımlanan Musa Dağ’da Kırk Gün romanı büyük yankı uyandırır. Faşist baskıya rağmen Werfel, 1933 Ekiminde Alman kentlerinde kitabın tanıtımı için konferanslar verir. Kitap pek çok dile çevrilmeye başlanır. Hollywood’un devleri, satış rekorları kıran romanın film haklarını satın almak için yarışırlar. Film hakkını satın alan Metro Goldwyn-Mayer (MGM), bağlı olduğu şirketin yönetimi tarafından daha baştan konunun “hassasiyeti” ve “en azından Türkleri rahatsız etmeyecek şekilde temkinli biçimde ele alınması” konusunda uyarılır. MGM uyarıyı dikkate alarak, Türk egemenleri suçlu göstermek yerine bir Türkün cani olarak gösterileceği bir senaryoda karar kılar. Ayrıca Amerikan film endüstrisinin bir çeşit sansür kuruluşu olan MPPDA’nın (Amerika Film Yapımcıları ve Dağıtımcıları Derneği) başkanı aracılığıyla Türkiye’nin Washington Büyükelçisinin rızası alınmak istenir. Ancak bu girişim fırtına kopartır. Filmin çekilmesi durumunda MGM’nin filmlerinin Türkiye’ye girmesinin yasaklanacağı tehdidinde bulunulur. MGM’nin senaryoda bazı değişiklikler yapma sözü vermesi de TC’yi tatmin etmez.

Aralık 1934’te İngilizceye çevrilen roman, ABD’de yayımlanınca iki hafta içinde 35 bin adet satılır ve bu durum Türk egemenlerini çileden çıkartır. 25 Aralık 1934’te hükümetin resmî yayın organı sayılan Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yazan Falih Rıfkı Atay, Nazi Almanya’sını kitaba karşı uyarır. Werfel’in romanı, Yahudilere direnme gücü vermek için yazdığını iddia ederek Nazileri kışkırtır, yakılan kitapları hatırlatır. Ayrıca romanın Türklüğe hakaret içerdiği, gerçekleri çarpıttığı ileri sürülüp Alman resmi makamlarından yasaklanması talep edilir. İki ay geçmeden Nazi Propaganda Bakanı Goebbels “Türkiye’ye duydukları dostluğun nişanesi olarak” kitabın yasaklandığını ilan eder. Ancak roman çoktan Yahudilerin başucu kitabı olmuş, hatta kitabı okuyan iki yüz kadar Yahudi Musa Dağ’ı ziyaret etmiştir bile…

Türk gazetelerindeki kalemşorlar artık Yahudileri de tehdit etmeye başlar. “5 Eylül 1935 günü Akşam Postası’nda «Yahudi müesseseler dikkat ediniz! Bir filmin kazancı yüzünden ırkınıza karşı şimdiye kadar düşmanlık etmeyen Türkleri kızdırmayın!» yazıyordu. «Milli dava»ya destek çıkan Ulus, Hürriyet ve Cumhuriyet gazeteleri birinci sayfadan protesto kampanyalarına başlamışlardı bile. Savunma tanıdıktı: «Ermeni meselesi halledilmiş ve unutulmuştur! Yoksa halen Meclis’te Ermeni üyenin olması nasıl açıklanabilir? MGM, durup dururken kapanmış bir konuyu gündeme getirirken neyi amaçlamaktadır?» Makalelerde hem Werfel’in Yahudi olduğu, hem de MGM’in «bir Yahudi Şirketi» olduğu vurgulanıyor, olayın «Ermeni-Yahudi Komplosu» olduğu ima ediliyordu.”[1]

Werfel ve romanına dönük linç kampanyası içerde ve dışarıda hız kesmez. İstanbul’da adeta rehine olarak tutulan Ermeni Cemaati Cismani Meclisi de Werfel’in romanı üzerinden gelişen olayları kınama açıklaması yapmaya zorlanır. “Cumhuriyet gazetesinden bir yazar «Türk düşmanı Yahudilere ilk hücumu siz Musevi vatandaşlarımız yapmalısınız. Bu sizin içinde yaşadığınız memlekete ve millete karşı borcunuz ve vazifenizdir» diyor, Yunus Nadi Werfel ile «Yahuda rolü oynayan Yahudi yazıcı», «Yahudi serseri» diye alay ediyordu. Mesajı alan Ermeni Cismani Meclisi, 15 Aralık 1935’te filmi protesto eden bir açıklama yayımladı. Açıklamada «Yüzyıllardan beri ilk defa Büyük Cumhurbaşkanımız Atatürk’ün kurduğu cennette kardeşçe bir hayat yaşayan Türk Ermenileri olarak bu yazarı ve onun kitabını mahkûm etmek için yakıyoruz» gibi bir şeyler söyleyip ardından Pangaltı Ermeni Kilisesi bahçesinde Werfel’in kitaplarını yaktılar.”[2]

Türkiye’nin diğer ülkelerden filmin engellenmesi konusunda destek istemesi üzerine Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya ve Yunanistan Türkiye’nin imdadına yetişerek MGM’yi çekilecek filmin kendi ülkelerinde izletilemeyeceği konusunda uyarırlar. 1936’da Fransa da bu koroya katılır ve eğer film çekilirse, tüm MGM filmlerine yasak konulacağı tehdidinde bulunur. Bu tehditler üzerine geri adım atan MGM, 1938’de Mustafa Kemal’in ölümünün ardından tekrar şansını denediyse de aynı engellerle karşılaşır ve film yıllarca çekilemez. Türkiye İkinci Dünya Savaşına gidilen süreçte dönemin siyasal konjonktüründen faydalanarak dış ülkelerin desteğini alır ve filmin engellenmesini başarır. Nitekim roman ancak 1982 yılında film olarak çekilir. Roman, Türkçeye ise Ragıp Zarakolu’nun Belge Yayınları tarafından ancak 1997’de kazandırılır.

