Medyada Savaş Düzeni
Utku Kızılok, 26 Ağustos 2015

7 Haziran seçimlerinde tek başına iktidar yetkisi alamayan ve geçici hükümet konumunda olan AKP, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yönlendirmesi altında kendini bir geçici savaş hükümeti olarak konumlandırmış bulunuyor. AKP’nin tüm amacı, ne pahasına olursa olsun yeniden tek başına iktidar koltuğuna oturmak. Kurt puslu havayı sever misali AKP, tüm devlet gücünü kullanarak savaş ve kaos yaratmaya girişmiştir. Bu kaos ortamında düzen medyasına biçilen görev ise kitlelerin bilincini esir alarak yönlendirmek.

AKP hükümeti savaş düzenine geçtikten sonra, burjuva medyanın neredeyse tamamını aynı doğrultuda hareket etmeye yöneltmiştir. Muhalif medyanın sesini susturmak üzere de derhal yasakları devreye sokmuştur. Bu kapsamda, aralarında sendika.org, Özgür Gündem ve ANF gibi internet sitelerinin de olduğu yüze yakın internet sitesine erişim, anti-demokratik ve keyfi bir biçimde engellenmiştir. Bu yasaklardan hemen önce, muhalif basına saldırıların geleceğinin işaretini Bülent Arınç vermişti. Özgür Gündem ve Evrensel’in isimlerini zikreden Arınç, “bunlar suç makinesi, terörü övüyorlar” açıklamasıyla doğrudan bu gazeteleri hedef göstermişti. Hiç kuşku yok ki sermaye hükümetinin amacı muhalif basını terörle özdeşleştirmek, kitlelerin gözünden düşürmek ve aynı zamanda TİB’i, mahkemeleri vb. devreye sokarak susturmaktır.

AKP’nin yeniden tırmandırdığı haksız savaşın meşrulaştırılması görevi burjuva medyaya verilmiştir. Savaş, kriz benzeri kaos veya olağanüstü dönemler, kitlelerin üzerinde oldukça etkili olan sermaye medyasının cibilliyetini aslında kabak gibi ortaya çıkartmaktadır. Sermaye hükümetleri/devletleri, kendi çıkarları tehdit altına girince sözde “özgür basın”ı derhal militarizmin arkasında hizaya sokuyorlar. Burjuva medya; büyük sermaye, düzen partileri, hükümetler ve devlet aygıtıyla iç içe geçmiştir. Dünyanın hangi ülkesi olursa olsun bu durum değişmemektedir. Burjuva demokrasisinin şampiyonluğunu yapan İngiltere’de ya da ABD’de de durum aynıdır. 11 Eylül ve Irak savaşı sürecinden de biliyoruz ki, sözde demokratik ülkelerdeki sözde özgür basın, derhal emperyalist savaş ordularının birer departmanına dönüştü. Emperyalizm çağında, özellikle de günümüzde kriz ve savaş sürecine bağlı olarak tırmanan siyasal gericilik koşullarında basın ve medyanın çürümüşlüğü, gerçekleri baş aşağı çevirmesi ve ahlâksızlığı ayyuka çıkmaktadır.

Örneklere Türkiye üzerinden devam edersek, meselâ AKP hükümeti ne zaman Kürt halkına karşı savaşı kızıştırsa, derhal medyaya bir “ayar” çekmektedir. AKP Kürt hareketine vurduğunda ve ülkeyi kaosa sürüklemeye başladığında, Erdoğan’ın yaveri Başbakan Davutoğlu zaman kaybetmeden gazetelerin ve televizyonların genel yayın yönetmenlerini “bilgilendirmek” için toplantıya çağırdı. Bu bilgilendirmenin ne anlama geldiğini hepimiz çok iyi biliyoruz. Ertesi gün sermaye televizyon ve gazeteleri, ortak bir kalemden çıkmış gibi aynı sözleri aktardılar. Yazar-çizer takımı, ellerine tutuşturulan ve Kürt hareketini karalayan, HDP’yi suçlu gösteren ve milliyetçiliği kışkırtan “hükümet bildirisini” köşelerine taşıdılar. AKP’nin ve devletin yönlendirmesi altında gazetelerin haber veriş biçimleri ve içerikleri anında değişti ve bu haberlerin neredeyse tüm satırlarına şovenizm egemen olmaya başladı.

