Ortadoğu’da Değişen Dengeler, AKP ve Kürt Sorunu
Utku Kızılok, 1 Ağustos 2013

Türkiye’nin emperyalist arzularını kendi anlayışı çerçevesinde Ortadoğu’da hayata geçirmeye çalışan AKP –ve özellikle onun eksenindeki burjuva kesimler– büyük hayal kırıklığı yaşıyor. Uluslararası konjonktürün de el vermesiyle bazı fırsatlar yakalayan AKP, vehme kapılıp Türkiye’nin bölgede oynayabileceği rolü gereğinden fazla abartınca ve bu abartıya siyasi körlük eşlik edince, kendisini Ortadoğu duvarına çakılmış buldu. Kardeşken kalleş ilan edilen Esad ve rejimi, son iki senedir ha bugün ha yarın yıkılacak denmesine rağmen yerli yerinde duruyor. Mısır’da Müslüman Kardeşler yönetiminin askeri darbeyle devrilmesi, AKP’nin Ortadoğu’da yürüdüğü çok önemli bir zemini şimdilik çökertmiştir. Nitekim AKP’nin Mısır’daki darbeye son derece yüksek perdeden tepki vermesi, canının ne kadar yandığının işaretidir. Elbette hadisenin bir başka boyutu da şudur: Mısır’daki durumla benzerlikler kuran AKP, kendisinin de bir darbe tehlikesiyle karşı karşıya olduğu propagandasıyla kitleler nezdinde mağduriyet duygusu yaratmak ve içerideki siyaseti bu temelde şekillendirmek istemektedir.

İç ve dış siyaset birbirinin devamıdır ve bu iki cephedeki gelişmeler, son süreçteki hadiseler bağlamında da görüleceği üzere doğrudan birbirini etkilemektedir. Özellikle Suriye planlarının gerçeğe dönüşmemesi AKP hükümetini dış siyaset alanında sıkıştırmış ve bu sıkışıklık onu içeride daha saldırgan hale getirmiştir. Gezi Parkı protestolarına verilen alabildiğine sert tepki ve kutuplaştırma eksenli siyaseti derinleştirme hamleleri, AKP’nin içeride ve dışarıda sıkıştığının bir başka ifade biçimidir. Gezi Parkı protestoları vesilesiyle ortaya çıkan kitle hareketlenmesi üzerinden AKP’ye ve özellikle de Erdoğan’ın karizmasına önemli bir çizik atılmıştır. En önemlisi, burjuva siyaset arenasında yeni arayışlara ivme verilmiştir. Diğer taraftan, uzun bir süredir AKP ile iktidar koalisyonunun en önemli bileşeni Gülen cemaati arasında yaşanan tepişme devam ediyor. Bu tepişme, Kürt sorununun nasıl çözüleceği konusunda daha da sertleşmektedir.

Kürt sorunu, burjuva güçler arasındaki kavgada ve rejimi sıkıntıya sokmada ana belirleyen olmaya devam etmektedir. Irak’tan sonra Türkiye’nin Suriye sınırında da bir özerk bölgenin oluşmaya başlaması ya da dört ülkeden Kürtlerin, tarihlerinde ilk kez bir araya gelerek ulusal bir kongre toplayacak olması çok şey anlatmaktadır. Bu durum, Birinci Dünya Savaşından bu yana Kürtler açısından en elverişli koşulların oluştuğunu ve Ortadoğu’da dengeleri değiştirecek önemli bir güç haline gelmekte olduklarını gözler önüne sermektedir. Türkiye kapitalizmine hangi araçlarla yol aldırılacağı, bunun siyasal biçim ve üslubunun ne olacağı, Ortadoğu’da ABD ve İsrail ile ilişkilerin nasıl şekilleneceği ve en mühimi Kürt sorununun ne temelde çözüleceği gibi hususlar, önümüzdeki dönemde burjuva siyasetinde daha nice krizlere neden olacaktır.