Emperyalist savaş ve yaklaşan kırım

İnsanı nice acının yaşandığı tarihsel gerçeklerin içinde bir nehir gibi sürükleyen romanda karakterler hayalidir. Ancak birtakım kurgular dışında romandaki bilgiler, genel olarak yazılı ve sözlü tarih anlatımlarına uygundur. Bugün Hatay’ın Samandağ ilçesine bağlı olan Musa Dağ eteklerindeki köylerin Ermenice isimlerinin tamamı Türkçe isimlerle değiştirilmiştir. Hiç de yabancısı olmadığımız bu asimilasyon yöntemiyle bölgenin tarihi unutturulmak istenmiş, Ermeniler bir zamanlar o coğrafyanın kadim halklarından biri değilmiş gibi hafıza silme operasyonu uygulanmıştır.

Romanın başkarakteri Gabriel Bagratyan, Paris’te yaşadığı sırada ağabeyi Avedis’in hasta olduğu haberi üzerine önce İstanbul’a, oradan da ağabeyinin arkasından Lübnan’a gider. Gabriel, eşi ve oğluyla birlikte Beyrut Limanına çıktığında Balkanlar ve Galiçya’daki ilk çarpışmalarla Birinci Dünya Savaşı da başlamıştır. Bagratyan ailesi bir süre Beyrut’ta kaldıktan sonra, savaşta yer alan Fransa’da kalmanın güvenli olmayacağını düşünerek Musa Dağ eteğinde bulunan Yoğunoluk Köyündeki baba evine geçer. Fransa’da okumuş, entelektüel birikime, askeri tecrübeye sahip Gabriel Bagratyan da, tüm Musa Dağ köylüleriyle aynı kaderi paylaşacaktır. İttihat Terakki, saldırganlık ve hırsla savaş sürecini kendi lehine çevirmek için acele etmekte, maceracı politikalara girişmektedir.

Osmanlı orduları dört cephede, Kafkaslar’da Ruslara, Mezopotamya Çölünde İngiliz ve Hintlilere karşı savaşır. Avustralya tümenleri, müttefik donanmayla birlikte Boğaz kapılarını zorlamak için Gelibolu Yarımadasına çıkartma yapmışlardır. Suriye ve Filistin’deki Dördüncü Ordu ise Süveyş Kanalı’na yeni bir saldırı için hazırlanmaktadır. “Savaş Tanrısı” Enver Paşa, Kafkasya’da karakışta giriştiği çılgın seferde iki kolordunun yok olmasına sebep olmuştur. Gabriel orduya yedek subay olarak başvurup kâğıtlarını albaya gösterdiğinde subay sıkıntısı olmasına rağmen geri çevrilir. Çünkü İttihatçılar, savaşın istemedikleri biçimde sonuçlanması durumunda, ellerinde silah bulunduran Ermenilerin bunları kendilerine karşı kullanabileceklerinden ve bazı haklar alabileceklerinden korkarlar. Bu sebeple de Ermeni birlikleri cepheden alınır ve silahsızlandırılırlar. Sadece cephe gerisinde yol yapım çalışması gibi işlerde amele taburlarında ölesiye çalıştırılırlar.

İstanbul’daki Ermeni liderleri tutuklanır, Ermeni gazetelerinin yayımı durdurulur, bütün işyerleri ve dükkânları kapatılır. Bu gelişmeler üzerine Bagratyan, yaklaşan tehlikenin farkına vararak bölgedeki köylerin ileri gelenlerini, papazları, muhtarları toplayarak geleceğe hazırlanmak gerektiği konusunda uyarır. Çaresizce boyun eğmekten başka çözümler olabileceğini anlatmaya çalışır ama karşılaştığı cevap “çaresiziz, başımızı uzatmak zorundayız, belki sadece bağırabiliriz” şeklindedir. Kaderine boyun eğmeye alışkın Şark’ın edilgenlik hali Bagratyan’ı çileden çıkarır. Tanıdığı politikacılara, diplomatlara, Fransızlara, İngilizlere, Almanlara, İskandinavlara, aklına gelen tüm isimlere, ilişkilere ulaşıp dünyayı sarsmak ister… Ancak tüm bölge halkı gibi kendisi de adeta kapana kısılmıştır, mektuplar dahi iletilememektedir. Öte yandan “Avrupa izin vermez buna” diyerek kendisini teselli etmeye, umudunu kaybetmemeye çalışır. Ancak Avrupa yüz binlerce Ermeninin katledilmesini sadece seyreder.[3]

