2006’ya Devredilen Felâketlerle Dolu Bir Yıl!
Utku Kızılok, 15 Ocak 2006

Geride bıraktığımız 2005 yılı felâketlerle dolu bir yıl olarak tarihte yerini aldı. 2005’in genel bir değerlendirmesini yaptığımızda, dünya ölçeğinde çelişkilerin keskinleşerek derinleşmeye devam ettiğini görüyoruz. Dünya ekonomisindeki kriz devam etmekte ve yakın gelecekte bir ekonomik yükseliş ihtimali de gözükmemektedir. şu bir gerçek ki, eskinin patlamalı ekonomik yükseliş dönemleri geride kalmış bulunuyor. Bu durum her alanda bir istikrarsızlaşmayı da beraberinde getirmektedir.

Pek çok bölgede emperyalist hegemonya mücadelesi yeni görünümler kazanarak sürüyor. 2005 yılının geniş kapsamlı sıcak savaşlara sahne olmaması savaşın bittiği anlamına gelmemektedir; esasında 2005, emperyalist hegemonya savaşının başını çeken ABD emperyalizmi için soluklanma ve planlarını gözden geçirmekten ibaretti. Kaldı ki, işgal altındaki Afganistan’da, Irak’ta ve dünyanın pek çok bölgesinde çatışmalar sürmektedir. Ezilen Filistin ve Kürt halkları üzerindeki şoven tahakküm devam etmektedir.

Kapitalizm her alanda kan ve gözyaşı üretmeye devam ediyor. Önlem alınmadığı için toplumsal bir felâkete dönüşen doğal afetler emekçi kitlelerin yaşamını cehenneme çevirmektedir. Kısacası kriz, savaş, yaşanan doğal afetler işçi-emekçi yığınları vurmaktadır. Dünya ölçeğinde işçi sınıfının sosyal hakları gasp edilmekte, anti-demokratik yasalar, faşizan uygulamalar hayata geçirilmekte, işsizlik artmakta, açlık ve yoksulluk yaygınlaşmakta, yoksul ile zengin arasındaki uçurum derinleşmektedir. Yeterli besin maddesi ve ilaç bulamadığı için ölen insan sayısının milyonları bulduğu gerçeği, kapitalizmin insanlık dışı karakterini gözler önüne sermektedir.

Elbette işçi sınıfı yaşadığı koşullardan memnun değildir ve bunu her fırsatta dışa vurmaktadır; Latin Amerika’daki devrimci kabarış, Paris’i yakan göçmen işçilerin öfkesi ve Avrupa’da yaygınlaşan kitlesel grevler işçi-emekçi sınıfların burjuvazinin saldırılarını sineye çekmeyeceğini gözler önüne sermektedir. Ancak işçi sınıfının devrimci öfkesini kapitalizmin temellerine yönlendirecek uluslararası bir devrimci önderliğin eksikliği devam ediyor. Emekçiler için felâket üreten dünya kapitalist düzeni hâlâ yıkılmayı bekliyor.

Kapitalizmin bunalımı derinleşiyor

Dünyanın genel görünümüne baktığımızda kapitalizmin bunalımının derinleştiğini görmekteyiz. Dünya Bankası’nın açıklamalarına göre 2005’te küresel düzeyde yaşanan ekonomik büyüme ortalama %3 civarındadır. Daha birkaç yıl öncesine kadar ‘krizsiz ve sonsuz kapitalizm’ hayali pompalayan burjuva ideologları şimdilerde ABD ekonomisinin dengesizliğinden dem vurup ‘korkutuyor’ derken, Almanya ve Fransa’dan ise ‘Avrupa’nın yeni hasta adamları’ olarak söz ediyorlar.

ABD ekonomisinin diğerlerinden biraz daha fazla büyümüş olmasında ise, sürdürdüğü emperyalist savaşın belirleyici bir etkisi bulunmaktadır. ABD’nin başlattığı emperyalist hegemonya savaşının bir amacı gelecekteki olası rakiplerini şimdiden etkisiz hale getirmekse, diğeri de, dengesizleşen ve dikişleri atan ekonomisini sarsıcı bir krizden korumaktır.

