Kapitalizm ve Yolsuzluk
Utku Kızılok, 3 Şubat 2014

7 Aralıkta başlatılan yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun etkileri devam ediyor. Hiç kuşku yok ki, bu operasyonun asıl amacı yolsuzlukla mücadele etmek değil, AKP’ye ve Erdoğan’a haddini bildirmekti. Nitekim AKP ile Gülen Cemaati arasında süren iktidar kavgası, operasyon sonrasında alabildiğine sertleşmiş ve yeni boyutlar kazanmıştır. Fakat esas yaşanan şeyin bir iktidar kavgası olması, yolsuzluğun ise bu doğrultuda bir yıpratma unsuru olarak kullanılması, ortada devasa bir yolsuzluk ve rüşvet bataklığı olmadığı anlamına gelmez, gelmemektedir. Tersine, AKP hükümeti gırtlağına kadar yolsuzluk ve rüşvet bataklığına batmıştır. İşte bu yüzden gerek Cemaat, gerek burjuvazinin bir kesimi ve gerekse kendileriyle boy ölçüşmeye kalkışan Erdoğan’a haddini bildirmek isteyen uluslararası güçler, halk kitleleri nezdinde esaslı bir itibar kaybına yol açacağını düşündükleri için AKP’nin yolsuzluk çarkını ifşa etmişlerdir. AKP hükümeti ise, elindeki tüm gücü kullanarak rakiplerinin saldırılarını savuşturmaya ve bu arada açığa çıkan yolsuzluklarının da üzerini örtmeye çalışmaktadır.

Şu hususu akılda tutmak lazım: Yolsuzluk, rüşvet, dolandırıcılık, mafya, hile, yalan dolan kapitalizmin doğasında vardır. Bu nedenle Cemaat ve TÜSİAD burjuvazisinin, bunların medya organlarının, ABD ve AB sözcülerinin yolsuzlukların üzerine gidilmesi yönündeki açıklamaları tam bir riyakârlıktır. Ne zaman ki burjuva siyaset arenasında yolsuzluktan söz edilse, bilinmelidir ki ortada bir iktidar kavgası vardır; burjuvazinin bir kesiminin diğer bir kesimini ya da onun partisini sıkıştırma, yıpratma ve etkisizleştirme arzusu vardır; ortaya saçılan pisliğin artık temizlenmesinin zaruri hale gelmesi vardır. Durum ciddi bir hal aldığında, yolsuzlukla mücadele kapsamında bazı kurbanlar verilir, yani safra atılır ve geniş kitlelerin gözünde sömürü sistemi temize çıkarılmaya çalışılır. Oysa patlak veren yolsuzluklar buzdağının yalnızca görünen kısmıdır ve o buzdağı, kapitalist sistemin tüm kılcallarına ulaşan bir derinliğe sahiptir.

Her şeyin para üzerine kurulduğu, tüm amacın para kazanmak ve güç elde etmek olduğu, bu temelde burjuvazinin kıran kırana rekabet ettiği, pazar ve yatırım alanları üzerinde korkunç yıkıcı savaşların sürdürüldüğü kapitalist düzende, elbette yolsuzluk arızi bir durum olamaz. Kapitalizm, doğası gereği durmaksızın açgözlülüğü ve tatminsizliği kışkırtır. İnsan ile insan arasındaki ilişki para dolayımıyla kurulur. Marx’ın, paranın nasıl da “ilah” haline getirildiğini betimlediği şu sözleri gerçekten çarpıcıdır: “Gücüm, paranın gücü kadar büyük. Paranın nitelikleri para sahibi olarak benim niteliklerim ve potansiyelimdir. Ne olduğum ve neye gücümün yettiği demek ki hiç de benim bireyselliğimce belirlenmemektedir. Ben çirkinim ama kendime dünyanın en güzel kadınını satın alabilirim. O halde çirkin değilim ben, çünkü çirkinliğin etkisi (itici gücü) paraca sıfıra indirilmiştir. Bireysel özelliklerim bakımından, ben kötürümüm, ama para bana kırk tane ayak sağlar. O halde kötürüm değilim. Ben kötü, namussuz, vicdansız, aptalın biriyim; ama para saygındır, öyleyse sahibi de. Para, en yüksek iyiliktir, o halde sahibi de iyidir. Para, ayrıca beni namussuz olma derdinden kurtarır: O yüzden namuslu da sayılırım. Ben beyinsizim, ama her şeyin gerçek beyni paradır, nasıl olur da sahibi beyinsiz olabilir? Üstelik para sahibi en akıllı kişileri de satın alabilir; insan, akıllılardan daha güçlü olunca onlardan daha akıllı olması da gerekmez mi?” (1844 El Yazmaları)