İttihatçıların kindarlığı ve Zeytun’un hedef alınması

Kilikya’ya ait Toros Dağlarının batı kesiminde, yükseklere kurulmuş eski, küçük bir kentti Zeytun. Musa Dağ’daki köyler gibi burada da ezelden beri Ermeniler yaşamışlardı. İttihat ve Terakki hükümeti, Türk olmayan nüfusu dengelemek ve denetlemek istediği her yerde yaptığı gibi burada da çok sayıda subay, memur, zaptiye ve askerî birliği aileleriyle birlikte bulunduruyordu. Bu uygulamayla azınlıklar üzerinde mutlak olarak Türk egemenliği sağlanmaya çalışılıyordu. 19. yüzyıl ortalarına kadar özerk yönetime sahip olan Zeytun, İttihatçıların özel olarak gözünü diktiği bir yerdi. Zeytunlu Ermenilerin bağımsızlık tutkusu kibirli İttihatçıları rahatsız ediyor, öfkelendiriyordu. Yöre halkına özel nefretin nedeni ise başka yerlerde “büyük başarılar” elde eden Hamidiye Alaylarını 1896’da büyük bir yenilgiye uğratmış olmalarıydı. Hatta bu çapulcu sürülerine yardıma koşan düzenli taburlara da korkunç kayıplar verdirmişlerdi. Emperyalist dünya savaşıyla birlikte intikam vakti gelmiş, Zeytunlu Ermenilerin de yok edilmesinin fırsatı geçmişti İttihatçıların ellerine. Artık “tehcir” kararının bildirilmesi için fırsat kollanıyordu.

Osmanlı’da oyun bitmez denir ya işte Zeytun’da yaşananlar tam anlamıyla bunun ibretlik örneğidir. Kaymakamından valisine İttihatçıların yer aldığı kumpas çetesi, halkı tahrik edip isyan ettirmek amacıyla türlü tezgâhlar tertipler. Önce hastalarla sakatlar dahi askere yazılırlar ve yazılanlar tereddüt etmeden giderler. Kaymakam yasal olmayan vergiler ve savaş yükümlülükleri koyar, bunlar da zamanında yerine getirilir. Yersiz zafer törenleri, milliyetçi gösteriler düzenlenir, halk bunlara da uysallıkla katılır, hatta Osmanlı askerinin zafer şarkılarına dahi eşlik eder. Bir türlü halkı kışkırtıp isyan çıkartmakta başarılı olamayan kaymakam, bu kez Ermenilerin temsilcisi Zeytun belediye başkanını oyuna getirip Maraş’a mutasarrıfa gönderir. Maraş’a giden belediye başkanı “vatan haini, devleti yıkmayı amaçlayan bir komplonun üyesi” olarak suçlanıp zindana atılır ve temsilcileri tutuklanıp aşağılanan halkın isyan etmesi beklenir. Lakin bu hamle de Zeytun Ermenilerini kışkırtamamıştır. Sözde Müslüman halkı korumak amacıyla alelacele bir araya toplanmış azgın milliyetçi sürüden –Abdülhamit zamanındakine benzer şekilde kollarına birer yeşil kolluk geçirilip, ellerine de birer tüfek verilerek– bir “milis teşkilâtı” kurulur. Bu uygulamaya ilk tepki yöredeki Müslüman ahaliden gelir, kaymakama çıkıp silahlı gücün derhal dağıtılması istenir. Fakat Müslüman halk da dikkate alınmaz.

Ermeni halkını tahrik amacıyla girişimlerde bulunan bu azgın milisler, bu kez bir parkta çocuklarıyla birlikte bulunan Ermeni kadınlara saldırır, kucaklarındaki çocukları yere atmaya çalışıp kadınların boğazlarına sarılınca kadınların, çocukların çığlıkları, ağlamaları her yanı sarar. Çok sayıda Ermeni erkeği can havliyle bu milisleri dövüp ellerindeki silahları alınca bu durum “devlete açık isyan” sayılır. Bu olayla birlikte beklenen fırsat yakalanmış olur ve Zeytun bir hafta içerisinde kışlaya dönüştürülür. Cephede savaşan ordunun silahlı güce inanılmaz derecede ihtiyaç duyduğu bir dönemde Zeytun’a böylesine bir askeri yığınak yapılması hayra alamet değildir. Asker kaçakları ve “isyancılar” binlerce Osmanlı askeri tarafından kuşatılır. “Nasılsa öleceğiz. Savaşarak ölmeyi tercih ederiz” diyen grup istense oracıkta ölü ya da diri ele geçirilebilecekken beklenir, yöre sessizliğe bürünür. Zeytun halkı, bu sıkıntılı sükûnetin, özellikle inceden inceye planlanmış bir felâketin habercisi olduğunu hisseder. Kuşatma altında bulunanların, “arkalarında tanınmayacak hale getirdikleri iki ölü bırakarak, gece karanlığında kaçtıkları” söylentisi yayılır. Dört binden fazla eğitilmiş silahlı askerin oluşturduğu çemberin yüz kişilik bir grup tarafından yarılmasının mümkün olmadığı iddia edilerek bu kaçıştan bütün halk sorumlu tutulur. “Vatan haini Zeytunlular”ın, kuşatılmış olan suçluları şeytanca bir yolla kaçırdıkları söylenir.