Çin, Hindistan, Rusya gibi ülkelerin dünya üretiminde tuttukları yer göz önüne alındığında, bu ülkelerin kaydettiği büyüme oranlarının da dünya ekonomisini krizden çıkartarak harekete geçirecek bir aşı olmaktan uzak olduğu görülecektir. Özetle, genel olarak bakıldığında dünya ölçeğinde gözlenen irili ufaklı büyüme oranları aslında krizden çıkıldığı anlamına gelmemekte, yalnızca kapitalist kriz içindeki salınımları ifade etmektedirler.

Ekonominin durumu emekçiler cephesinden daha net bir görünüme sahiptir. Başta emperyalist ülkeler olmak üzere dünyanın her köşesinde işçi sınıfının sosyal kazanımlarına dönük saldırılar artarak sürerken, işsizlik, açlık ve yoksulluk yaygınlaşmakta, varsıllık ile yoksulluk arasındaki uçurum tasavvur edilemeyecek düzeyde genişlemektedir. Dünyanın genelinde iş saatleri uzarken ücretler düşüyor; sosyal güvenliğe ağır darbeler vuruluyor. İşsizlik sigortasının kapsamı daraltılırken, emeklilik yaşı yükseltiliyor. Çin, Türkiye, İran ve Pakistan gibi pek çok ülkede yapılan özelleştirmelerden dolayı işçiler işten atılıyorlar; sendikalaşmanın önüne geçiliyor.

Rüyalar ülkesi ABD’de 1979’da nüfusun en üst dilimini oluşturan %1’lik kesim, nüfusun %20’sini oluşturan en düşük gelirlilerle karşılaştırıldığında 33,1 kat daha fazla gelir elde etmekteydi; bugünse bu oran 88,5 kata yükselmiştir. Dünya nüfusunun en zengin %14’ü toplam gelirden %76 oranında pay alırken, %81’lik kesim ise %16 oranında bir pay almaktadır. ILO’nun verilerine göre dünyada 2 milyar insan günde 2 dolarla, 1 milyar insansa sadece 1 dolarla geçinmektedir! 1 milyar insan her gün aç kalırken, dünya nüfusunun yarısı, yani 3 milyar insan yeterli beslenemiyor. Her sene 11 milyon çocuğun öldüğü dünya ile üç ABD’li işadamının toplam gelirinin 48 yoksul ülkenin toplam gelirine eşit olduğu dünya aynı dünyadır. Sadece alt Afrika’da HIV virüsü her sene 3 milyon insanın ölümüne neden oluyor. Buna karşın dünyada bir yılda silaha harcanan para 1 trilyon doları aşmaktadır. İşte kapitalizm!..

Dünya genelinde açlık ve yoksullaşma artarken işsizler ordusu da büyümektedir, resmi rakamlara göre işsizler ordusu 1 milyarken, bu sayı, başta gelişmiş ülkeler olmak üzere, her yerde artmaktadır. Durum Türkiye’de de farklı değildir; AKP hükümetinin ve burjuva yazar-çizer takımının sıkça ekonomik büyümeyle övünmesine karşın işsizlik artmakta, açlık ve yoksulluk yaygınlaşmakta, süreklileşmektedir. Türkiye’de işsizlik oranı resmi verilere göre bile %10’u geçmektedir; gerçekte bu oran daha da fazladır. Kapitalistler için bir büyüme ve artan kârlar söz konusudur, ama emekçilerin hayatına yansıyan bir iyileşmeden söz etmek mümkün değildir.