Marx’ın ifadesiyle para insanın tanrısı haline gelince, tüm amaç o tanrısal gücü ele geçirmek olmaktadır. Bu nedenle dürüstlük, açgözlü olmamak gerektiği, hakkaniyet, vicdan, adalet, başkalarını sömürmenin ve hakkını yemenin kötü bir şey olduğu gibi ahlâki değerler kapitalistlerin nezdinde hiçbir şey ifade etmez. İnsanları sömürmek, sermayenin çıkarları doğrultusunda çıkartılan savaşlarda milyonları ölüme göndermek, milyonlar açlıktan kırılırken ve çok daha fazlası yoksulluk içinde kıvranırken bir avuç azınlığın sefahat denizinde yüzmesi kapitalistler nezdinde gayet doğaldır, ahlâkidir. Onlara göre bu durum bir doğa kanunudur. Zira onların ahlâkını belirleyen şey kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkileridir. İşte tam da bundan ötürü, bir taraftan geniş kitleleri aldatmak amacıyla dinden, ahlâktan ve dürüstlükten dem vuran AKP, öte taraftan baştan aşağı yolsuzluk bataklığına batmıştır. 12 yıllık iktidarı döneminde AKP ve onun etrafındaki burjuva kesimler, sıçramalı bir şekilde zenginleştiler, zenginleşiyorlar. Paranın ve iktidarın gücüne ulaşan bu kesimler, giderek artan ölçüde lükse boğulurken, ayrıcalıklarını korumak amacıyla yolsuzluk, rüşvet, dolandırıcılık gibi en ahlâksız ilişkilerin merkezine oturmuşlardır.

AKP iktidarı döneminde ekonomi neredeyse aralıksız büyüdü. Bu büyüme sonucunda tüm burjuva kesimler palazlanırken, emekçilere yine yoksulluk ve sefalet reva görüldü. Ekonominin büyümesini sürdürmek maksadıyla, başta konut olmak üzere inşaat sektörüne onlarca milyar dolar akıtıldı. Meselâ 3. havaalanı ve inşaatı süren 3. Boğaz Köprüsünün ihale bedeli 35 milyar doları aşmaktadır. Böylesine muazzam paraların döndüğü bir alanda yolsuzluk ve rüşvet olmaması mümkün mü? Elbette değil. İslamcı/muhafazakâr burjuvazi, ikbal kokusunu alarak AKP çevresinde kümelenen burjuvalar ve devlet bürokrasisi, tam bir açgözlülükle her alana saldırmıştır. İş adamları, belediye başkanları, AKP’nin üst düzey yöneticileri, devlet bürokrasisi kucak kucağa, can ciğer kuzu sarması olarak, ortaya çıkan muazzam rantı paylaşmaya girişmişlerdir. İhaleler istenildiği gibi belirlenmiş, rant getirisi yüksek olan araziler istenildiği gibi imara açılmış, yasal engeller bir çırpıda kitabına uydurulmuştur. Sonuç itibariyle AKP, bir taraftan kendi etrafındaki burjuva kesimlere oluk oluk para aktarırken, öte taraftan gerçekleşen yolsuzlukların, rüşvetin ve sahteciliğin üzerini kapatmaya gitmiştir. Nitekim eninde sonunda bu lâğımın patlayacağını bilen AKP’nin, Sayıştay’ın denetimini kaldırması ve TOKİ’yi kamu ihale kanununa tâbi olmaktan çıkartarak denetimden muaf tutması boşuna değildir.