Dış siyasette sıkışma

Türkiye ekonomisi AKP hükümeti döneminde önemli bir büyüme kaydetti; gerek geleneksel gerekse İslamcı burjuva kesimler bir hayli palazlandılar. Türkiye’nin, dünyanın 17. büyük ekonomisi düzeyine yükselmesi, ezelden beri dile getirilen emperyal arzular için ciddi anlamda maddi bir temel teşkil ediyordu. Nihayetinde alt-emperyalist bir güç haline gelen Türkiye burjuvazisi, gücünü bölgeye taşırmak ve kendine nüfuz alanları yaratmak istediğinde, bu arzusu, AKP tarafından şekillendirilen bir siyasetle hayata geçirilmeye başlandı. Ancak hamama giren terler! Nitekim Osmanlı mirasına dayandırılmaya çalışılan bu emperyalist siyasetin uygulayıcısı AKP, hevesle girdiği Ortadoğu hamamında bir hayli terlemiş bulunmaktadır. 2009’da “komşularla sıfır sorun” söylemiyle yol verilen bu siyaseti iki evreye ayırabiliriz: “Arap Baharı” öncesi ve sonrası.

AKP, Türkiye burjuvazisinin emperyalist emellerini hayata geçirebilmek için Filistin sorununun hamisi rolünde Ortadoğu’ya dramatik bir giriş yapmıştır. AKP, Ortadoğu’da halk kitlelerinin sempatisini kazanmak gerektiğini ve bunun yolunun da Filistin sorununu sahiplenmekten ve İsrail’e tavır almaktan geçtiğini biliyordu. Neticede Erdoğan’ın, İsrail cumhurbaşkanı Şimon Peres’i Davos’ta dünyanın gözü önünde azarlaması ve katil imasında bulunması Arap kitlelerinde büyük sempati topladı ve Türkiye’nin Ortadoğu’da rol almasını kolaylaştırdı. Yıllar yılı Filistin halkına zulüm uygulayan ve burnundan kıl aldırmayan İsrail’in sembol isimlerinden birisine atılan fırça, bir anda Erdoğan’ı Ortadoğu sokaklarında “kahraman” haline getirdi. Bu çıkışla Türkiye, emperyalist güçlere Ortadoğu’da önemli bir oyuncu olduğunu ve paylaşım masasında kendisine de yer açılması gerektiği mesajını vermiş oluyordu.

AKP öncülüğünde Türkiye, ABD’nin genel stratejisi dışına çıkmadan ama kendi planları çerçevesinde birçok kez onunla karşı karşıya gelerek Ortadoğu’daki boşlukları doldurmaya girişti. Suriye’deki Esad rejimiyle kurulan yakın ilişki, Hamas’a arka çıkma, Batılı emperyalist güçlerin İran’a uyguladığı baskı ve ambargoya direnme bu girişimin bir ifadesiydi. AKP, savaş ya da kitle kalkışmaları yoluyla siyasal dönüşümlere gerek kalmadan, ekonomik entegrasyonla Ortadoğu’nun emperyalist-kapitalist sisteme derinden bağlanabileceğini, bu meyanda ise yakın ilişki kurduğu Suriye’nin istenen çizgiye çekilebileceğini kanıtlamaya çalışıyordu. Böylece bu çizginin temsilcisi ve uygulayıcısı olarak Türkiye, başarılı bir alternatif ortaya koyacak ve kendi nüfuz alanını da yaratmış olacaktı. Söz konusu siyaseti “komşularla sıfır sorun” söylemiyle meşrulaştırmaya çalışan AKP, Türkiye’nin emperyalist hedeflerinde ayakbağı haline gelen hususlarda da bazı adımlar atmaya başladı. 2009’da geleneksel devlet politikasına son verilerek Güney Kürdistan’da konsolosluk açılması, içeride bir Kürt “açılımı” başlatılması ve Ermenistan ile yakınlaşma girişimleri bu emperyalist siyasetin bir gereğiydi.