Zeytun’un en yaşlı ve ileri gelenleri, sözde mevcut durumu değerlendirmek üzere, mutasarrıf ve askerî mevki komutanıyla yapılacak bir “konferansa” çağırılırlar. Doktor, öğretmen, papaz, büyük tüccar ve işadamlarından oluşan tanınmış elli kişi, “konferans” adı altında garnizon bahçesinde kaba astsubaylar tarafından toplanarak insan onurunun ayaklar altına alındığı, alçaltıcı bir muamele görürler. Ferman açıktır: Hemen o gün, Maraş-Halep hattı üzerinden Mezopotamya çölüne, Deyrizor’a doğru yola çıkmak zorundadırlar! Bu gruptaki Ermeniler donup kalırlar. Sadece sözcüleri yeni belediye başkanı, zar zor çıkan sesiyle ailelerinin Zeytun’da huzur içinde bırakılmaları lütfunda bulunulmasını ister. Lakin İstanbul’dan gelen emir, bebeklere varıncaya kadar bütün Ermeni nüfusun göç ettirilmesi yönündedir. “Kahraman” Osmanlı askerine kafa tutma cesaretini gösteren Zeytun halkına dair belleklerde bir anı kalmamalıdır! Artık Zeytun diye bir yer yoktur, “Sultaniye” vardır. Ermenilerden geriye kalan evlere, mal varlıklarına ise yağmacılar, hırsızlar, haydutlar leş kargaları gibi üşüşürler. Sürgüne gönderilen Ermenilerin evlerine taşınır ya da buralardan kağnılarla, yük hayvanlarıyla acele etmeden, saklanmadan ağır ağır iğneden ipliğe her şeyi taşırlar. Sanki yapılan yağma, hırsızlık değil de yasal bir taşınmaymış gibi davranır resmi makamlar. Bu, Müslüman ahaliye Ermenilere yapılan zulme sessiz kalmalarının mükâfatıdır adeta.

Ermeni “tehciri” başladıktan sonra her gün sabah saatlerinde aynı dramatik sahne tekrarlanır. En zengin ailelerden başlanarak parça parça göç kafileleri oluşturulur, zenginlik azaldıkça göç kafilesine dâhil edilenlerin sayısı arttırılır. Savaşı fırsat bilip Ermenilerin kaderini tamamen ellerine alan İttihatçıların başlattıkları bu “göç” başka yerlerdekine benzemez. Yazar şöyle anlatır romanda bu durumu: “Avrupa savaş cephelerinin büyük menzil mıntıkalarında bütün kentler, bütün köyler de boşaltılmıştı, ne var ki ülkeleri işgal edilen bu insanların kaderi ne kadar ağır olursa olsun, Zeytunluların kaderiyle karşılaştırılamaz. Savaşta tahliye edilenler, hayatlarının korunması için ölüm mıntıkasından uzaklaştırılmışlardı. Düşman ülkelerde bile bakım ve yardım sunulmuştu onlara. Ne kadar acı çekiyor olsalar da, belli bir süre sonra yeniden evlerine dönme umudunu yitirmemişlerdi. Oysa Ermeniler için, hiçbir koruma, hiçbir yardım, hiçbir umut yoktu.

Zeytun’da her gün tanık olduğu trajik sahneye rağmen hâlâ iyimserliğini koruyan Papaz Aram Tomasyan, çocukların yatılı kaldığı kendi yönetiminde bulunan yetimhaneye dokunulmayacağını düşünür. Ancak çok geçmeden Aram’a da o meşum çağrı ulaşır. Çağrı, daha baştan ölüm yolculuğuna çıkartılacaklarını ele vermektedir:“Yanınıza taşıyabileceğinizden fazla yük almayacaksınız. Size olanaklar ölçüsünde günde yüz dirhem ekmek verilecek. Bunun dışında istediğiniz şeyleri satın alabilirsiniz. Kafileyi terk etme, nakil işlerinden sorumlu komutan tarafından cezalandırılacak, tekrarı halinde ise, ölüm cezası söz konusudur. Araba kullanmak yasaktır.” Aram, kendisiyle birlikte yola çıkartılan kadınları, çocukları cesaretlendirmek, dirençli olmalarını sağlamak için iyimser sözler söylemeye devam eder: “Yarın sabah Maraş’a varırız. Orada her şey değişecek. Büyük ihtimalle, yeniden evlerimize dönme emri gelene kadar Maraş’a yerleştirileceğiz. Evlerimize döneceğiz, bu kesin. İstanbul hükümeti burada olanları onaylıyor olamaz. Nihayetinde milletvekillerimiz vs. ulusal meclisimiz var. Elçilikler de gürültü çıkarırlar. İki üç hafta içinde her şey yine eskisi gibi olur. Fakat en önemlisi, Maraş’a kadar sağlıklı kalmanız, güçlü ve dinç olmanız.

Aram Tomasyan’ın boş bir iyimserlik içeren bu sözleri, esasında genel olarak o dönem Ermeni halkına hâkim olan duyguyu sembolize etmektedir. Ermeniler, İstanbul hükümetinin merkezi olarak örgütlediği topyekûn bir yok oluşla yüz yüze olduklarının farkında değillerdi, göçle yerleri değiştirilse de yaşam haklarının ellerinden alınacağını düşünmüyorlardı. Bu yüzden de çok nadiren isyan etmişlerdi. Mesela Aram yolda tanıklık ettiği olaylardan sonra durumun vahametini kavrar ve Musa Dağ’a ulaşmanın bir yolunu bulur, Ermeni halkının neyle karşı karşıya olduğunu oradakilere anlatır. Zorlu sürgün yolunda kafiledeki çocuklar ve kız kardeşi akıl almaz olaylar yaşar, tıpkı diğer kafilelerin başına gelenler gibi… Kilometrelerce yürüyen çocukların ayaklarında yaralar açılır, inlemeler, sızlamalar başlar. Başlarındaki subay iyi niyetli biri olsa bile gerekli dinlenmelerin dışında mola veremez. Aldığı emirde belirtilen yere kafilenin zamanında varması gerekir, aksi takdirde subayın da canı tehlikede demektir…

