AKP’nin 10 Yılı ve İşçi Sınıfı
Utku Kızılok, 1 Aralık 2012

Türkiye işçi sınıfı, 12 Eylül 1980 faşist darbesinden beri pek çok mevzi kaybına uğradı. Sınıf hareketinin zayıflığının bir sonucu olarak yaşanan bu geri çekilme ve mevzi kaybı, kazanılmış hakların daha fazla gasp edilmesini ve örgütlülüğün her geçen gün erozyona uğramasını da beraberinde getirmiştir. Tam anlamıyla birbirini tetikleyen bir süreç ve yokuş aşağı gidiş söz konusudur. Elbette söz konusu geri çekilmenin kendi içinde evreleri vardır ve son 10 yıllık AKP iktidarı, neo-liberal kapitalist saldırılar bağlamında özel bir döneme tekabül etmektedir. Bu dönemde neo-liberal saldırılar kesintisiz ve sistematik bir şekilde sürmüş, işçi sınıfının kazanılmış hakları çok yönlü girişimlerle budanmış ve çoğu ortadan kaldırılmış, sermaye birikiminde ciddi bir sıçrama yaşanmış ve fakat tüm bunları hayata geçiren AKP oylarını arttırarak iktidarda kalmaya devam etmiştir. Bu nasıl olabilmektedir?

Hiç kuşku yok ki bunda pek çok etmen ve iç içe geçerek ilerleyen kendine has bir süreç belirleyici olmuştur. Fakat burjuva siyaset arenasındaki kutuplaşmanın işçi sınıfına dönük saldırıların ve gerçek çelişkilerin üzerini örtmesi temel etmenlerin başında gelmektedir. Emekçi kitlelerin ekseriyeti, haklı olarak statükocu-Kemalist bürokrasiye tepki duyarken, işçi sınıfının bağımsız cephesi yaratılamadığı için asker-sivil bürokratik kesimler karşısında mağdur rolü oynayan AKP’yi desteklemiştir. Gerilim siyasetiyle emekçileri yanlış eksenlerde kutuplaştırma bugün de yeni biçimlerle devam ettirilmektedir. AKP, aslında ortada “mağdur” rolünü oynayabileceği bir nesnel zemin kalmadığı ve aksine kendisi baskıcı bir muktedir haline dönüştüğü halde, burjuvazinin iç kapışmasında birer sembol haline gelmiş bulunan meseleleri tekrar tekrar ısıtıp gündeme getirmekte ve bundan medet ummaktadır.

Neo-liberal saldırı programını ne örtüyor?

2002’de iktidara gelen AKP’nin ortaya koyduğu program; TÜSİAD’ta temsil edilen büyük sermayenin, önünün açılmasını bekleyen İslamcı sermaye kesimlerinin, IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kurumların programıyla örtüşüyordu. Mevcut burjuva partilerin iflas ederek burjuva siyaset arenasını tıkadıkları bir atmosferde, söz konusu kesimler, programlarını ancak yeni bir söylemle ortaya çıkan AKP’nin uygulayabileceğini düşündükleri için ona burjuva siyaset arenasında alan açmışlardır. Bu program, ulusal ve uluslararası sermayenin ihtiyaç duyduğu neo-liberal saldırıların hayata geçirilmesini yani özelleştirmelerin hızla devam ettirilmesini, çalışma yaşamında burjuvazi lehine esnek bir düzenin oturtulmasını, bunun bir devamı olarak taşeronluk gibi güvencesiz ve geçici çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılmasını, sendikaların bir güç olmaktan çıkartılmasını ve işçilerin mücadelesinin önüne geçilmesini, emeklilik yaşının yükseltilmesini, sosyal güvenliğin kapsamının daraltılmasını, iş saatlerinin uzatılmasını, işgücü maliyetlerinin aşağıya çekilmesini ve çeşitli yollarla sermayeye kaynak aktarılmasını içeriyordu. Dönüp geriye baktığımızda, AKP’nin burjuvazi adına tüm bunları hayata geçirdiğini görürüz. Fakat AKP bu neo-liberal programı uygularken, beri taraftan da halkın gündelik hayatında yakıcı bir şekilde hissettiği basit gözüken ama kangrenleşmiş bazı sorunları çözdüğü için kitlelere “reformcu” olarak gözükmüştür.