Dünya ekonomisinin içine girdiği krizin ve yürüyen emperyalist hegemonya kavgasının basıncı her alanda kendini hissettirmektedir. Ekonomik büyüme dönemlerinin siyasal alanda oluşturduğu görece istikrar, yerini istikrarsız, huzursuz ve çatışmalı bir sürece bırakmıştır. Mevcut istikrarsızlık kuşkusuz burjuvazinin yönetememe kriziyle karşı karşıya kaldığı anlamına gelmiyor. Ancak pek çok ülkede seçimlerde şimdiye dek pürüzsüz işlemekte olan burjuva parlamenter süreçlerin, şimdilerde daha bir sorunlu işlemeye başlaması ve köklü burjuva partilerde bile bölünmelerin baş göstermesi, diplerde meydana gelen kaynamanın bir tezahürüdür. İkinci Dünya Savaşından sonra ilk kez Almanya’da koalisyonlu hükümetler döneminin başlaması ve SPD’nin bölünmesi burjuvaziyi bir hayli kaygılandırmış durumda. Fransa ve Hollanda’da AB Anayasası referandumu sonuçlarının sarsıcı bir etki yarattığını da kaydetmek gerekiyor.

ABD’de son iki seçimin pürüzlü geçmesi ve son günlerde patlak veren skandalların Cumhuriyetçileri ve Bush’u yıpratması dikkat çekicidir. Keza Vietnam’dan sonra ilk kez asker ailelerinin başını çektiği bir muhalefet gelişiyor. 25 yıl sonra New York Metro işçilerinin greve gitmesi, oluşan bu ortamdan bağımsız düşünülemez. İsrail’de Likud Partisinin bölünmesi ve faşist şaron’un ‘ılımlı’ bir çizgiye gelmesi ve İşçi Partisindeki değişiklikler, oluşan basıncın mevcut statükoyu sarstığını göstermektedir. Devrimci yükselişin sürdüğü Latin Amerika’da sol partilerin seçimleri kazanması kitlelerin kapitalizme karşı içgüdüsel tepkilerini yansıtırken, önümüzdeki dönemde siyasi istikrarsızlığın daha da derinleşeceği ortaya çıkıyor.

Emperyalist hegemonya kavgası yeni boyutlar kazanarak sürüyor

ABD’nin başını çektiği emperyalist hegemonya kavgasının geldiği düzey bir gerçeği çok net olarak ortaya koymaktadır; SSCB’nin çökmesiyle ABD emperyalizminin tek kutuplu dünyada süper-hegemonik güç olarak kaldığı süreçte dengeler bozulmuştur. Başlamış olan sürecin ABD emperyalizminin lehine sonuçlanıp sonuçlanmayacağı sorusunun cevabını bugünden vermek mümkün değildir. Gerçek olan şu ki, açılan süreç, savaşın uzun yıllara yayıldığı, çatışmaların kimi dönemler alevlendiği kimi dönemler yerini sükûnete bıraktığı, ama daha büyük çatışmaların da mayalanmasıyla karakterize olacaktır.

ABD’nin nüfuz alanlarına aktif olarak müdahale edip kendi hegemonyasını kuvvet yoluyla dayattığı ve bunda yol aldığı bir gerçektir. Buna karşın rakip güçler henüz ABD’nin karşısına doğrudan dikilecek güçte değiller. Lakin ABD karşısında işbirliği içinde olan Çin ve Rusya, büyüyen ekonomileri, devasa coğrafyalarıyla iki nükleer güç olarak yükselmeye devam ediyorlar. şimdilik güç toplayan Çin ve Rusya, Avrasya’da ABD’ye karşı bir ittifak oluşturmaktan da geri durmamıştır. Bu iki ülke ileride emperyalist hegemonya savaşının gidişatı üzerinde daha fazla etkili olacaklardır; bu da hegemonya savaşının bugünkü seyrini değiştirecektir.