“Tehcir” kararıyla birlikte Osmanlı boyunduruğunda yaşamayı sürdüren Anadolu Ermenileri artık ağır ağır hem fiziksel hem ruhsal olarak yok ediliyorlardı. Ermenilerin yaşadıkları tarifsiz vahşet Werfel’in aktarımıyla şöyle özetlenebilir: “Bugünden yarına, evinden, işinden, yıllarca emek vererek elde ettiklerinden sürülüp atılmak! Nefretin eline düşmek! Asya’nın tozlu yollarına çırılçıplak atılıvermek, önünde binlerce mil toz, taş ve çamur olması! Artık hiçbir zaman insana yakışır bir gece barınağı bulamayacağını, artık hiçbir zaman insana yakışır bir masada yiyip içemeyeceğini bilmek! Daha bitmedi. Mahkûmlardan daha az özgür olmak! Herkesin cezalandırılmaktan korkmadan öldürebileceği kanı helâl olanlardan sayılmak! Zavallılardan meydana gelmiş, yerlerde sürünen bir kalabalığın içine, izin verilmeden işemenin bile mümkün olmadığı bu seyyar toplama kampına tıkıştırılmak.

“Savaşta gerçek, her yerde yasaklanmış silahlardan biriydi”

Zeytun’da yaşananlar, yol kenarlarında biriken ölüler İttihatçıların planlarını gözler önüne seriyordu. O dönem elçilikler, yardım kuruluşları temsilcileri vs. ile İttihatçılar arasında geçen diyaloglar da yaşanan sürecin nasıl cereyan ettiğinin teşhiridir. Nitekim romanda Bonaparte özentisi Enver’le Alman Papaz Johannes Lepsius arasında geçen tartışmalar da bunun örneklerinden biridir. Alman misyoneri sıfatıyla başta Ermeniler olmak üzere Doğudaki Hıristiyanlara yapılan yardım çalışmalarını yürütmek amacıyla İstanbul’a gelen Lepsius, Enver’le görüşerek Anadolu’daki kırımın farkında olduklarını söyler ve bundan vazgeçilmesi uyarısında bulunur. Enver ise kendi hükümetleri döneminde Ermenilerin adalete kavuştuğunu ancak ihanet ettikleri için tehcir kararının gerekli olduğunu savunur. “…Sizin Ermeni dostlarınız devrimimizi şiddetle onayladılar, bize bağlı kalacaklarına dair her türlü yemini ettiler. Sonra da yeminlerini bir gece içinde bozdular. Osmanlı milleti, milletimiz tehlikede olmadığı müddetçe göz yumduk buna. Devleti Osmanî’de yaşıyoruz herhalde, öyle değil mi? Ama savaş patlak verdikten sonra, ihanet, yıkıcı davranışlar artınca, asker kaçaklığı egemen olmaya, açık isyanlar yaşanmaya başlanınca –Zeytun’daki büyük isyanı anımsatmak yeterli olur sanırım– eğer bir halk hükümeti olmak ve savaş yürütmek hakkını yitirmek istemiyorsak, karşı önlemler almak zorundaydık.

Enver, Papaz Lepsius’un hiç değilse sürgün kafilelerine gıda ve diğer ihtiyaç malzemelerinin ulaştırılması teklifini dahi reddeder. Bu, “göç” adı altında Ermenileri bilerek isteyerek öldürmek demektir. Esasında Lepsius’un dediği gibi Ermenilerin “göç” ettirildiğini söylemek en hafif tabirle “sözcüğün ırzına geçmek” demektir. “Dağlı köylülerden, zanaatkârlardan, kentlilerden, uygar insanlardan oluşan bir halkı, bir kalem darbesiyle, Mezopotamya çöllerine, bozkırlarına, bedevi kabilelerinin bile kaçtığı okyanuslar kadar geniş o sahraya sürmek olacak iş mi?” der Lepsius ve şöyle devam eder: “Aslında bu amacın kendisi de bir hileden ibaret. Çünkü bölge yetkilileri, nakil işini öyle düzenliyorlar ki, zavallılar yürüyüşün ilk sekiz gününde açlık, susuzluk, hastalık nedeniyle ölüyor ya da çıldırıyor. Dirençli delikanlılarla erkekler ise Kürtler, haydutlar, hatta bizzat askerler tarafından katlediliyor. Genç kızlarla kadınların payına düşen de tecavüze uğrama. Irzına geçtikleri kadınların sadece bedenine değil, o kadınlarda düşmanın tanrısına sahip oluyorlar sanki.

Enver, Lepsius’la görüşmesinde insanlarla veba mikrobu arasında barış olmaz” diyerek Ermenileri yok etmekte kararlı olduklarını ifade etmekten çekinmez. Çünkü dönemin savaş konjonktürü ve Almanya ile ilişkileri İttihatçıların ellerini güçlendiriyordu. Hatta kimi Alman subaylar da tehcire bizzat eşlik etmişti. Tüm bunlar İttihatçıların pervasızlıkta sınır tanımamalarını beraberinde getiriyordu. Kırım planının koordinatörlüğünü üstlenen Talat, vali ve mutasarrıflara Ermenilerden kurtuluşun verdiği coşkuyla Tehcirin [varış] hedefi yoktur emrini iletiyordu. Acımasız planın başarıyla ilerlediğini görmenin sarhoşluğuyla, “Evet! Sonbaharda bütün insanlara büyük bir dürüstlükle yanıt verebileceğim: «La question arménienne n’existe pas. Artık Ermeni sorunu diye bir şey yoktur” diyordu Talat. İç yazışmalarında açık açık yok etmekten bahseden İttihatçılar, gerçeklerin konuşulmasını, gazetelerde vs. yazılmasını istemiyordu. “Savaşta gerçek, her yerde yasaklanmış silahlardan biriydi.

