Egemenlerin İhtişamlı Sarayları Ne Anlatır?
Utku Kızılok, 1 Aralık 2014

Bu kibir ve her şeyi yapmaya muktedir olma hissiyatı ruhsal bir bozukluğun, gerçeklerden kopmanın bir işaretidir. Geçmişten günümüze bu tür despotik kişilikler daima kibirli olmuşlardır ve özellikle, bizzat onları lükse boğan sömürülen sınıflar karşısında kendilerini pek üstün hissederler. Onların nazarında ezilen ve sömürülen kitlelerin hiçbir değeri yoktur; aşağılar, küçümser ve hatta insan yerine koymazlar.

Eylül 2013’te yapımına başlanan “yeni başbakanlık binası”, Türkiye’nin en büyük binası olmasına rağmen bir yıl gibi kısa bir sürede tamamlandı. Bu binanın inşaatında 3 bin işçi, 3 vardiya halinde gece gündüz demeden çalıştı. Yarı gizli bir şekilde inşa edilen bu bina, olağanüstü bir çalışmanın sonucu olarak Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına yetiştirildi. “Ak Saray” olarak adlandırılan bu binanın cumhurbaşkanlığı sarayı olarak kullanılacağı açıklandı. Geniş bir alan üzerine inşa edilen binanın binden fazla odası var ve yeni eklentiler de yapılacak. Buna rağmen şimdiden 1 milyar 370 milyon lira harcanmış durumda. Binaya verilen ruhsat sınırlarının aşıldığı, kaçak olduğu ve orman kıyımı yapılarak inşa edildiği yönündeki eleştirileri de eklemek lazım. Ancak kibrinden geçilmeyen Erdoğan ve AKP’nin bu gibi eleştirilere kulak astığı yok.

Milyonlarca işçi asgari ücretle veya onun biraz üzerinde bir ücretle sefalet koşullarında yaşarken ve Ermenek’te madenci babası Recep Amca gibileri yırtık kara lastik giymeye mahkûm edilirken, bir başka Recep, Recep Tayyip Erdoğan kendisine devasa bir saray yaptırmıştır. Sarayın yalnızca aylık elektrik gideri 700 bin lira tutarındadır. Erdoğan ile birlikte cumhurbaşkanlığı bütçesi %99 oranında bir artışla 397 milyona yükseltilmiştir ve bu bütçenin önemli bir kısmı “Ak Saray”ın giderleri içindir. Yani neresinden bakarsanız bakın muazzam miktarlarda bir kaynak, AKP’nin ve Erdoğan’ın “Ak Saray”ına aktarılmıştır, aktarılmaktadır. İşçi-emekçi kitlelerden toplanan vergilerin bu şekilde israf edilmesi, aynı zamanda, sürekli olarak halkın bir parçası olduğunu, onlardan farklı bir yaşam sürmediğini söyleyen ve göz boyamak amacıyla gecekondu evlerinde yoksulların sofrasına oturarak jest yapan Erdoğan’ın riyakârlığının ifadesidir. Gelen eleştiriler üzerine AKP ve Erdoğan, “saray halkın malıdır” açıklaması yaptı. Bu açıklama tümüyle yalandır. Dünden bugüne hiçbir sömürü düzeninde egemenlerin sarayları halkın malı olmamıştır ve olmayacaktır, ta ki işçi-emekçi kitleler bir devrimle o saraylara el koyana kadar.