AKP, son derece elverişli bir ulusal ve uluslararası konjonktürün üzerine oturmuş ve aldığı destekle neo-liberal saldırıları uygulamaya girişmiştir. Bir kere AKP, burjuva siyaset arenasında tam anlamıyla bir çürüme ve çöküşün üzerine gelmiştir. Üstelik 28 Şubat darbesiyle Kemalist elitlerin gadrine uğramış ve mağdur edilmiş bir hareketin temsilci olarak ortaya çıkmıştır. Böylece, köyden kente akan ve modern ilişkiler ile geleneksel yaşam arasında bocalayan, kendisine benzer olanlar üzerinden siyasal tercihlerini yansıtmak isteyen geniş dindar kitlelerden büyük bir destek görmüştür. Bu durum, daha en baştan geniş kitlelerin AKP’ye ciddi bir kredi verdiği anlamına geliyordu. Kemalist asker-sivil bürokrasinin ve cumhuriyetçi olduğunu söyleyen kesimlerin AKP karşısında aldığı aşağılayıcı tutum da, emekçi yığınların AKP’ye olan desteğinin sürmesine neden olmuştur. Ekonominin büyümesi, henüz istim halindeki AB süreci ve bu bağlamdaki kısmi reformlar, kitlelerin bilincine “gelişme ve değişme” olarak yansımıştır. Özellikle inşaat sektörüne itilim verilmesiyle bayındırlık işlerine yatırım yapılması, kentlerin çehresinin değişmesi, emekçilerin türlü zahmete katlanarak da olsa alabileceği konutların inşa edilmesi ve neticede kitlelerin nazarında bir iyileşmenin ortaya çıkması AKP’ye olan desteğin sürmesini sağlamıştır.

Bu tablo, Kemalist bürokrasinin vesayetçi dayatmaları sonucunda burjuva siyaset arenasında ortaya çıkan ve temel sınıfsal sorunları baskılayan çatışma/kutuplaşmayla birleşerek neo-liberal saldırıların üzerini örtmüştür. 2003’te sermayenin arzuları temelinde yeni bir İş Kanunu çıkartıldı. Güvencesizlik, belirli süreli iş sözleşmesi, ana işveren/alt-işveren (taşeron) uygulaması getirildi ve çalışma hayatının esnekleşmesi yasallaştırıldı. Taşeronluğun yasal düzeyde önünün açılmasıyla birlikte işyerlerinde üretim onlarca parçaya bölündü ve ana şirkete bağlı olarak çalışan pek çok alt-işveren türedi. Taşeronluk sistemi kadrolu işçiliği tasfiye etmeye başladı. Böylece işçiler, güvencesiz ve çoğunlukla sigortasız olarak belirli bir süre çalışmaya, sözleşmeleri dolunca ise işten atılmaya mahkûm edildiler. Ana işverene bağlı olarak çalışan birden çok taşeronun varlığı, bu taşeronlarda çalışan işçilerin sayısının az olması, sendikal örgütlenmenin önüne fiili ve aslında dolaylı bir yasal engel olarak dikilmeye başladı. Bugün iş kazaları ve işçi ölümlerindeki artışın en önemli nedenlerinden biri taşeronluk sistemidir. Çalışma yaşamında bir karmaşa yaratan bu sistem denetlenmezken, bir an önce sermaye biriktirme derdinde olan taşeron patronlar, hiçbir iş güvenliği önlemi almamaktadırlar. Taşerona bağlı şirketlerde çalışan işçiler daha fazla iş kazası geçirmekte, ana işveren ise bu sistem sayesinde sorumluluğu üzerinden atmış olmaktadır.