Ancak “Arap Baharı”, AKP’nin Ortadoğu’da statükonun devamı üzerine inşa ettiği stratejiyi tepetaklak etti. Tunus ve Mısır’da İslamcı güçleri siyaset sahnesinin önüne fırlatan halk isyanları bu kadarla kalsaydı, AKP’nin siyaseti yine de geçerli olurdu. Ne var ki halk isyanının Libya’dan sonra Suriye’ye sıçraması ve üstelik belirli bir aşamada iç savaşa dönüşmesi, Türkiye’nin hızla makas değiştirmesine neden oldu. Hiç kuşkusuz bu makas değiştirmede, Libya’da sürece geç müdahil olduğu için istediğini alamadığını düşünen AKP’nin, Suriye’de de benzeri bir akıbetle karşılaşarak bölgedeki iddialarını hayata geçirememe telaşının önemli bir rolü vardı. Bu nedenlerle AKP, dümeni tam tersine kırdı ve Suriye siyasetini değiştirdi: Kardeş Esad oluverdi “kalleş Esed”. Lakin daha önemlisi, Suriye’deki Kürtlerin aynı Irak’taki gibi özerk bir bölge oluşturması ve bu durumun Türkiye’yi de içine alan bir “Kürt Baharı”nı tetiklemesi olasılığının belirmiş olmasıydı. Üstelik Suriye’de Kürt hareketinin en güçlü bileşeni olan PYD, PKK’nin çizgisindeydi: Burada kurulacak bir özerk bölge, içeride Kürt hareketinin elini güçlendirecek ve Kürt halkını dizginlemek oldukça zor olacaktı. Panikleyen Türkiye’nin yeni politikasının nihai amacı bir an önce Esad rejiminin devrilmesi, iktidara gelen muhalif güçlerin aman vermeden Kürtleri kontrol altına almasıydı. Radikal İslamcı gruplar dâhil muhalefet çok hızlı bir şekilde silahlandırıldı ve Esad rejimine üç dört aylık ömürler biçildi.

Fakat Suriye’de acımasız bir iç savaş sürmesine rağmen Esad rejimi yıkılmış değil. Bunda Rusya, Çin ve İran ekseninin desteği olduğu kadar, rejimin sanılandan daha büyük bir kitle desteğine sahip olmasının da büyük etkisi var. Diğer bir faktör ise ABD başta olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin Suriye’ye müdahale etmek konusunda isteksiz olmalarıdır. Muhalefetin ağır silahlarla donatılması, uçuşa yasak bölge ilan edilmesi ve derhal müdahale edilmesi gibi önerilerin sahibi Türkiye ile ABD arasında ciddi çelişkiler mevcuttur. Belli halk kesimlerinin rejime olan desteğinin sürmesi, Rusya ve Çin’in çok net bir şekilde müdahale karşıtı tutum alması ve El-Kaide türü radikal İslamcı grupların Suriye’de güçlenmesi, ABD’nin tereddüt geçirmesine ve işi ağırdan almasına neden olmaktadır. AKP’nin her hâl ve şartta kendi hedeflerine ulaşmak amacıyla El-Nusra/Kaide tipi radikal İslamcı grupları desteklemesi, üstelik bunu yaparken kendi İslamcılığını da bir şekilde işin içine katması, ABD ve AB nezdinde kuşkuyla karşılanmaktır. Esad rejimi yıkıldıktan sonra nasıl bir toplumsal ve siyasi tablonun ortaya çıkacağını öngöremeyen ve AKP’ye de tam anlamıyla güvenmeyen ABD, Türkiye’nin yaklaşımlarına şimdilik prim vermemektedir. Nitekim Türkiye’nin esip gürlemeleri, Erdoğan’ın son ABD gezisiyle durulmuştur. Gezi öncesinde ABD’yi ipe un sermekle eleştiren Erdoğan, Beyaz Saray’da geçirdiği “transformasyonla” ABD’nin planlarıyla daha uyumlu hale getirilmiştir.