Hiç kuşku yok ki söz konusu saray, “büyük adam” olma hevesindeki Erdoğan’ın egemenliğinin bir sembolü, bir güç gösterisi olarak inşa edilmiştir. Binaya “Ak Saray” adının verilmesinin de anlamı budur. Burjuva devleti yeniden şekillendiren AKP, adeta bir tek parti iktidarı kurmaya ve geleceğe kendi damgasını basmaya niyetlidir. Erdoğan, AKP ve onun etrafındaki burjuva kesimlerin, kazandıkları güçten dolayı gözleri öylesine dönmüş ve kibir katsayıları öylesine yükselmiş bulunuyor ki, her şeyi yapabileceklerine vehmetmektedirler. Gereksinim olmamasına rağmen bin odalı bir saray inşa edilmesi, Çamlıca’nın tepesine devasa bir cami dikilmesi ve bunu izleyen abartılı yapı inşaatları bu gerçeği gözler önüne sermektedir. Tarihte hep böyle olmuştur; büyüklük hastalığına yakalanan egemenler, devasa mekânlar inşa ederek kendi küçüklüklerinin üzerini örtmeye ve yüce varlıklar olarak anılmaya çalışmışlardır. Bugün Bonapartlaşan Erdoğan’ın yaptığı da budur.

Bu kibir ve her şeyi yapmaya muktedir olma hissiyatı ruhsal bir bozukluğun, gerçeklerden kopmanın bir işaretidir. Geçmişten günümüze bu tür despotik kişilikler daima kibirli olmuşlardır ve özellikle, bizzat onları lükse boğan sömürülen sınıflar karşısında kendilerini pek üstün hissederler. Onların nazarında ezilen ve sömürülen kitlelerin hiçbir değeri yoktur; aşağılar, küçümser ve hatta insan yerine koymazlar. Mağrurlanma ve üstünlük hissiyatı, bilhassa antik dönemin imparator ya da krallarında çarpıcı bir görünüme kavuşmaktaydı. Onlar kendilerini tanrı veya tanrının yeryüzündeki yansıması olarak görmekte ve göstermekteydiler. Bu, aynı zamanda egemen sınıfın kendi egemenliğini kitlelerin gözünde meşrulaştırmak üzere kullandığı ideolojik bir araçtı.

Doğu despotizminde zenginliğin önemli bir kısmı, despotun görkemini, ne denli büyük ve erişilmez kudrette olduğunu göstermek amacıyla devasa binaların inşaatına aktarılmaktaydı. Meselâ eski Mısır’da firavunların her biri, kendileri ve aileleri için ihtişamlı saraylar ve içi altınla kaplı piramit mezarlar yaptırmaktaydılar. Yüz binlerce kölenin emeği, canı ve kanı üzerinde dev yapılar yükseldikçe, kendilerine kutsiyet atfeden firavunların bu hissiyatı daha da güçlenmekteydi. İmparatorlar, sultanlar, krallar ve şahlar; saray, katedral veya cami biçiminde görkemli, adeta insanı ezen binalar yükselterek kendi güçlerini ezilenler üzerinde kabul ettirmeye çalışmaktaydılar.

Meselâ 1100 odalı bir saray yaptıran Romanyalı diktatör Çavuşesku’nun durumu tam da böyleydi. Stalinist bürokratik diktatörlüklerden biri olan Romanya’da işçi sınıfı yoğun bir sömürüye maruz kalıp sefalet içinde yaşarken, devletin tepesindeki Çavuşesku, Romanya gibi küçük bir ülkede, ABD savunma bakanlığı binası Pentagon’dan sonra dünyanın ikinci büyük devlet binasını yaptırmıştı. Sarayın yapımı 5 yıl sürmüş ve işçi sınıfının sömürüsüyle elde edilen zenginlik buraya aktarılmıştı. Çavuşesku, “Halkın Evi” adını verdiği bu sarayın balkonunda halka konuşma yapmayı hayal ediyordu, ancak konuşamadı. 1989’da, Romanya’da bürokratik diktatörlüğün yıkılmasıyla sonuçlanan bir darbeyle devrildi ve kurşuna dizildi. Eğer konuşabilseydi, hiç kuşku yok ki şimdi Erdoğan’ın dediği gibi bu ihtişamlı sarayı halk için yaptırdığını söyleyecekti.