Almanya ve Fransa’nın önderliğindeki AB’nin geleceği ise belli değildir. Birlik içinde sorunlar baş göstermeye başlamıştır. Almanya ve Fransa ekseni ABD’nin peşinden koşmaya, ona yetişerek onu engellemeye çalışmaktadır. Bu iki emperyalist ülke son günlerde Birliği istedikleri biçimde bir arada tutmakta zorlansalar da, 450 milyonluk bir iç pazarı kontrol ettikleri gerçeği unutulmamalıdır. Alman ve Fransız emperyalizmi nüfuz alanlarını genişletme ve her tarafa yetişme gayretindedir. Türkiye ile 2005’in Ekiminde üyelik müzakerelerinin başlatılmasının arkasında da bu iki ülkenin şu ya da bu şekilde verdiği onay yatmaktaydı. Avrupa burjuvazisi Türkiye’yi içine almakta ikircikli davransa da, Ortadoğu ve Kafkasya’ya Türkiye’nin üzerinden müdahale etmekte kararlıdır. Avrupa burjuvazisi içeride olan bir Türkiye mi, yoksa imtiyazlı ortak olarak dışarıda kalan bir Türkiye mi daha kârlı, bunun hesabını yapmaktadır. Zira AB’ye girmiş bir Türkiye, pekâlâ Birlik içinde ABD’nin truva atı rolünü oynayabilir. Emperyalist hegemonya savaşının seyri Türkiye’nin AB ile ilişkilerini doğrudan belirleyecektir. Kuşkusuz TC’nin iç dengeleri de belirleyici bir rol oynayacaktır. Zira statükocu-devletçi güçler ve AB yanlısı kesimler olarak ikiye bölünen Türk burjuvazisinin iç çatışması, Kıbrıs, Ermeni ve Kürt sorunları gibi pek çok konuda kendini açığa vurmaktadır.

AB’nin geldiği aşama, kapitalizm altında ulus-devletlerin son bulamayacağı Marksist tezini bir kez daha doğrulamıştır. AB, bir ulus-devletin iç örgütlülüğüne ve manevra kabiliyetine sahip değildir; ekonominin patlamalı yükseliş döneminde gözlerini dünyaya açan Birlik, ekonomik kriz kendini derinden hissettirmeye başlayınca ‘sallanmaya’ başlamıştır. Farklı ulus-devletlerden teşekkül eden böyle bir birlik, ayrı çıkarlara sahip ulusların ekonomik birliği olmaktan ileri gidememiştir. Irak savaşı sürecinde çatlayan Birlik, Anayasa referandumlarından sonra oluşan dağınıklığı giderme telâşındadır. Fakat tarihte zor, kendi hükmünü icra eder; emperyalist hegemonya savaşının açtığı süreç pek çok şeye gebedir, var olan birlik ve ittifakların bir sonu olabileceği gibi, bizzat savaşın seyrinden yeni birlikler ve ittifaklar da doğabilir.

Emperyalist hegemonya mücadelesi Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi sıcak savaş biçiminde olmasa da, değişik şekillere bürünerek sürmektedir. İngiltere’de ve Ürdün’de patlayan bombalar daha önce de vurguladığımız üzere yaygınlaşan ve değişik görünümler kazanarak süren emperyalist hegemonya savaşının bir uzantısı niteliğindedir. ‘Özgürlük ve demokrasi’ kavramlarını emperyalist çıkarlarına alet eden, çıkarlarını meşrulaştırmada bu kavramları bir koçbaşına dönüştüren ABD emperyalizmi, hegemonya savaşını şimdilerde ‘renkli devrim’lerle örtmeye çalışmaktadır. Rusya’nın tarihi nüfuz alanında yer alan Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan ve Suriye’nin kontrolündeki Lübnan’da ‘renkli devrim’ler sahneye konmuş ve bu ülkelerde ABD yanlısı iktidarlar işbaşına gelmiştir. 2005’in ilk aylarında Lübnan eski başbakanlarından Refik Hariri’nin öldürülmesini fırsat bilen ABD, Lübnan’ın Suriye muhalifi kesimlerini sokağa dökerek hedefine ulaşmıştır. Uluslararası baskılara dayanamayarak 14 bin askerini Lübnan’dan çeken Suriye, ABD’nin hedef tahtasında yer almaya devam ediyor.