Başbakan Erdoğan, yolsuzluk konusunda sorulan soruları cevaplamak yerine, ne denli önemli yatırımlar yaptıklarını ve ekonominin büyüdüğünü anlatmayı tercih ediyor. Sanki yolsuzluğun panzehiri, yatırımlar yapılması ve ekonominin büyümesiymiş gibi! Oysa ekonomik büyüme ile yolsuzluk ve rüşvetin katlanarak artması arasında doğrudan bir ilişki vardır. Bu konuda Çin, oldukça çarpıcı bir örnek teşkil etmektedir. Yıllardır kesintisiz bir şekilde büyüyen Çin ekonomisi, dünyanın ikinci büyük ekonomisi düzeyine yükselmiştir. Büyük ihaleleri kapmak ya da bu ülkedeki yatırımlarını güvencede tutmak isteyen uluslararası tekeller, Çin bürokrasisine muazzam paraları rüşvet olarak yedirmekten geri durmuyorlar. Fakat yolsuzluk ve rüşvet ilişkisi artık daha “incelikli” yöntemler altında yürütülmektedir. Meselâ Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu’nun (ICIJ) yayınladığı rapora göre J.P. Morgan, 1993-2013 döneminde Başbakanlık yapan Wan Jiabao’nun çocuğunu, 75 bin dolar ücretle danışman olarak işe almış. Böylece banka ile başbakan arasında doğrudan ve etkili bir ilişki kurulmuş; Morgan, bu yolla amaçlarına ulaşırken, başbakan ve ailesine ise tam 1,8 milyon dolar yedirmiş. Birçok uluslararası tekelin bu yönteme başvurduğunun altını çizmek lazım. Çin bürokrasisinin, 1990’ların ortalarından yakın bir döneme kadar yurtdışına 120 milyar dolar çıkardığı göz önüne alınırsa, gerek rüşvetin gerekse devlet kasasından hortumlanan paraları çeşitli biçimlerde özel hesaplara aktararak yapılan yolsuzluğun boyutları daha iyi kavranır.

Yolsuzluk, devlet gücünü elinde tutanların, bu gücü özel kazanç sağlama doğrultusunda kötüye kullanması biçiminde tanımlanmaktadır. Bu tanımı yapan bizzat Dünya Bankası ve IMF gibi emperyalist kurumlardır. Hiç şüphesiz bu tanım, son derece yetersiz bir tanımdır ve amaç yolsuzluğun kapitalizme içkin olduğu gerçeğini perdelemektir. Bu tanımla yolsuzluk “kötü yönetim”e bağlanmakta, sermaye sınıfı ve sermaye ile devlet arasındaki ilişki gözlerden ırak tutulmaktadır. Meselenin bu şekilde konması aynı zamanda ideolojiktir. Bilhassa neo-liberal saldırıları hayata geçirmek ve özelleştirmeleri emekçi kitleler nezdinde meşrulaştırmak isteyen burjuvazi, devlete ait işyerlerinde büyük yolsuzluklar yaşandığını gündemden düşürmemektedir. Hatırlanacağı üzere, Türkiye’de de aynı söyleme başvurulmuştu. Söz konusu kurumlarda yolsuzlukların olduğu elbette ki doğrudur; lakin o yolsuzlukların bir tarafında hükümetler, bakanlar ve üst bürokrasi varsa, öte tarafında da işadamları vardır. Devlete ait işyerlerinde yolsuzluktan dem vuran burjuvazi, bu işyerlerini ele geçirmek amacıyla kıran kırana bir rekabet yürütmekten ve büyük rüşvetler dağıtmaktan geri durmamıştır, durmamaktadır.

IMF, Dünya Bankası ve benzeri emperyalist kurumlar, yolsuzluk, rüşvet, sahtecilik ve dolandırıcılığın az gelişmiş ülkelere özgü olduğunu iddia etmektedirler. Bu tespit tümüyle tek taraflı ve maksatlıdır. Az gelişmiş ülkelerde önemli yolsuzlukların gerçekleştiği doğrudur. Özellikle devletin ekonomik alanda ağırlığını hissettirdiği ülkelerde yolsuzluklar sonucunda bir taraftan bürokratlar, siyasetçiler ve onların yakın çevresi zenginleşirken, öte taraftan devlet kaynakları burjuvalara peşkeş çekilmektedir. Fakat yolsuzluk az gelişmiş ülkelere mahsus bir olgu değildir. Ancak gelişmiş ülkelerde daha inceltilmiş yöntemler kullanıldığı için, tüm bu kirli ilişkiler sistem tarafından meşrulaştırılabilmektedir.