Saraylarıyla meşhur diğer bir diktatör de Irak’ın tepesindeki Saddam Hüseyin’di. Emperyalist güçlerin uyguladığı ekonomik ambargonun da etkisiyle emekçi kitleler derin bir yoksullukla boğuşurken, yeterince beslenememekten ve ilaçsızlıktan ötürü on binlerce çocuk ölürken, ülkedeki zenginliğin büyük bir bölümü Saddam ailesinin lüks yaşamına ya da yeni saraylar inşa edilmesine aktarılmaktaydı. Saddam Hüseyin, kendi büyüklüğünün ve kudretinin simgesi olarak pek çok şehre saraylar yaptırmıştı. El-Salam ve Doğum Günü Sarayları bunlardan yalnızca ikisidir. Son derece ihtişamlı bu saraylar, Saddam’ın yıkılmazlığının ve kudretinin sembolleri olarak yükselmekteydiler. Ancak Saddam’ın kudreti ABD emperyalizmi tarafından yıkılmasını engellemeye yetmedi. ABD işgali karşısında Saddam’ı yalnız bırakan halkın onun yüceliğine inanmadığı ve tam tersine derin bir nefret duyduğu ortaya çıktı.

Görkemli binalar yükselterek kendini güçlü hissetme, yalnızca diktatörlere özgü değildir. Kapitalizmle birlikte işçi sınıfının sömürüsüyle elde edilen muazzam zenginlik, geçmiş dönemlerdekiyle karşılaştırılamayacak boyutlara ulaşmıştır. Elbette kapitalizmde burjuvazi, bu zenginliğin azımsanmayacak bir kısmını lüks tüketime ayırırken, daha fazlasını sermaye olarak yeniden üretim sürecine aktarmaktadır. Bugün Türkiye dâhil tüm dünyada adeta kapitalizmin mabetleri haline gelen gökdelenler, aynı zamanda kapitalist açgözlülüğün, lüksün, ihtişamın ve mağrurlanmanın bir yansıması olarak yükselmektedir. Gökdelenler adeta kapitalizmin üstünlüğünün bir simgesi olarak sunulmakta ve geniş emekçi kitlelere derinden derine kapitalizmin ebedi olduğu düşüncesi pompalanmaktadır.

Lakin egemenlerin kibir kulelerinin ebedi olmayacağını insanlık pek çok kez tecrübe etmiştir. Kibir kulelerinin sonunun ne olduğunu belki de en iyi özetleyen şey meşhur Babil Kulesi efsanesidir. Devasa bir yapı inşa ederek kendilerini ölümsüzleştirmek isteyen o dönemin egemenleri, göklere erişecek bir kule inşa ettirirler. Ne var ki bu kule daha sonra bir felâket sonucunda yıkılmıştır. İnsanlık bu efsaneyi dini bir çerçeve içine oturtarak sunmuştur, aslında o gün için başka türlüsü de olamazdı. Söylenceye göre tanrı, kibrin ve şımarıklığın bu sembolünü yerle bir etmiş ve insanları cezalandırmıştır. Aslında burada bir metafor söz konusudur. Eğer tanrının gazabının yerine yoksul kitlelerin isyanını koyarsanız, gerçeklik gizemlerden ve dini çerçeveden kurtulur. Sonuç olarak insanlık, egemenlere, kibrin sonunun hayra işaret etmediğini bu efsane üzerinden göstermek istemiştir.

Bonapartlaşan “Saraylı” Erdoğan

Burjuva kesimler arasındaki iktidar kavgası, geniş kitlelerin çıkışsızlık içinde AKP’ye yönelmiş olması ve İslamcı/muhafazakâr geçinen ama aslında Erdoğan iktidarı sayesinde palazlanan türedi sermaye gruplarının ortaya çıkması Erdoğan’ın Bonapartlaşmasının önünü açmıştır. AKP aracılığıyla iktidara oturan bu yandaş sermaye kesimleri, devlet kaynaklarını oluk oluk kendilerine aktararak TÜSİAD’da ifadesini bulan geleneksel büyük sermaye kesimleri karşısında çok kısa zamanda güçlenmiştir. Bu kesimler bununla da yetinmeyip, bir dönem iktidar ortaklığı yaptıkları Gülenci sermaye kesimlerinin alanına saldırılar düzenlemişlerdir. Kemalist burjuva cenahı da bir tarafa iterek tüm devlet kurumlarını ele geçirmişlerdir. Ayrıca basını denetim altına alarak geniş kitleleri kendi çıkarları temelinde manipüle etmeye başlamışlardır. Tüm bunların olabilmesinde Erdoğan’ın rolü hayatidir ve o olmadan düşünülemez. Toplumun kutuplaştırılmasında ve geniş emekçi kitlelerin AKP’nin peşine takılmasında Erdoğan’ın liderliğinin büyük rolü vardır.