Netice itibariyle AKP’nin Suriye politikasının şu anki evresi hüsrandır. Türkiye’nin dolaylı olarak Suriye’deki iç savaşa ortak olması ama başarılı olamaması, sınır kentlerine yığılan yüz binlerce göçmenin yarattığı gerilim ve Reyhanlı’daki bombalı saldırı AKP’yi iç siyasette sıkıştıran bir durum yaratmıştır. En önemlisi, tüm uğraşlara rağmen Suriye’deki Kürtlerin özerk bir bölgenin temellerini döşemesinin önüne geçilememiştir. Bu durum, AKP’nin “çözüm süreci” adıyla yeniden bir “Kürt açılımı” başlatmasında basınç oluşturmuş ve rol oynamıştır, oynamaya da devam etmektedir.

Suriye’de hedeflerine ulaşamayan Türkiye, Mısır’da Müslüman Kardeşler’in (İhvan-ı Müslim’in) askeri darbeyle düşürülmesi neticesinde Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da zemin kaybetmeye devam etmektedir. “Arap Baharı”yla İslamcı örgütler, özellikle de İhvan, burjuva siyaset arenasında en belirleyici güç haline gelmişti. Zira esas örgütlü olanlar İslamcı güçlerdi ve bu nedenle kitleleri arkalarına takmayı başardılar. Mısır’da, Tunus’ta ve hatta Libya’da İhvan ve kolları iktidara geldiler. Batılı emperyalist güçler, tam arzu etikleri bir siyasal tablo ortaya çıkmasa da, durumu kabul eder gözüktüler. İşte bu noktada Türkiye kendini “model ülke” olarak pazarladı ve bölgedeki hedefleriyle örtüştüğü ölçüde ABD, AKP’nin rol almasına ses çıkartmadı. Zira İslamcı köklerden gelen AKP, bu partilerin sivri yanlarının törpülenmesi, ılımlılaşmaları ve bölgeyle birlikte kapitalist sisteme derinden entegre olmaları noktasında rol oynayabilirdi. Zaten kapitalistleşen İhvan ve uzantıları, kapitalistleşme dinamiğinin dönüştürücü etkisi altında kalarak etraflarına baktıklarında, kendilerine Batı’dan ziyade Türkiye’yi daha yakın buluyorlardı. Bu bağlamda, Türkiye’nin emperyal emellerini hayata geçirmek isteyen AKP ile ABD’nin çıkarları ve planları örtüşüyordu. Nitekim Türkiye’nin rolünü başka bir ülkenin oynayamayacağını ortaya koymak isteyen Erdoğan, Mısır, Tunus ve Libya gezisinde özellikle laikliğe vurgu yaparak ilgili yerlere mesaj vermeyi de ihmal etmemişti.

AKP, “Arap Baharı”yla İhvan’ın yükselişini, kendisinin durumuyla neredeyse özdeşleştirdi ve Türkiye’deki gibi bir sürecin yaşanacağını düşündü. Dolayısıyla danışmanlığına soyunduğu İhvan’a, bu perspektiften akıl verdiği muhakkaktır. Bunu, İhvan’ın “İslam ülkelerinin yükselişi” bakış açısıyla Türkiye-Mısır ekseni eşliğinde bir dış siyaset izlemesinde; demokratik dönüşümler bekleyen geniş yığınların beklentilerinin tam aksine, baskıcı yasalarla toplumu kontrol altına alma girişimlerinde; geleneksel burjuva kesimleri dışlayarak kendi yandaşlarını palazlandırmaya dönük tutumunda görmek mümkündür. AKP ve İhvan üzerinden Türkiye-Mısır ekseni oluşturulmaya çalışılması, bu kapsamda Hamas’ın buraya çekilmesi İsrail’i ve ABD’yi tedirgin etmeye başlamıştır. Mısır’da ise, iktidardan dışlanmaya çalışılan diğer burjuva kamp, rejimin bel kemiğini oluşturan ve Türkiye’deki gibi bir akıbetle karşı karşıya kalabileceğini hesaplayan ordu ve yargı bürokrasisi, hoşnutsuz geniş kitlelerin üzerine basarak İhvan’a karşı harekete geçmiştir. Hiç kuşkusuz bu kamplaşmada, ABD ve emperyalist güçler, kendi planlarını yürütmeye daha uygun bir zemin hazırlayacağını düşünerek askeri darbeye onay vermişlerdir.