AKP kurmaylarına ve onlarla aynı kaptan beslenen havuz medyasının memurlarına kulak verirseniz, Türkiye değişti, “Türkiye artık 1990’ların Türkiyesi” değil. Neydi eski Türkiye? Yüksek asker-sivil bürokrasi ile işbirliği halinde hareket eden tekelci sermayenin ve medya patronlarının kurduğu düzen! Medya tekelini elinde tutan patronlar, askeri bürokrasiyle birlikte hükümetlere yön veriyorlardı. Bizzat Genelkurmay’ın ve MİT’in direktifleri doğrultusunda gazete manşetleri atılıyor, haberlerin içeriği belirleniyor ve kitleler manipüle ediliyordu. Bu arada medya patronları ödül olarak bankaları ucuza kapatıyor, teşvikleri ya da en yağlı ihaleleri kaparak zenginliklerine zenginlik katıyorlardı. Kariyerleri, mevki-makamları, lüks yaşamları için ruhlarını satmış sözde özgür basının sözcüleri, Kürt sorununda demokrat bir çizgi benimseyen gazetecileri hedef almaktan, aydınlara “bölücü”, “terörist” yaftası yapıştırmaktan geri durmuyorlardı. Meselâ Kürt sorununda demokratik bir çizgi izleyen Cengiz Çandar ya da buna eğilimli olan Mehmet Ali Birand’ın yalan ve karalama eşliğinde gazetelerden kovulması hâlâ akıllardadır.

Bu AKP’nin değiştirdiğini iddia ettiği “eski Türkiye”. Peki, bugünkü manzaranın “eski Türkiye”den ne farkı var? Üstelik geçmişte demokrat bir çizgi izleyen gazeteciler ve aydınlar, bugün de AKP iktidarının ve onun medyasının saldırısı altındadır. Bugün de bunlar hakkında, otoriterleşen ve kaos yaratarak fiili bir başkan/Bonapart olarak kendini dayatan Erdoğan’ı ve AKP’yi desteklemedikleri ve Kürtlerin haklarının tanınmasını istedikleri için, terörle işbirliği yaptıkları yönünde karalama kampanyaları yürütülmektedir.

Hiç kuşku yok ki bugün AKP, medya üzerinde geçmiştekinden çok daha büyük bir denetim kurmuş bulunuyor. En önemlisi AKP, devlet gücünü de kullanarak kendisi için çok güçlü bir medya oluşturmuştur ve onlarca kapıkulu kalemşor istihdam etmeye başlamıştır. “Havuz medyası” denen ve AKP’nin etrafındaki kapitalistlerin ihale karşılığında beslediği bu medya, AKP’nin basın ve propaganda bürosu olarak çalışmaktadır. Hükümet yanlısı medya, AKP’nin ve Erdoğan’ın kara propagandasını allayıp pullayarak geniş kitlelere yutturmaktan ve gerçekleri ters yüz ederek haber yapmaktan bir an olsun geri durmuyor. Bu medyanın nasıl çalıştığını, gazete manşetlerinin nasıl atıldığını ya da televizyon oturumlarına kimlerin çağrıldığını “Alo Fatih” olayından biliyoruz. Erdoğan’ın bizzat televizyon ve gazete genel yayın yönetmenlerini arayıp emirler verdiği ve tüm haberlerin buna göre şekillendiği ifşa edilen ses kayıtlarıyla ortaya çıkmıştı.

Burjuva düzende basının özgür olduğu ifadesi kocaman bir yalandır. Burjuva basınla burjuva devlet öylesine iç içe geçmiş ve sözde özgür basının kalemleri ruhlarını öylesine sermayeye satmışlardır ki, kendi iradelerini kaybetmiş ve egemenlerin basit bir aktarıcısı haline gelmişlerdir. Bunların nasıl kapıkulu haline geldiklerine bir örnek verelim: 2011 yılında, yine Kürt halkına karşı savaşın kızıştırıldığı bir dönemde, Başbakan Erdoğan gazete ve televizyonların genel yayın yönetmenlerini topladı. Bu toplantıya katılan ve o dönem Taraf gazetesi yazarı olan Yasemin Çongar’ın şu aktardıkları, bu gerçeği gözler önüne seriyor. “Şunu söyleyebilirim ki, Başbakan’ın ‘halkın bilgilenme hakkı ve gazetecinin bilgilendirme görevi ile PKK’ya propaganda imkânı tanımak arasındaki çizgiye dikkat edilmesi’ yönündeki tavsiyesinden ziyade, gazeteci milletinin kendi kendini sansür etme konusundaki gönüllülüğüne şaşırdım ben. Medyayı daha da ‘tektipleştirecek’ yöndeki tekliflerin hükümetten çok medyadan gelmesinde, insanın nefesini kesen bir şey vardı hakikaten. Belki de oksijen azlığı havalandırmanın yetersizliğinden değil, ‘Şu Karayılan röportajlarını yasaklamamız gerekmez mi’ ve ‘Böyle saldırılar sonrasında bizden nasıl bir yayın yapmamızı talep ediyorsunuz’ türünden sorular sormayı kendisine reva görebilen meslektaşlarımızın toplantıda ‘yeter sayı’ya ulaşmasındandı.”