Elbette geniş emekçi kitlelerin AKP’ye yönelmesinin esas nedeni, on yıllar boyunca iktidarın nimetlerinden faydalanan Kemalist çevrelerin mütedeyyin kesimleri hor görüp aşağılamaları, süregelen iktidarların son derece basit sorunları bile çözememiş olması, yolsuzluk ve çürümenin kitleleri “artık yeter” noktasına itmiş olmasıydı. Sosyalist hareketin zayıf olduğu ve güçlü bir sınıf hareketinin olmadığı koşullarda değişimden, demokrasiden, hizmetten, adaletten söz eden AKP ve Erdoğan, başka bir alternatif göremeyen kitlelerin biriken tepkisini oya çevirebilmiştir. AKP’nin iktidara gelmesinden sonra, bu durumu hazmedemeyen asker-sivil Kemalist bürokratik kesimlerin darbeci girişimleri ve AKP’yi kapatmaya dönük hamleleri, kitlelerin karşısına mağdur rolüyle çıkan Erdoğan’ın desteğini daha da artırmıştır. Giderek güçlenen AKP ve Erdoğan, iktidarını sağlama almak amacıyla bu kez bizzat toplumu kutuplaştırmaya, kitleleri bir araya gelmeyecek şekilde sert iki kampa ayırmaya dönük bir siyaset izlemeye başlamıştır.

Tüm bu süreç, Erdoğan’ın kibir katsayısını arttırmış ve “üstün adam” olduğu düşüncesini daha da pekiştirmiştir. Bunda, alt-emperyalist bir düzeye yükselen Türkiye’nin AKP liderliğinde atak bir siyaset izlemesi, bu kapsamda İsrail cumhurbaşkanının dünyanın gözü önünde azarlanması ve Erdoğan’ın Ortadoğu’da popüler birisi haline gelmesinin de etkisi vardır kuşkusuz. Hayal edilemez bir noktaya ulaşan yandaş sermaye kesimleri, ideologları ve AKP içindeki siyaset esnafı hep birlikte Erdoğan’ın kibrini şişirmiş ve adeta onu “kurtarıcı” ilan etmişlerdir. Tarihsel deneyimler de gösteriyor ki, kurtarıcı olarak sahneye çıkan liderlerin buna inanmasında kendi öznel inançları kadar çevrelerinin de çok büyük etkisi vardır. Kibirli ve kendinde üstün güçler olduğu vehmine kapılan liderlerin etrafında onu pohpohlayan, her şeyi yapmaya muktedir olduğunu söyleyen önemli bir çıkar grubu yer alır.

Hiç kuşku yok ki Türkiye’deki yandaş sermaye kesimlerinin Erdoğan ile olan ilişkisi de budur. Bu yandaş sermaye kesimleri ve onların siyaset esnafı, Erdoğan’da; TÜSİAD, asker-sivil Kemalist kesimler karşısında kendi kurtarıcısını ya da Bonapart’ını bulmuştur. Bir dönem Erdoğan’ın başdanışmanlığını ve sözcülüğünü yapan Akif Beki’nin 2003’te yazdığı “Erdoğan’ın Harfleri” adlı kitap bu açıdan gerçekten dikkat çekicidir. “Beklenen Kurtarıcı: Göksel Değil Dünyalı” başlığı altında Beki, Deccal ve Mehdi metaforu üzerinden Erdoğan’ı kurtarıcı ilan ediyor: “Göklerden beklenen kurtarıcı insanların arasından zuhur etti. Göksel değil dünyevi bir kurtarıcı, bir siyasi lider olarak. Mucizelerle gönderilen göksel bir varlık yerine oylarla sandıktan çıkarılan bir kurtarıcı. Büyük bir kitlenin umudu. Seçilmiş biri ama, seçmenleri tarafından.”