İttihatçı hareketin giriştiği “temizlik” harekâtıyla, bu toprakların kadim halklarının yüzlerce yıllık birikmiş deneyimleri, kültürel, sanatsal, toplumsal değerleri de dinamitlenmiş oluyordu. Örneğin Ermeniler tarım ve çeşitli zanaatlarda Türklerden çok ilerideydi. Daha o dönem Kilikyalı Ermeniler, Avrupa’dan yüzlerce tarım makinesi ithal etmiş ve eski tarım ekonomisinden çıkıp gelişmiş bir tarım sanayiine doğru imparatorluğa adım attırmaya çalışıyorlardı. Avrupa’nın en iyi üniversitelerinde eğitim görmüş Ermeni doktor, mühendis, avukat, uzman öğretmenler vardı. Ermeniler kızlarını bile o dönemde yurtdışına eğitim için gönderiyorlardı. Böylesine birikimli, deneyimli işgücü, göz kırpılmadan büyük bir kin ve nefretle yok edilince ülke çoraklaştı, yavanlaştı. Özellikle kentli nüfusun gönderilmesi sosyalist hareketin ve işçi sınıfı hareketinin gelişimini olumsuz yönde etkiledi.

Anadolu’nun dört bucağından Zeytun, Maraş, Antep ve Adana’dan; kuzeyde Sivas civarı, Trabzon ve Erzurum’dan; doğuda, Harput, Diyarbakır, Urfa ve Bitlis’ten yola çıkartılan kafileler Torosların ötesine, Halep önlerine insan seli olup akıyordu. Elbette ki bu akış kesintisiz bir akış değildi, canlar yitirilerek kafileler küçülerek ilerliyordu. Nice travmanın yaşandığı bir zulüm ilerleyişiydi bu. Açlıktan ölmüş evladını günlerce sırtında taşıyan anayı mı saymalı, “Tanrı’ya kurban sunarmış gibi, gözleri ışıl ışıl marşlar söyleyerek çocuklarını kayalıklardan Fırat’a atan o çıldırmış anneler”i mi? İlk başlarda ölenlerin listeleri tutulurken hastalıktan, açlıktan ölenlerin sayısı öylesine artmıştı ki, zaptiyelere, çavuşlara göre artık yazı çizi işi anlamsızlaşmıştı. Sarkis, Astik ya da Hapeth, Anuş, Vartuhi ya da Koren’in bir çukurda çürümesi kimi ilgilendirecekti ki?

Sıra Musa Dağ’a geliyor…

Halep ve vilâyetin sancak ve kazaları, eriyerek ağır ağır yok olan bu insan selinden habersiz, hiçbir şeyden etkilenmemiş gibi alışılmış yaşamlarına devam ediyorlardı. Musa Dağ’da her şey hipnoz uykusundaymışçasına sakindi. Koca dağ, yakınlarından akıp giden korkunç göçü görmüyor gibiydi. Tarla ve bahçelerde, dokuma ve torna tezgâhlarında her zamanki gibi yorulmak nedir bilmeden, belki de eskisinden daha çok çalışıyorlardı. Antakya’da her hafta kurulan pazara inip ürünlerini satıyorlardı. Aynı şekilde, Türk satıcılar da, eskiden olduğu gibi, köylere geliyor, sanki hiçbir şey yokmuş gibi, her kuruş için sıkı pazarlık etmeyi sürdürüyorlardı. Aslında çoğunluk yaklaşan tehlikeyi hissediyordu. Ne var ki daha önce bu çapta bir kırım yaşanmadığı için neyle karşı karşıya kalacaklarını tam tasavvur edemiyor, bu belânın hafif kayıplarla geçip gideceğine inanmak istiyordu. Kendilerine yol gösterip önderlik edecek pek kimse de kalmamış, öncesinde hepsi ya savaşlarda can vermiş ya da Osmanlı’nın gadrine uğramıştı.

Adana (1909) ve başka yerlerde binlerce Ermeninin katledildiği zamanlarda bile Musa Dağ köylerinde barış hüküm sürmüştü. Katliamlar başladığında en kötü ihtimalle yedi gün sürerdi. Bu katliamlardan korunmak için kadın ve çocuklara saklanacak yerler bulunur, bir şekilde kurtulabilme şansı olurdu. Ancak bu kez durum tasavvur ettiklerinin çok ötesindeydi. “Öyle ki en vahşi ölüm bile, sürgünle kıyaslandığında kurtuluş sayılırdı. Her şeye rağmen insanların ve evlerin bir kısmını ayakta bırakan bir deprem gibi geçip gitmezdi sürgün. Son Ermeni kılıçtan geçirilesiye, yolda açlıktan, çöllerde susuzluktan ölesiye, kolera ve tifodan yok olasıya kadar sürecekti. Bu kez söz konusu olan, kuralsız keyfiyet, kamçılanmış kan dökücülük değil, çok daha dehşet verici bir şeydi: Düzen. Her şey İstanbul’da bakanlıklarda hazırlanan bir plana göre yürütülüyordu.” Aylarca arka arkaya yola çıkartılan kafilelerin sistematik ağır ağır ilerleyen ölüm yolculuğuydu bu. Tüm Anadolu’nun yolları ölüm kamplarına çevrilmişti adeta.