2006 yılı Ortadoğu’da önemli gelişmelerin olacağına işaret etmektedir. Bu bağlamda İran ve Suriye’nin geleceğinin tayini, yürüyen hegemonya savaşının gidişatında belirleyici bir öneme sahiptir. İran, Ortadoğu ve Kafkasya’da belirleyici bir güce, petrol ve doğalgaz yataklarına sahip olmasından ötürü ABD emperyalizmi için stratejik bir ülke konumundadır ve asıl hedeftir. Ayrıca İran’ın Rusya ve Çin ile yakınlaşmasını unutmamak gerekiyor; Rusya İran’a nükleer teknolojisini geliştirmesi için malzeme temin etmeye devam ediyor. 2005 yılında İran ile Çin arasında milyarlarca dolarlık silah ve enerji anlaşması yapıldı; Çin’in petrole olan ihtiyacı düşünülürse ve bu ihtiyacın %70’ine yakınını Ortadoğu’dan karşıladığı göz önüne alınırsa meselenin ehemmiyeti daha iyi kavranacaktır.

ABD emperyalizmi nüfuz alanlarında dengeleri kendi lehine çevirerek ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ni hayata geçirmektedir. Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve Libya gibi ülkeler ‘BOP’ çerçevesinde hareket etmeye başlayarak kendilerini ABD emperyalizminin planlarına uyarlamışlardır. Filistin’deki gelişmeler de bu plandan bağımsız değildir; ABD, Filistin sorununa göstermelik bir çözüm bularak hem prestij kazanmayı, hem de bu yolla kendi egemenliğini pekiştirmeyi arzulamaktadır. Gazze’nin boşaltılması, şaron’un Filistin devletinden söz etmesi ve Filistin sorununda inkârcı-katliamcı bir çizgi izleyen Likud’dan ayrılarak ‘ılımlı’ bir parti (tarihin bir ironisi olsa gerek) kurması ABD’nin planları dâhilindedir. Önümüzdeki süreçte bağımsız bir Filistin devletinin belirli dengelere bağlı olarak yükselmesi pek muhtemeldir. Filistin burjuvazisi öyle gözüküyor ki, parçalı topraklara sahip böyle bir devlete çoktan tav olmuş durumdadır. Burjuva düzen çerçevesinde bir Filistin devletinin kurulması elbette mümkündür; ancak birçok karşıt etmenin iç içe geçerek bir yumak meydana getirdiği, kurulan dengelerin pamuk ipliğine bağlı olduğu ve emperyalist hegemonya savaşının tayin edici alanına dönüşen Ortadoğu gibi bir coğrafyada, kalıcı barış burjuva düzen çerçevesinde sağlanamaz.

Anayasanın kabul edilmesi, parlamento seçimlerinin yapılması ve federatif bir yapının ortaya çıkmasıyla Irak’taki durum, uluslararası burjuva hukuk çerçevesinde meşruiyet kazanmış bulunuyor. Elbette bu durum ABD’nin prestijini artırırken, işgalin de meşrulaşması anlamına geliyor. Irak’taki sürecin nasıl gelişeceği kuşkusuz ki sadece Irak’taki iç dengelere değil, uluslararası düzeyde yürüyen hegemonya savaşının alacağı içerik ve biçime de bağlıdır. Ancak ABD’nin hedeflerine emin adımlarla yürüyebilmesi için Irak’ta istikrarın kurulması ve muhafaza edilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla da şiileri, Sünnileri ve Kürtleri belirli dengeleri gözeterek aynı bütünün içinde tutmaya çalışıyor ABD. Kuşkusuz gerektiğinde bu kesimleri birbirine karşı kullanabileceği, kendisinin her daim başhakem rolü oynayarak vazgeçilmez olacağı bir denge!