Aslında bu ifadelere bakarsak, muhafazakâr sermaye çevrelerinin ruh dünyasında Erdoğan en başından bir Bonapart konumundaydı. Ancak onun siyaset sahnesinde bir Bonapart haline gelmesi için zaman geçmesi ve potansiyelin gerçeğe dönüşmesinin koşullarının oluşması gerekiyordu. Bu açıdan, Erdoğan’ın Bonapartlaşmasını ele alan Mehmet Sinan’ın şu satırları önemlidir: “Erdoğan’ın her yaptığını onaylayarak ve her söylediğini ayakta alkışlayarak onu «tek adam» katına yücelten AKP’nin çekirdek kadroları, kendi ruh dünyalarında da Erdoğan’la özdeşleşmiş durumdalar adeta. Erdoğan’ın çok sevdiği ve AKP kurulmazdan önce de taraftar toplantılarında sık sık terennüm ettiği bir şarkı mısraı var, «beraber yürüdük biz bu yollarda» diye. Evet, iktidara giden yolda Erdoğan’la beraber yürüyen, örgütlenen AKP’nin çekirdek kadroları, sonunda iktidarı fethetmeyi de başararak bugünlere kadar geldiler. Üstelik iktidarı fethetmekle de kalmadılar, iktidar olmanın onlara sağladığı imkânlarla son on yılda ekonomik açıdan daha da büyüdüler ve sermayelerinin gücünü Türkiye sınırlarının dışına taşırdılar. AKP burjuvazisi diye adlandırabileceğimiz bu insanlar, yakaladıkları ekonomik başarı trendini AKP iktidarına ve o iktidarın her şeyi demek olan Erdoğan’a borçlu olduklarının şüphesiz farkındadırlar. Nitekim böyle olduğu içindir ki, bu insanlar Erdoğan’ın attığı her adımı otomatik olarak desteklemekte ve onun karşı çıktığı her şeye onlar da otomatik olarak karşı çıkmaktadırlar. Yani bir anlamda Erdoğan’ı Bonapartlaştırma yolunda bir hayli gayret sarf etmektedirler!”[1]

Bonapartların en temel özelliklerinden biri, yoksul kitlelerin çıkarını koruyormuş pozları kesmesi ama gerçekte egemen sınıfın önünü açmasıdır. Sert bir şekilde toplumu kutuplaştıran Erdoğan, işçi-emekçi kitleler ile burjuvazinin çıkarlarını İslamcı/muhafazakâr kimlik üzerinden ortakmış gibi göstermeye ve böylece sınıf çelişkilerinin üzerini örtmeye çalışmaktadır. Bunu yaparken, yoksul kitlelerin ve mağdurların çıkarlarının temsilcisi kendisiymiş gibi bir söylem kullanmaktadır. Erdoğan’ın sık sık “halkın hizmetkârıyız” dediğini hatırlamakta fayda var. Bir işçi ailesinin çocuğu olarak yoksul bir mahalleden çıkmasını ve gadre uğramışlığını alabildiğine abartarak, kendini kitlelere “milletin adamı” olarak sunmaktadır. Esasında “milletin adamı” sloganı tam da Bonapartlara özgü bir slogandır. Onlar güya şu ya da bu sınıfın değil halkın çıkarlarını korurlar, millet için vardırlar ve kurtarıcıdırlar! Tüm bu yönleriyle Erdoğan ile Latin Amerika’nın “kurtarıcı” caudilloları arasında ilginç benzerlikler vardır.