Darbenin orta vadeli hedeflerinden biri İhvan’ı daha fazla sistem içine çekmek ve ehlileştirmek ise, diğer bir hedefi de ABD’nin bölgedeki planlarıyla daha uyumlu hale getirmektir. Çok açık ki İhvan’a vurulan darbeyle, aynı zamanda, fazladan vehimlere kapılarak rolünü abartan AKP’ye de bir gözdağı verilmektedir. Netice itibariyle Suriye ve Mısır’daki tablo, Türkiye’nin emperyalist kapasite ve sınırlarını ortaya koymuştur. Keza Somali’deki elçiliğe yapılan saldırı da emperyalist rekabet hamamına giren Türkiye’nin bundan sonra nasıl terleyeceğini göstermektedir.

Kürt sorunu

İç ve dış siyasal dinamikler AKP ve Türkiye’yi giderek daha fazla sıkıştırırken, Kürt hareketinin elini güçlendirmektedir. Bugün Kürt hareketi, Gezi Parkı süreciyle keskinleşen burjuva kesimler arasındaki kavgada, esas denge konumundadır. Meselâ günlerce süren kitle hareketlenmesine Kürt hareketi aktif destek verip AKP’ye vurmak isteseydi –bunun sonuçlarının Kürt hareketi için hayır ya da şer olmasından bağımsız– hiç kuşkusuz bambaşka bir siyasal tablo ortaya çıkardı. Uluslararası konjonktürün seyri, örneğin Irak’tan sonra Suriye’de de bir özerk Kürdistan’ın zemininin ortaya çıkması Kürt hareketinin manevra alanını genişletmiş, AKP ve Türkiye’nin üzerindeki basıncı arttırmıştır. Nitekim bugün burjuva yazar-çizerlerce ifade edildiği üzere, AKP’nin Öcalan’ı muhatap alarak bir “çözüm süreci” başlatmasının esas nedeni Suriye’de bir Kürt özerk bölgesinin ortaya çıkmaya başlamasıdır.

Fakat daha önce de yazdığımız üzere Kürt sorununun çözümü meselesi TC açısından emperyalist bir perspektifin içine oturtulmuştur. Türkiye burjuvazisinin amacı, bizzat kendi ideologlarının kavramlaştırdığı ifadeyle söylersek, “Kürtlerle bölünme değil Kürtlerle büyüme” stratejisini hayata geçirmektir. Ortadoğu’da belirleyici egemen bir güç olmak isteyen Türkiye burjuvazisi, zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarını kontrol eden Kürt burjuvazisini yanına alarak emellerine ulaşmak ve buradan kalkarak dünya siyasetinde ağırlığını arttırmak istemektedir. Kürt hareketi ise kendi cephesinden durumu, Öcalan’ın Newroz’da okunan mektubunda dile getirdiği biçimde, Türkler ile Kürtlerin stratejik ittifakı olarak koymakta, sürecin AKP’yi bu aşamaya getirdiğini belirtmektedir. Müzakereler sonucunda varılan ve üç aşamalı olduğu duyurulan planın birinci aşaması çerçevesinde PKK gerillaları Türkiye’den çekilmeye başlamıştır.