Kapitalizmin temeli hırsızlık ve sahtekârlıktır

İşin aslında kapitalizm, daha üretim sürecinin başında işçiyi aldatarak yola çıkar. İşçiye emeğinin karşılığının verileceği taahhüt edilir fakat gerçeklik hiçbir zaman bu değildir. İşçiye yarattığı değerin sadece küçük bir bölümü verilir, geri kalan ise artı-değer olarak patron tarafından gasp edilir. Kapitalist zenginliğin temel kaynağı işte bu sahtekârlığa dayalı emek sömürüsüdür. Böyle bir sömürü sistemi doğal olarak her türlü sahtekârlığı, yağmayı, talanı içinde barındırır.

Kapitalistler artı-değerden daha fazla pay kapmak için birbirleriyle de kıran kırana bir rekabet içindedirler. Lakin bu rekabetin salt sistemin normal işleyiş mekanizmalarıyla sürdürüldüğünü ve bunun dışına çıkılmadığını düşünmek saflık olur. Kapitalistler, rakiplerini alt etmek amacıyla ekonomik araçların yanı sıra, rüşvet, yolsuzluk, sahtekârlık, şantaj, mafyatik yöntemler gibi gayri ahlâki yollara başvurmaktan da geri durmazlar. Üstelik bu yöntemlerin çoğu binbir çeşit ideolojik manipülasyonla meşrulaştırılır. Örneğin borsa, kapitalist soygunculuğun ve dolandırıcılığın merkezlerinden biridir. Kriz dönemlerinde daha net ortaya çıkan birçok örnekte görüldüğü üzere, muhasebe oyunlarıyla şirketlerin değerleri olduğundan fazla gösterilmekte, hisse senetleri yükseltilmekte ve bu senetleri almaya itilen yüz binlerce insanın birikimine el konularak muazzam kârlar elde edilmektedir. Kapitalistler devasa kârlara el koyup sefa sürerken, şişirilen balon patlayıp da çöküş kaçınılmaz hale geldiğinde, emeklilik fonları borsa spekülasyonlarına kurban edilir ve küçük hisse senedi sahibi olan milyonlarca insan hüsrana uğrar.

2001’in sonunda batan ABD’nin dev tekellerinden Enron ya da 2008’de patlak veren son krizde iflas eden banka, sigorta ve gayrimenkul tekelleri, bu konuda çarpıcı örnekler sunmaktadırlar. Dünyanın en büyük denetleme ve derecelendirme şirketlerinden biri olan Arthur Andersen ile Enron arasında kurulan kirli ilişkiyle, borsa aracılığıyla on binlerce insan dolandırılmıştır. Arthur Andersen, Enron’un yetersiz olan öz kaynaklarını açıklamamış, muhasebe oyunlarıyla zararlarını bilanço dışına çıkartmış ve aynı zamanda kârlarını yüksek göstererek şirketin piyasa değerinin bir hayli yükselmesini sağlamıştır. Oysa gerçekte, Enron’un sermayesi gösterildiğinden çok daha azdı ve kırılgan bir yapıya sahipti. Fakat sahtecilik sonucunda şirketin borsadaki değeri yükselmiş, kapış kapış giden hisse senetleri büyük kârlar getirmişti. Ancak balon bir süre sonra patladı ve Enron iflas bayrağını çekerken binlerce küçük hisse sahibini de beraberinde iflasa sürükledi.