Böylece şiiler İran’a yanaştıklarında şiilere karşı Sünnileri, Sünniler düzene entegre olmadıkları takdirde onlara karşı şiileri ve Kürtleri, Kürtler bağımsızlık taleplerini sürdürdüklerinde ise onlara karşı Arapları bir silah olarak kullanmaktan geri durmayacaktır. Nitekim Sünnilerin seçimlere katılarak şiileri ve Kürtleri dengelemesi için ABD Türkiye’yi devreye sokmuştur. ABD, Sünnilerin iktidardan faydalanmasının önünü açarak yeni rejime entegre etme ve süren direnişi sonlandırma peşindedir.

Önümüzdeki dönemde Kürt meselesine bağlı olarak Irak’taki süreç daha fazla tartışma gündemine gelecektir. Kürtler kazandıkları mevziler sayesinde Ortadoğu’daki denge hesaplarında önemli bir faktör haline gelmiş bulunuyorlar. Yapılan son seçimlerle Irak federatif bir yapıya bürünürken, Kürt federe devleti resmiyet kazanmıştır. Federe de olsa bir devletin kurulması ve Kürtlerin Ortadoğu’da belirli bir konum elde etmeleri diğer parçalardaki Kürt kitleleri de motive etmektedir. Kuşkusuz bu kazanımların ne kadar kalıcı olacağı belli değildir. Türkiye, İran ve Suriye şiddetle bir Kürt devletine karşıdırlar; emperyalist hegemonya savaşının dengelerinden doğabilecek bir Kürt devleti yine bu dengelere bağlı olarak yok olabilir. Ancak verili durum Kürtlerin lehinedir ve başta Türkiye olmak üzere diğer ülkeler bu gerçeği istemeden de olsa sineye çekmek zorunda kalmışlardır. ‘Kırmızı çizgi’lerin sararıp solması ve gelinen kertede ‘Irak politikası’nın yeniden yapılandırılması çalışmaları TC’nin içine düştüğü tarihsel sıkışmışlığı gözler önüne sermektedir.

Türkiye’de burjuvazi içinde Kürt sorununda bir farklılaşma yaşanmakla birlikte, devlet kendi sınırlarındaki Kürt halkına karşı temelde hâlâ geleneksel politikayı sürdürmektedir; bir taraftan Güneydeki Kürtlerle ilişkiler kurulurken öte taraftan PKK’yi imha etme hesapları yapılmaktadır. ABD ile Türkiye arasında yapılan görüşmeler 2006 yılında bu bağlamda bir dizi gelişmenin olabileceğini göstermektedir. ABD ile TC arasında ‘stratejik ortaklık’ kavramı yeniden ısıtılıyor. Olası bir İran savaşının gündemde olduğu bir süreçte yapılan görüşmeler pek çok pazarlığın yürütüldüğünü göstermektedir. Öyle görünüyor ki 2006 yılında Ortadoğu yine sıcak çatışmalara sahne olmaya adaydır ve yeni yangınlar kapıdadır. Böyle bir durumda ne Filistin devleti ne Kürtlerin kazanımları kalıcı olabilir ne de Ortadoğu’da barış sağlanabilir. Emperyalist savaşın çıkmazına sürüklenmiş Ortadoğu’ya gerçek bir barışın gelmesi, Ortadoğu İşçi ve Emekçi Sovyetleri Federasyonunu hayata geçirecek bir işçi devrimiyle mümkündür ancak.

Kapitalizmin afetleri ve artan baskılar

Kapitalizm insanlığı acılara boğmakla kalmıyor, onu, yarattığı tüm maddi, sosyal ve kültürel birikimle birlikte bir yok oluşa da sürüklüyor. İnsanlık kapitalizmin cenderesinden kurtulmadığı müddetçe kendi varoluşunu daha fazla baltalayacak, kendi doğasına yabancılaşması tahayyül sınırlarını aşacak, sefilleşerek kapitalizmin bataklığında boğulacaktır. Rosa’nın o ünlü sözü bugünü ne de güzel özetlemektedir: Ya sosyalizm ya barbarlık!