Ancak anayasa değişikliğiyle başta anadilde eğitim hakkı olmak üzere Kürt halkının bir kısım taleplerinin karşılanmasını öngören ikinci aşamaya geçilebilmiş değildir. Gezi Parkı eylemlerinin patlak vermesiyle AKP’nin bir hayli korktuğu, kitle hareketi geri çekilmeden ve kontrol hükümete geçmeden “çözüm süreci” bağlamında adım atmak istemediği bir gerçektir. AKP’nin oyalama tutumu nedeniyle Kürt hareketinin o günlerde geri çekilmeyi yavaşlattığını da belirtelim. Yaşanan kriz üzerine, Öcalan önce AKP’ye ikazlarda bulunmuş, ardından da çekilmenin hızlandırılmasını istemiştir. Ne var ki sürecin nasıl gelişeceği hâlâ belirsizdir.

Ulusal ve uluslararası alanda sıkışan AKP, önümüzdeki seçimleri kazanarak pozisyonunu tahkim etmek, üzerindeki basıncı hafifletmek istemektedir. Üstelik Erdoğan’ın başkanlık arzusu da bu hesabın içindedir. İşte bu hesaplardan ötürü AKP ve Erdoğan, çözüm bağlamında dişe dokunur adımlar atmamak, milliyetçi oyların kendisinden kaçmasının önüne geçmek, bu arada ise Kürt hareketini çeşitli biçimlerde oyalamak ve başkanlık için destek almak yönünde taktik izliyor. Ancak 2015’e kadar neredeyse hiçbir adım atmama, buna mukabil kitlelerin karşısına “sorunu çözen kahraman” edasıyla çıkma anlamına gelen bu Şark kurnazı politikanın zemini yoktur. Ne uluslararası konjonktür buna uygundur ne de Kürt hareketi, kibirli Osmanlı/TC geleneğinin küçümsediği gibi saftır. Nitekim yakaladığı konjonktürel üstünlüğü kaybetmek istemeyen Kürt hareketi, AKP’nin oyalama tutumuna çok hızlı ve sonuç alıcı yanıtlar vermiştir.

AKP’yi sıkıştıracak hamle ise, Suriye’deki Kürtlerin Rojava’da (Batı Kürdistan) tüm kontrolü ele geçirmesiyle gelmiştir. Bilindiği üzere geçen senenin Temmuzunda Rojava Kürtleri, PKK’nin Suriye kolu olan Demokratik Birlik Partisi (PYD) öncülüğünde bazı bölgeleri ele geçirmiş ve denetim kurmuşlardı. Hiç kuşkusuz muhalefeti bölmek ve aynı zamanda Türkiye’nin Suriye’ye dönük müdahalelerini zayıflatmak isteyen Esad rejiminin Rojava’dan çıkması da Kürtlerin bölgede denetim kurmasında etkili olmuştur. Lakin Ortadoğu’da siyasal dengeler hızla değişmektedir: Bir sene içinde Suriye’deki Kürtler çok yol almış, kendi silahlı güçlerini büyüterek tahkim etmiş ve uluslararası alanda dikkate alınan politik bir özne haline gelmişlerdir. Sınırlarının ötesindeki Kürtlere bile özgürlüğü haram gören Türkiye ve AKP, Özgür Suriye Ordusu’nu ve radikal İslamcı grupları destekleyerek Rojava’yı kontrol altına almak istemişse de başarılı olamamıştır. Neticede gelinen aşamada, Rojava’da özerklik ilan edeceğini açıklayan PYD, kalabalık silahlı bir güçle harekete geçerek Serêkaniyê’yi (Resulayn) El-Nusra’dan temizlemiş ve tüm Kürt bölgesinde denetim kurmuştur.