Papaz Aram Tomasyan’ın nakil kafilesinden ayrılıp Musa Dağ köylerine haber getirmesiyle, oradaki ahali de artık karşı karşıya kalınan zalimliğin öncekilerden bin beter olduğunu öğrenmişti. Aram, Zeytun’dan çıkartıldıkları o bitip tükenmez dehşet yolculuğu bütün ayrıntılarıyla Musa Dağlı köylülerin gözleri önüne sermişti. “Eski katliamları düşünmeyin! Bu kez hepsinden daha kötü, daha kederli, daha acımasız ve her şeyden önce daha yavaş. Gece de gündüz de devam ediyor…”diye tekrar edip duruyordu. “Ayaklarda yaralar açılıyor, vücutta şişmeler baş gösteriyor, düşüp kalmalar, yere yığılmalar başlıyor, kırbaç darbeleri altında haftalar boyu süren yolda geberip gidiyorlardı. Aram’ın anlattıkları kalabalığın üzerinde kamçı etkisi yapmıştı. Fakat ilginçtir! Bu binlerce insanın işkence edilmiş ruhundan hâlâ tek bir çığlık kopup gelmemiş, hâlâ tek bir kişi kendini kaybetmemişti. Orada kapının önünde durmuş konuşan insanlara, kendilerini ilgilendirmeyen bir şeyler anlatan trajik soytarılarmış gibi bakıyorlardı hâlâ. Bu bağcılar, meyve yetiştiricileri, tahta oymacıları, tarakçılar, arıcılar, ipek böceği yetiştiricileri, ipek dokuyucuları yaklaşan o şeyi uzun süreden bu yana bekleyen bu insanlar, bekledikleri şeyle karşılaştıkları bu anda bütün kavrama yeteneklerini kaybetmişlerdi sanki. Çökmüş yüzler daha da bitkin görünüyordu. Son zamanlarda yaşadıkları o hastalıklı kozalaşmayı delip çıkmak için yeterli canlılık yoktu kimsede.

Şark’ın kadim halklarından Ermenilerde de ne yazık ki kaderine boyun eğme, devlete biat kültürü fazlasıyla vardı. Werfel’in sözleriyle, “Can düşmanı olan devlete karşı dehşetle karışık saygı beslemekteydi. Devlet, insanı nedensiz dövebilen, tutuklayabilen zaptiyeler demekti; devlet, evlere gidip istediği her şeye el koyabilen vergi memuru ve mültezim demekti; devlet, askerlik bedeli ödemeye gittikleri binada, duvarlarında sultanın resmiyle, Kur’an’dan ayetler asılı, tükürük hokkaları ağzına kadar dolu kalem odası demekti; devlet, askere alındıklarında tıkıldıkları asık suratlı avlusuyla garnizon demekti; çavuş ya da onbaşının askerleri yumruklayabilmesi, Ermeni delikanlıları için özel falaka ayrılması demekti devlet.” Ama her şeye rağmen, bu korku ve teslimiyet duygusundan Ermeni gençleri de kurtulamıyorlardı. Bunca kahredici olay karşısında öfkelenip isyan etme refleksinin ağırdan gelmesi yüzlerce yılın getirdiği alışkanlıklardandı biraz da…

Musa Dağlı köylüler artık kendilerini neyin beklediğini bilmektedir ve önlerinde iki seçenek vardır: ya direnecekler ya da uysal bir kuzu gibi tehcire rıza göstereceklerdir. Ölümle burun buruna günlerce yolculuk yapan Aram Tomasyan, olayları anlattıktan sonra “Biz de mümkün olduğunca çabuk ölmek istiyoruz. Erkek, kadın, çocuk hepimizin hemen ölmesi için evlerimizi savunacağız!” der. Kalabalığın içinden Gabriel Bagratyan “Neden ölüm?” diye sorar ve insan onuruna yakışır bir yaşam için direnmeyi önerir. “İki ölüm arasında seçim yapacağız. Ya çarpışırken namusumuzla öleceğiz ya da korkunç ve aşağılayıcı biçimde katledileceğiz. Bunu iyice anlarsak, eğilmez kararlılıkla birinci ölümü, yani namusumuzla ölmeyi seçersek, belki de bir mucize olur, ölmek zorunda kalmayız.