Çürümüşlük, ahlâksızlık ve arsızlık öyle boyutlara varmış bulunuyor ki, havuz medyasının memurları AKP’nin ayyuka çıkan yolsuzluklarını ya da kaos planlarını kitlelerin gözünde meşrulaştırmak amacıyla birbirleriyle yarışa tutuşmaktan utanç bile duymuyorlar. Sermaye gruplarının, yüksek bürokratların, medya patronları ve uşaklarının da içinde yer aldığı geniş bir egemen sınıf kesimi, sıkı bir şekilde AKP etrafında kenetlenmiş durumda. İktidarlarını ve ayrıcalıklarını kaybetmekten ölesiye korkuyorlar; bu yüzden AKP’yi yeniden iktidara taşımak ya da onu koruyup kollamak için her türlü kirli tezgâha başvurmaktan imtina etmiyorlar. Özellikle AKP’nin medyası, Goebbels’e rahmet okutacak şekilde, gerçekle ilişkisi olmayan kurmaca, kirli, iftiraya dayalı haberler üreterek kitlelerin bilincini belirlemeye çalışıyor. Meselâ SabahStar ve Yeni Şafak gibi gazetelerin günlerce manşetten indirmediği “Kabataş yalanı”, iftiraya dayalı bu kurmaca haberlerden yalnızca biridir.

Tam da AKP’nin savaşı kızıştırıp medyanın da bu minvalde yalanları servis ettiği şu günlerde, bir sene önce yine aynı gazetelerin gündeme taşıdığı “Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan’a suikast düzenlenecek” haberinin kurmaca olduğu mahkeme kanalıyla ortaya çıktı. Oysa o günlerde bu haber gazete ve televizyonlarda günlerce gündemde tutuldu, sözde suikastın tüm ayrıntıları ifşa edildi, Erdoğan ailesi üzerinden AKP iktidarına gözdağı verilmek istendiğine dair “derin” analizler yapıldı. Elbette Erdoğan, haber merkezlerinde üretilen söz konusu yalanı, aynı “Kabataş yalanı” gibi miting alanlarına taşımaktan ve buradan bir mağduriyet duygusu üretmekten de geri durmadı.

Her türlü yalana ve iftiraya başvuran AKP medyası; Kürt hareketini, sosyalistleri ve muhalif tüm kesimleri ezmek ve kitlelerin gözünde itibarsızlaştırmak istemektedir. Meselâ seçimlerden iki gün önce Diyarbakır’da bombalar patlatıldı ve ondan fazla insan katledildi, daha fazlası yaralandı. Kürt halkı derin bir acıya gark olmuşken, AKP’nin yayın organı niteliğindeki söz konusu gazetelerin birinci sayfasında bu katliama dair haber yer almadı; bu gazetelerin birinci sayfasını boydan boya “Haçlı ittifakı” manşetleri kaplıyordu. HDP dâhil, AKP’nin karşısında yer alan muhalefet partileri “Haçlılar ittifakı” idi. Selahattin Demirtaş, bu gazeteleri seçim konuşmasında teşhir ettiğinde ise, utanıp sıkılmadan “Demirtaş bizi tehdit ediyor” diye yazmaktan çekinmediler.

AKP etrafında toplanmış sermaye medyası ve onun aşağılık kalemşorları, kitleleri kendi kirli çıkarları temelinde yönlendirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Meselâ Suruç’taki katliam, bu medya eliyle bambaşka bir görünüme kavuşturulmak istenmiştir. Haberlerin kurgusu ve olayların aktarılışı gencecik insanların katledilmesine, yaşanan acılara, bu katliamın arkasında kimin olduğuna ve kimin göz yumduğuna odaklanmıyordu. Bunun yerine, maksatlı bir biçimde “o gençlerin orada ne işi vardı” sorusu soruluyor ve kitlelerin bilincinde şüpheler oluşturulmak isteniyordu. Zaten haberlerin veriliş biçimi ve içeriğinden çıkan sonuç şuydu: “Hak ettiler.” Hatta Bülent Arınç, “ölenlerin arasında tek bir HDP’li yoktu” diyerek gençlerin ölüme gönderildiğini ve bunun maksatlı olduğunu iddia etmekten bile geri durmadı. Amaçları geniş emekçi kitlelerin bu katliama üzülmesinin ve tepki göstermesinin, Kürt hareketinden ve sosyalist kesimden gelen tepkilere kulak vermesinin, AKP’nin bu katliamdaki sorumluluğunun açığa çıkmasının önüne geçmekti.