Rojava’daki gelişmeler büyük ölçüde Türkiye’yi etkilemektedir. Kürt hareketi, Kürtlerin Suriye’deki konumunu sağlama alırken, AKP hükümetinin çözüm doğrultusunda adım atması için de basınç bindirmektedir. Suriye’deki Kürtlerin özerklik gibi bir mevzi kazanmasının, Türkiye karşısında PKK’nin konumunu daha da güçlendireceği ve AKP’nin oyalama taktiklerini boşa düşüreceği açıktır. Nitekim bunun önüne geçmeye çalışan Türkiye, silahlandırdığı ve sınırdan içeri girmelerine yardımcı olduğu radikal İslamcı grupları Kürtlerin üzerine saldırtmaktan geri durmamıştır. Türkiye’nin Rojava Kürtleri karşısındaki tutumu tam anlamıyla riyakârlıktır. Zira El-Nusra benzeri grupları beslemekten geri durmayan, onların ele geçirdikleri bölgeleri yönetmelerine, sınıra bayrak çekmelerine ve hatta emirlikler ilan etmelerine sessiz kalan AKP hükümeti, sıra Kürtlere geldiğinde “emrivakileri”, de facto durumları kabul etmeyeceği söylemi eşliğinde yüksek perdeden tehditler savurmaktadır.

Oysa Rojava Kürtlerine dönük bir silahlı müdahalenin, içerideki “çözüm süreci”ni berhava etmek ve aynı zamanda tüm Kürtlerle savaş anlamına geleceği bellidir. Gerçekte savrulan tehditlerin bir hükmü yoktu ve bu nedenle Türkiye, çabalarında başarılı olamayınca şimdilik geri adım atmıştır. Üstelik radikal İslamcı gruplarla savaştığı ve seküler bir yapıya sahip olduğu için, ABD ve Avrupa ülkelerinin de PYD’ye sıcak baktığının altını çizmek gerekiyor. PYD’nin dikkate alınması noktasında ABD’nin de devreye girmiş olması büyük bir ihtimaldir.

Bizzat Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun davetiyle İstanbul’a çağrılan PYD lideri Salih Müslim, Türkiye’nin Rojava’da kurulacak geçici yönetimi kabul ettiğini açıklamaktadır. Keza Müslim’e göre, Suriye’de Esad rejiminin düşmesinden sonra, kurulacak federatif devlet kapsamında Kürtlerin kendilerini yönetmesine Türkiye’nin itirazı yoktur. Türkiye ise, PYD’nin Esad rejimi karşısında muhalefete katılması talebinde bulunmuştur.

Sonuç olarak Rojava’daki gelişmeler, AKP’nin oyalama taktiklerinin işlemeyeceğini gözler önüne seriyor. Dört ülkeden Kürtlerin tarihlerinde ilk kez ulusal bir kongre toplayacak olması ve uluslararası konjonktürün Kürtleri birleşmeye doğru itmesi gerçeği de, sürecin oyalamaya müsait olmadığını kanıtlıyor. Fakat “çözüm süreci”nin yürüyebilmesi için henüz somut adımlar atılmış değil. Hükümet tarafından sızdırılan ve anayasa değişikliği gerektiren paketin, Kürt hareketinin beklentilerinden uzak olduğunu belirtelim. Öyle ki, bir taraftan Kürt sorununu çözeceğini söyleyen AKP, öte taraftan Kürt hareketinin en temel demokratik taleplerinden biri olan yüzde 10 barajını kaldırmaya yanaşmamaktadır. Buna karşın Kürt hareketinin temsilcileri, Eylülün başına kadar gerekli adımların atılması ve Ekimle birlikte ikinci aşamanın tamamlanması gerektiğini, aksi takdirde “çözüm süreci”nin kendileri açısından biteceğini ifade ediyorlar. Öcalan’ın son günlerdeki “süreçten çekilirim” çıkışını da bu kapsamda değerlendirmek lazım.

Ortadoğu kazanı fokur fokur kaynıyor. Emperyalist nüfuz mücadelesinin önümüzdeki günlerde Kürt meselesine nasıl etki edeceğini göreceğiz. Lakin AKP’nin gerekli adımları atmaması ve sürecin akamete uğraması, çok daha kanlı bir dönemin başlamasını kaçınılmaz kılacaktır. Şurası çok açık ki, Kürt sorununun çözülmesi doğrultusunda gerekli adımları atmayan bir Türkiye için deniz bitmiştir. 

1 Ağustos 2013

İlgili yazılar