Musa Dağlı köylüler tartışmalar sonrasında ikiye bölünürler. Büyük bir kısmı savunmasız bir şekilde Deyrizor yolunda sürgünde açlıktan ya da salgın hastalıktan ölmeyi reddedip direnişi seçer. Bir kısmı ise papaz Ter Haykazun’un arkasından giderek kaderlerine boyun eğmeyi tercih eder. Ter Haykazun’un, “İsa bizi yönetenlere boyun eğmemizi emretti. İsa, kötülüklere karşı koymamamızı emretti. … Sürümün çobanı olarak itaatsizliği onaylayamam. Hükümete, bütün dünyanın gözü önünde severek kullanacağı bir araç sunulmuş olacak, Ermeni milleti mensupları, devletin birliğini parçalayan vatan hainleri olarak damgalanacaklar. İyi bir kadın, kocası kendisine eziyet etse de evini terk etmemeli” sözleri Ermeni halkını “uysallaştıran” dinsel, kültürel faktörleri de göstermektedir. Fakat tüm bu faktörlere rağmen belli bir noktadan sonra isyan kaçınılmaz hale gelebiliyor. Örneğin kadınlardan biri atılıp şöyle der: “Aşağılanarak yok olmak, yollarda gebermek, yol kenarlarında çürüyüp gitmek istemiyorum, kesinlikle istemiyorum! Ama ben, sürgün kamplarından birinde, şerefsiz katillerle şerefsiz kurbanların arasında da yaşamak istemiyorum! Biz kadınlar bütün bunları istemiyoruz, hayır, hiçbirimiz istemiyoruz! Eğer erkekler korkarlarsa biz kadınlar silahlanıp Musa Dağ’a çıkarız… Gabriel Bagratyan’la birlikte!” Artık saflar netleşmiştir, herkes kendi tercihleri doğrultusunda ilerleyecektir. Ter Haykazun ve onunla birlikte boyun eğenleri hazin son ve pişmanlık beklemektedir.

Direnmeyi tercih eden ahali ise her türlü gerekli malzemenin Musa Dağ’a çıkartılmasıyla hazırlıklara başlar. Gabriel’in kıyıma karşı neler yapılabileceğini düşündüğü sıralarda oluşturduğu harita üzerinden direniş mevzileri, lojistik alanları, nöbet yerleri, dağı kale gibi saracak olan istihkâm önceden en ince ayrıntısına kadar hazırlanacaktır. Yoksul zengin tüm köylüler, ellerinde ne var ne yok tüm erzak ve gerekli eşyaları Dağ’a çıkarttıklarında artık kimsenin özel mülkü yoktur, her şey oradaki topluluğun ortak malıdır, gündelik yaşam bir çeşit komün modelinde örgütlenir. Yaşamın disipline edilmesi, herhangi bir kargaşanın çıkmaması için herkesin belli görev ve sorumlulukları vardır. Çocukların eğitiminden yemek pişirmeye, hayvan bakımından askeri alana görev tanımları, nöbetler ve daha pek çok şey en ince ayrıntısına kadar planlanır. Çadırlardan kurulu okullarda öğretmenler ders vermeye devam eder, çocuklar başıboş bırakılmaz. Ortak yemekhane kurulup yemek ihtiyacı birlikte karşılanır, hasta, yaşlı ve çocuklar haricinde kimseye ayrıcalık tanınmaz.

Bir halkın onurlu bir yaşam için direniş tercihiyle çıktığı Musa Dağ’da günler boyu büyük bir yaşam mücadelesi verilir hem açlığa hem Osmanlı askeri birliklerine karşı… Bunun detaylarına burada yer vermemizin olanağı yok. Ancak günler süren Musa Dağı direnişinden çıkartılabilecek pek çok ders ve deneyim var ki roman tarihsel bilgi edinmek dışında bu anlamıyla da okunmayı fazlasıyla hak etmektedir. Romanda, tarihte zulme boyun eğenlerin hazin sonu da, ölümü dahi göze alarak örgütlü bir direniş yürütenlerin onurlu duruşu da ortaya konmaktadır. Bunun yanı sıra mücadele sırasında kişisel zaafların, hırsların, eksikliklerin topluluğa verebileceği zararlar da gözler önüne serilmektedir.

Hayatta kalan Musa Dağ direnişçileri Fransız Donanması tarafından alınıp Mısır’ın Port Said limanına götürülürler. Yalnız öncesinde Fransız gemilerine alınan Musa Dağlı Ermenilerin nereye götürülecekleri konusunda Fransa ve İngiltere arasında uzun pazarlıklar yürütülür. Bu durum bir kez daha emperyalist güçlerin ikiyüzlülüklerini ortaya koyar. Sonunda Mısır’ın Port Said limanı çevresinde bir kamp kurulmasında anlaşılır fakat İngiltere, masrafları üstlenmek istemez, bir an önce kamptakilerin başka bir yere götürülmesini ister.

Musa Dağ Ermenileri, Fransa ile Türkiye arasında 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması sonrasında o tarihte Fransız Mandası olan Sancak’a (Hatay) geri dönerler. Ancak 1939’da Sancak’ın Türkiye topraklarına dâhil edilmesi sonrasında, birkaç aile dışında pek çok Ermeni yeniden “etnik temizlik” olabileceği korkusuyla önce Lübnan’a göç eder, oradan Ermenistan’a geçenler olur. Kalanlarsa tek bir köye, bugünkü Vakıflı Köyüne yerleşirler. Kısacası Türkiye Ermenilerinin geneli gibi Musa Dağ Ermenileri de Türkiyeli Ermeni yazarlardan Mıgırdiç Margosyan’ın deyimiyle “tespih taneleri” gibi dünyanın dört bir yanına dağılırlar.


[1]  Ayşe Hür, Franz Werfel ve Musa Dağ’da Kırk Gün, 18 Aralık 2011, Taraf gazetesi

[2] Vedat Türkali, Bitti Bitti Bitmedi, Ayrıntı Yay., 2014, s.147

[3] Buradan itibaren yapılan alıntılar Musa Dağ’da Kırk Gün romanından yapılmıştır.

İlgili yazılar