Kapitalizm yarattığı felâketlerle doğayı ve insanlığı tehdit ediyor. Küresel ısınmaya bağlı olarak önümüzdeki dönemde daha şiddetli fırtınaların ve kasırgaların yaşanacağı kesinleşmiş bulunuyor. ABD’nin güneyinde yaşanan kasırgalar kapitalizmin bir sonucu olan küresel ısınmanın nelere yol açabileceğini gösteriyor. 2004’ü 250 bine yakın insanının sulara gömüldüğü tsunami felâketiyle kapatmıştık; 2005’i ise onbinlerce insanın canına mal olan seller, kasırgalar ve depremlerle kapatıyoruz! Pakistan’da onbinlerce insan çürük evlerin yıkıntılarında toprağa gömüldü, onbinlercesi sakat ve evsiz kaldı. Hâlâ onbinlercesine yardım götürülmüş değil, bu yoksul kitleler karakışa terk edilmiş bulunuyorlar. Bir deprem bölgesi olan Türkiye’de de yaşanacak felâkete karşı yeterli önlem alınmazken, depremde yaşanabilecek yağma ve isyanların nasıl bastırılacağı çoktan planlanmış durumda. İşte kapitalizm!..

Ekonomik krizin ve emperyalist savaşın basıncı hemen her ülkede burjuva devletin militarist karakterinin güçlendirilmesiyle kendini açığa vuruyor, burjuva devletin baskıcı yüzü emekçilere dönük yoğunlaşan saldırılarla kendini gösteriyor. Burjuvazi dünyayı bir hapishaneye çevirmede gayretli gözüküyor. Anti-demokratik yasalar ve polis devleti uygulamaları başta ABD olmak üzere pek demokrat Avrupa ülkelerinde peş peşe devreye sokuluyor. Londra’da patlayan bombaları ve Paris’te başlayan isyanı fırsat olarak kullanan İngiliz ve Fransız burjuvazisi anti-demokratik yasaları devreye sokmaktan geri durmadı. İngiliz polisi güpegündüz sokak ortasında insanları öldürürken, Fransız burjuvazisi isyanı bastırmak amacıyla tez zamanda sıkıyönetim silahını kullanmaktan çekinmemiştir. İşte Avrupa demokrasisi!

Türk devleti de geri kalacak değil elbet; Türk burjuvazisi pek demokratlaşıp pek liberalleşedursun, devrimci hareket ve Kürt halkı üzerindeki devlet baskısı ve şiddet artarak sürdü. PKK’ye ve devrimcilere karşı girişilen operasyonlara ve katliamlara hız verilirken, şemdinli’de bizzat devlet eliyle patlatılan bombalar katliamcı politikanın devam ettiğinin resmi olarak tarihte yerini aldı. Newroz kutlamalarında statükocu-devletçi güçlerin giriştiği provokasyonun hemen ardından milliyetçilik yükseltilmiş, Trabzon’da ve birçok kentte faşistler devrimcilere ve Kürt halkına dönük linç girişimleri tertiplemişlerdi; fakat amaçlarına ulaşamadılar. Başbakanın ‘Kürt sorunu var, kabul ediyoruz’ demesine rağmen herhangi bir adım atılmış değildir; TC içine düştüğü sıkışıklığı aşamadığı gibi, 80 yıllık resmi politikanın iflas etmesiyle rejim tam bir ‘kimlik’ bunalımı yaşıyor. AB’ye uyum sürecinde demokratikleştirildiği iddia edilen bazı yasalara rağmen, görüldü ki yasal sistemin baskıcı içeriği hâlâ devam ediyor; devrimcilere, Kürtlere, muhalif aydınlara ve işçi sınıfına dönük baskı ve sindirme operasyonu sürüyor. Nitekim onlarca mitinge ve toplantıya saldıran polis, pek çok greve de müdahale etti, işçilerin grev çadırlarını söktü. Beri yandan, onlarca devrimcinin hayatına mal olan F Tipi cezaevlerine dönük hiçbir iyileştirme yapılmadığı gibi, devrimci tutsaklara dönük baskılar ve ölümler sürüyor.