Aslında mali sermaye tekelleri ile sözümona onların durumlarını değerlendiren ve denetleyerek not veren Standards and Poor’s, Moody’s veya Fitch gibi kuruluşlar daima içli dışlıdır ve aralarında kirli bir ilişki vardır. Unutmamak lazım ki, bu kredi derecelendirme kuruluşlarının kendileri de birer kapitalist işletmedirler. Kredi derecelendirme kuruluşlarının gelirlerini temelde, denetleyip not verdikleri şirketlerin ödediği ücretler oluşturmaktadır. Derecelendirme şirketleri, tekellerin piyasa değerini arttırdıkça gelirlerini de katlamaktadırlar. 2007-2008 arasında Moody’s, kârlarını dört katına çıkartmıştı ve bu kârların önemli bir kısmı, riskli tahvillere güvenilir not vermesinin karşılığıydı. Başbaşa veren bu kuruluşlar ile finans tekelleri, kitleleri aldatarak dolandırmaktadırlar. Meselâ 2008 krizinde batan üç İzlanda bankasının notu, iflas etmeden kısa süre önce, söz konusu derecelendirme şirketleri tarafından en yüksek düzeye çıkartılmıştı. Bankaların hisse değerleri üç katına çıkmış ve büyük kârlar elde etmişlerdi. Keza ABD’de Lehman Brothers, Merrill Lynch, AIG gibi banka ve sigorta tekelleri de 2008 krizinde battıkları ana kadar, yatırım yapılabilir en güvenli şirket notuna sahiptiler. Aynı Enron’daki gibi bu tekellerin piyasa değeri de muhasebe oyunlarıyla yüksek gösterilmiş ve hisse senetlerinin değerlenmesi sağlanmıştı. Yine krizde çökme noktasına gelen mortgage şirketi Fannie Mae, 1998 ilâ 2003 arasında kazançlarını 10 milyar dolar daha fazla göstererek halkı aldatmış ve büyük kârlar elde etmişti.

Kâr hırsı ve kapitalist açgözlülük sınır tanımaz

Kâr hırsı ve kapitalist açgözlülük sınır tanımamaktadır. Sahtecilikle, yalan dolanla, yolsuzlukla geniş halk kitleleri soyulup soğana çevrilmektedir. ABD, bu konuda gerçekten de çarpıcı örnekler sunmaktadır. Bir taraftan tüketim kışkırtılıp zengin olma hayalleri pompalanırken, öte taraftan kredi mekanizması kullanılarak milyonlarca insana yüksek faizli konut kredisi verildi. Verilen kredinin miktarı arttıkça tekellerin hisse değerleri ve kârları da arttığı için balon durmaksızın şişirildi. Beri taraftan tekeller muhasebe oyunlarıyla yüksek kârlar açıkladı, evi ya da arabası olan emekçilerin, bunları ipotek ettirerek borsada oynaması teşvik edildi. Sonuç malûm: Kapitalistler kârları cebe indirirken, bir süre sonra balon patladı ve milyonlarca emekçi evini, arabasını ve elindeki tüm birikimini kaybetti. Krizden sonra, yalnızca 2010’a kadar 6 milyon insanın evinin haczedildiğini belirtmek yeterli olacaktır. Buna karşın, halkı aldatan ve dolandıran tekellerin yöneticilerine muazzam paralar ödenmiştir. Örneğin, iflas ettikten sonra Merrill Lynch’in icra kurulu başkanının 161 milyon dolar alarak istifa etmesine izin verilmiştir. Hükümet ise olup bitenleri yalnızca izlemiş ve bu duruma sesini çıkartmamıştır. Başta ABD’de ve Avrupa’da olmak üzere, krizin vurduğu hemen her ülkede, batan finans tekellerinin kurtarılması için trilyonlar akıtılmış, böylece emekçilerden toplanan vergiler, bir de bu yolla kapitalistlerin kasasına transfer edilmiştir.

Elbette başka türlü de olamazdı. Zira hükümetler, en genel anlamıyla burjuvazinin hizmetindeki komitelerden başka bir şey değillerdir. Fakat bu gerçek, emekçi kitlelerin gözünden uzak tutulmaya ve herkese “eşit” duran bir devlet ve hükümet görüntüsü verilmeye çalışılır. Meselâ bir taraftan patronlarla özel görüşmeler yapan, kimilerine rafineri, kimilerine gazete ve televizyon kanalı vb. sözü veren, bakanlara emirler yağdırarak inşaat patronlarının yolunu açan Başbakan Erdoğan, rakipleri tarafından siyaset arenasında sıkıştırıldığında “millet iradesi” diye bağırabilmektedir.