Dünya siyasal tarihine geçmiş Arjantin’in Bonapart’ı Peron, geniş emekçi kitlelerin duygularına seslenmek için onları anladığını, ülke insanının acılarını, felâketlerini ve nasıl yaşadıklarını bildiğini söylerdi. Yaptığı bazı sosyal reformlardan ötürü Peron işçi-emekçi kitleler nezdinde “kurtarıcı” olarak yükselecekti. Erdoğan ise, yoksullardan biri olduğunu göstermek için onların fakir sofrasına oturuyor, meydanlarda yoksulların ve mazlumların temsilcisi olduğunu söylüyor, argo bir dil kullanmaktan geri durmuyor. Ortaya çıkan görüntü şudur: İşte halkın içinden gelen, en tepeye yükselen, ama halk gibi konuşup onun gibi hareket eden bir lider!

Erdoğan yalnızca Türkiye’de değil, İslam ülkelerindeki yoksulların ve mazlumların temsilcisi olduğunu da söyleyerek tüm Müslümanların “kurtarıcısı” olmaya çalışıyor. 27 Kasımda İslam İşbirliği Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi (İSEDAK) toplantısında konuşan Erdoğan, bir kez daha yoksullara sahip çıkıyormuş pozları kesiyor ve birkaç hurma ile yetinmekten dem vuruyordu: “Hepimiz hesap gününe inanıyoruz. Kendimize, nefsimize, vicdanımıza izah edebilsek bile böyle bir gelir uçurumunu o yüce mahkemede izah edebilmenin imkânı yoktur. Hepimiz günde birkaç hurma ile açlığını bastıran bir peygamberin ümmetiyiz.” Arsızlığın ancak bu kadarı olur. Kitleleri ahmak yerine koymak ancak bu kadar olur! “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” adlı kitabında Marx, Bonapartist karakteri incelerken, büyük kostümlerin, büyük sözlerin ve büyük tavırların ancak en bayağı rezillikleri gözlerden gizlemeye yaradığına dikkat çeker. Erdoğan’ın yoksullara dönük tavırlarının ve sözlerinin arkasında da kendisinin ve kendisi sayesinde palazlanan sermaye kesimlerinin bayağı rezilliklerini, yolsuzluk ve rüşvet ilişkilerini örtme arzusu vardır.

Marksizm, kapitalizmin emperyalizm dönemini bir çürüme çağı olarak tespit etmiştir. Elbette bu tespit bir eğilimi, sistemin günden güne nasıl da yozlaştığını ve toplumu bir çıkmaza sürüklediğini ifade eder. Bilhassa kriz ve savaş dönemlerinde bu çürümenin temposu hızlanır ve sistemin çıkışsızlığı daha fazla gözle görünür hale gelir. Bugün olduğu gibi burjuva demokrasisinin sınırları daha da daraltılır ve güvenliğe ağırlık verilir. Kitlelerde memnuniyetsizliğin derinden derine mayalandığı bu dönemde burjuvazi, baskı yasalarını devreye sokar ve bu elbette bunu meşrulaştıracak gerekçeler de üretip propaganda eder. Bu dönemlerin en tipik özelliği, baskıcı rejimlerle birlikte diktatörlük heveslisi kişilerin de koşulların bir ürünü olarak öne fırlamasıdır.

Tüm bu gidişata dur diyecek olan örgütlü işçi sınıfıdır. Sermayenin emperyalist hevesleri ve Erdoğan’ın Bonapartist tutkuları toplumu bir maceraya sürüklemektedir. Bu tehlikenin geniş kitlelerin bilincine çıkması için öncelikle uygun yol ve yöntemlerle Erdoğan’ın emekçi kitleler nezdinde yarattığı yanılsamayı kırmak gereklidir. Burjuvazinin tüm kesimlerinin karşısına işçi sınıfının bağımsız çıkarları konmalı ve kitlelerin tepkisi kapitalist sömürü düzenine yönlendirilmelidir. 

1 Aralık 2014


[1]  Mehmet Sinan, Bonapartlaşan Erdoğan ve AKP Burjuvazisi, MT, Aralık 2012

İlgili yazılar