Kitlelerin tepkisi ve eksik olan şey

Fakat dünyanın pek çok bölgesinde yükselen isyan ateşi işçi-emekçi sınıfların sessiz kalmadığının da göstergesidir. Göçmen işçilerin yaşadığı Paris varoşlarında patlayan isyan günlerce sürmüş ve Fransa’nın birçok kentine sıçramakla kalmamış, diğer ülkeleri de etkilemiştir. şemdinli’de başlayan gösteriler kuşkusuz ki ezilen Kürt halkının ezilmişliğe ve horlanmışlığa bir tepkisiydi; ancak bu kadarla da sınırlı değildir. Kürt emekçileri ulusal ezilmenin yanında işsizliğin, açlığın ve yoksulluğun pençesinde kıvranıyorlar; çakan kıvılcım ve yaygınlaşan gösteriler emekçi kitlelerin tüm bunlara karşı öfkesinin bir dışavurumuydu aynı zamanda. Gerek Paris gerekse şemdinli örnekleri gösteriyor ki, her yerde patlama dinamikleri mevcuttur; nitekim Aralık ayında yapılan MGK toplantısında varoşlardaki patlama potansiyeline dikkat çekilmekteydi. Ancak eksik olan, böylesi isyanları işçi sınıfının diğer kesimleriyle bütünleştirerek kapitalizme karşı devrimci bir başkaldırıya dönüştürecek devrimci önderliktir.

Bu eksiklik her geçen gün yakıcılığını daha fazla hissettiriyor. Latin Amerika’da son beş yıldır süren devrimci yükselişin önderliğini bulamaması ve devrimci durumun birçok ülkede heba olması sorunun ciddiyetini ortaya koymaktadır. Arjantin, Ekvador ve Bolivya işçi sınıfı defalarca ayaklanarak, bu ülkelerden birkaçında devlet aygıtını işlemez hale getirmesine karşın, kapitalizmi alaşağı ederek siyasal iktidarı fethedememiştir. Bir tarafta reformistler, öte tarafta milliyetçi küçük-burjuva liderlerin peşinden ayrılmayan kuyrukçu devrimci çevreler, işçi sınıfı her ayağa kalktığında onu itidale davet ederek hareketi geriletmişlerdir. Sol hareket ulusal kalkınmacı bir programa sahip olan Chavez’den sonra, şimdilerde Bolivya’da devrimci kitlelere burjuva kurucu meclis önermekten ileriye gidemeyen reformist Evo Morales’in peşine takılmış bulunuyor. Bolşevik bir önderlik olmadığından reformist ve milliyetçi önderliklerin yedeklediği devrimci kitleler yönlerini kaybetmekteler. Chavez ve Morales önderliklerine çarpan devrimci kitlelerde umutsuzluğun hâkim olması kaçınılmazdır. Bu iki sol-milliyetçi, reformist önder, devrimci durumu ilerletmek bir yana dursun, onun önüne dikilmiş birer engeldirler.

Latin Amerika’nın devrimci işçi-emekçi yığınları devrimin önünde birer engele dönüşen bu önderleri bertaraf etmeden devrimi başarıya ulaştıramaz. İşçi sınıfı ancak bu önderlerin oyalamalarına bir son verip siyasal iktidara el koyduğunda süreç tamamen değişebilir. Böylesi bir gelişme dünya sosyalist devrimi yolunda önemli bir adım olurdu, yeter ki devrimci Marksistler kendi üzerlerine düşen görevleri yerine getirsinler!

15 Ocak 2006

İlgili yazılar