Eğer kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden emperyalizm dönemine ve özellikle de günümüze bir çizgi çekersek, yolsuzluk, rüşvet ve dolandırıcılık grafiğinin sıçramalı olarak tırmandığını görürüz. Tekeller, bir taraftan kendi aralarında kıran kırana rekabete tutuşurken, öte taraftan da kendi amaçlarına ulaşmak için devlet yetkililerine büyük rüşvetler yedirmekten, sahteciliğe, dolandırıcılığa, uyuşturucu kaçakçılığına, kara para aklamaya başvurmaktan imtina etmezler. Lenin’in ifadesiyle mali oligarşinin baskısı sonucunda her alanda bir gericilik başlar; burjuva siyaset arenası daha boğucu hale gelirken, hükümetler artan ölçüde bu tekellerin baskısı ve denetimi altına girerler.

ABD’de, özellikle 1980’den bu tarafa, istisnasız, gerek maliye bakanlığına gerekse merkez bankası başkanlığına dev tekellerin icra kurulu başkanları ya da en önemli danışmanları getirilmektedir. Meselâ, neo-liberal saldırıların mimarı Ronald Reagan’ın maliye bakanlığına getirdiği kişi, Merrill Lynch’in başkanıydı. Aslında Reagan yalnızca bir kuklaydı ve tekeller onu istedikleri gibi kullanıyorlardı. 2008’de kriz patlak verdiğinde ise maliye bakanlığında, ABD’nin en büyük ve en belirleyici tekellerinden Goldman Sachs’ın eski icra kurulu başkanı Henry Paulson oturmaktaydı. Aynı Goldman Sachs’ın Obama’nın seçim çalışmalarına 1 milyon dolar bağış yaptığını ve seçilmesi için özel destek verdiğini de belirtmek lazım. ABD ekonomisine yön veren Alan Greenspan, Robert Rubin, Ben Bernanke, Larry Sammers gibilerin tümü dev tekellerin adamlarıdır. Bunlar ve daha başkaları, bugün de Obama yönetiminin etrafında toplanmış durumdalar. Çok açık ki bu adamların tamamı, söz konusu tekellerde milyonlarca dolarlık hisse senetleri olan kapitalistlerdir. Dolayısıyla hükümette görev yaptıkları tüm süre boyunca, aslında ortak oldukları tekellerin ne numaralar çevirdiklerini ve halkı nasıl dolandırdıklarını bal gibi de biliyorlardı. Ne var ki açgözlü kapitalistlerden, kendi politikalarının uygulanmasına müdahale etmelerini beklemek saflık olur.

İşte kapitalist düzen budur ve başka türlü de olamaz. Bir tarafta sonu gelmez bir açgözlülük, dizginsiz sömürü, sefahat denizinde yüzen bir avuç asalak, ama öte tarafta açlık, hastalık ve yoksulluk çıkmazında kıvranan milyarlar! Bir tarafta deveyi hamuduyla götüren ama masum olduğu iddia edilen siyasetçiler, bürokratlar, öte tarafta baklava çaldığı için onlarca yıl hapse mahkûm edilen çocuklar! Bir tarafta ayakkabı kutularından çıkan milyon dolarlar, ama öte tarafta ayakkabısı bile olmayıp sefalet içinde ölen çocuklar! Bir tarafta 700 bin liralık “hediye” saati kolunda gezdiren bakanlar, öte tarafta 846 lira olan asgari ücretle geçinmeye çalışan milyonlar! Yolsuzluk kapitalizmin bizatihi kendisidir. Kapitalizmin yollusu olmaz, olamaz. Sömürüyle, yolsuzlukla, rüşvetle, sahtecilikle, dolandırıcılıkla karakterize olan bir sistem düzeltilemez. Bu nedenle, işçi sınıfı asla ve asla kapitalizme ve onun hizmetindeki düzen partilerine umut bağlamamalıdır. Yapılması gereken şey bellidir: Kapitalizmi yıkmak! İşte o zaman insanlar arası ilişkiye para ve çıkar dolayımı girmeyecek, açgözlülük son bulacak ve yeni bir dünya kurulacak. 

1 Şubat 2014

İlgili yazılar