Tek başına iktidarda kalmak, Erdoğan’a fiili başkanlığın yolunu açmak ve Ortadoğu’daki emperyalist siyasetini sorunsuz bir şekilde sürdürmek isteyen AKP ve onun medyası, hedefine özellikle HDP’yi ve Selahattin Demirtaş’ı koymuş bulunuyor. Erdoğan’ın ve onun medyadaki memurlarının HDP ve Demirtaş’a ne kadar öfkeli olduğu, adeta bir kaşık suda boğmak istediği herkesin malûmu. Bu nedenle, her vesileyle HDP ve Demirtaş’ı “terör” ile birlikte sunuyorlar. Özellikle seçimlerden önce Demirtaş’a sempati duyan kitleler, milliyetçilik denizinde boğulmak isteniyor.

İş kaba bir komedi noktasına varmış durumda; meselâ geçtiğimiz gün PKK militanları yol keserek bir düğün alayını durdurmuş ve amaçlarını anlatmışlar. Bu düğün alayı içinde yer alan Diyar adlı şarkıcıya ise bir türkü söyletmişler. Yeni Şafak gazetesi, haberi verirken, daha haberin manşetinde bu olayı Demirtaş ile ilişkilendirmeyi ihmal etmiyor. Neymiş efendim, Demirtaş’ın seçim döneminde düet yaptığı Diyar adlı şarkıcı gerillalara türkü söylemiş. Elbette aklı başında olan herkes “e ne alaka şimdi” diyecektir; ancak AKP medyası, özellikle savaşın kızıştığı ve milliyetçi hassasiyetlerin arttığı böylesi dönemlerde, geniş kitlelerin bu tarz haberlerin doğruluğunu sorgulayamadığını çok iyi bilmektedir. İşte bu yüzden olur olmaz, yalan yanlış şeyleri bir arada sunuyor ve kitlelerde kendi çıkarları doğrultusunda bir algı oluşturuyorlar. Öyle ki Yeni Şafak, hızını alamadı ve söz konusu yol kesmenin aslında bir kurgu olduğunu ve bunun DHA için özel olarak planlandığını yazdı. Meğerse Doğan Grubu’na ait DHA’nın amacı PKK’yi şirin göstermekmiş ve yol kesme eylemi bu amaçla kurgulanmışmış!

Savaş ve kaos ortamı yaratan AKP ve Erdoğan, fiili olarak iktidarı gasp etmiştir. “Sistem değişmiştir, yasalar arkadan gelsin” diyen Erdoğan’ın, bir Bonapart olarak, siyasi krizi ve kaos ortamını kullanarak tüm iktidar iplerini eline aldığı bir gerçektir. Erdoğan, şimdi toplumu bir çıkışsızlığa sürükleyerek bu fiili durumu kalıcı hale getirmeye, durumunu meşrulaştırmaya ve nihayetinde yasal bir boyuta taşımaya çalışacaktır. Kriz ve savaşı kullanarak kitleleri rejim değişikliğine ve Bonapartist bir rejim kurulmasına ikna etmek isteyen Erdoğan, AKP ve onun medyası, aynı zamanda bu yolla karşısında yer alan burjuva kesimlere ve o cenahtaki medyaya da boyun eğdirerek kontrol altına almak istemektedir. İşte bu nedenle, AKP medyası ve özellikle Yeni Şafak sürekli olarak Doğan Grubu’na vurmaktadır. Doğan Grubu, PKK ve “terör” ile özdeşleştirilmekte, Batılı emperyalistlerin oyuncağı olmakla ve hainlikle suçlanmaktadır. Nitekim bu basınç şimdiden etkisini göstermeye başlamıştır. Doğan Grubu, muhalif yazarları ya da programcıları görevden alırken, programların biçimi değiştiriliyor, AKP yalakası isimler daha fazla ekranlarda boy gösteriyor, Demirtaş’ın konuşmalarına eskisi gibi yer verilmiyor. Yani nereden bakarsak bakalım; AKP, Erdoğan ve yandaş medya bir ölüm kalım savaşı başlatmış bulunuyor. 

23 Ağustos 2015

İlgili yazılar