Esnek ve güvencesiz çalışma, özel sektörde olduğu kadar devlete ait işyerlerinde de hayata geçirilmiştir. Özelleştirilen işyerlerinin büyük çoğunluğunda sendikalar tasfiye edilmiştir. Özelleştirme kapsamına girmeyen işyerlerinde ise, kadrolu işçiliğin yerini 4-B/C tipi güvencesiz geçici süreli çalışma biçimleri almıştır. Bugün okullardan hastanelere, belediyelerden bakanlıklara değin kamu işyerlerinde hizmetler taşeron şirketler eliyle verilmekte ve okullarda görüldüğü üzere, binlerce öğretmen belirli süreli sözleşmeyle güvencesiz çalıştırılmaktadır.

AKP hükümeti, sosyal güvenlik alanında da işçi sınıfına ağır bir darbe indirmiştir. 2008’de SSK dâhil olmak üzere tüm kamu hastanelerini tek bir çatı altında toplayan yasayla, emeklilik yaşı (kadınlarda 58’den, erkeklerde 60’tan) 65’e çıkartılmıştır. İş güvencesinin olmadığı ve dolayısıyla sigortalı olmanın süreklileşemediği bir çalışma düzeninde, emekliliğe hak kazanmak için prim gün sayısı 7 binden 9 bine yükseltilmiştir. İşçileri mezarda emekliliğe mahkûm eden bu yasayla sağlık sigortasının kapsam alanı daraltılmış, pek çok ilaç sistem dışında bırakılmış, bazı ameliyatlar kapsam dışı bırakılmış ve hastalardan katkı payı kesilmeye başlanmıştır. Böylece AKP hükümeti, sağlığın paralı hale getirilmesinin yolunu döşemiştir. Nitekim daha sonra katkı paylarına zam yapılmıştır. Özetle, işçi-emekçiler sağlık harcamalarına daha fazla para ayırmaya mecbur bırakılmışlardır. AKP hükümeti, kendisini zorlayacak bir işçi hareketiyle karşılaşmadan bu denli kapsamlı saldırıları hayata geçirmeyi başarmıştır. Bunda, SSK dönemiyle karşılaştırıldığında, sağlık hizmetine erişimde işçiler açısından belli iyileştirmelerin yapılması önemli rol oynamıştır.

Kuşkusuz bunlar büyük reformlar değillerdi. Aslında onyıllardır çözülmesi gereken en basit sorunlarda bazı adımlar atılması AKP eliyle “reform” olarak sunulmuştur. İstediği hastaneye gidemeyen, rahat bir şekilde hizmet alamayan, SSK hastanelerindeki kuyruklarda tam anlamıyla çile çeken ve ilaç kuyruklarında aşağılanan, dolayısıyla bu hastanelere gitmekten kaçınan emekçi kitleler, örgütsüzlüğün ve burjuva propagandanın da bir sonucu olarak AKP’nin sağlıktaki saldırı paketini yutturmak için araya sıkıştırdığı bu olumlu yönlere odaklanmışlardır. Hiç kuşku yok ki, bu düzenlemelerle birlikte emekçiler geçmişe nazaran sağlık hizmetlerine daha rahat kavuşuyor, hastanelerin sayısının da artmasıyla istediği hastaneye gidebiliyor ve muayene olabiliyor. Ancak AKP’nin ve burjuvazinin sağlık politikaları, emekçilerin nitelikli bir hizmet alması ve sağlığına kavuşması üzerine kurulmuş değildir. Getirilen performans uygulamasıyla daha fazla hasta “muayene” etmek, puan toplamak ve daha fazla prim almak isteyen doktorlar, hastalara olur olmaz her tetkiki yaptırıyor ve mütemadiyen ilaç yazıyorlar. Belki emekçiler, geçmişe nazaran istedikleri tetkiki yaptırıyor ve katkı paylarını ödeyerek istedikleri ilaçları alabiliyorlar, ne var ki sağlıklarına kavuşamıyorlar. Bu sistem asıl olarak burjuvazinin cebini doldurmaktadır. Zira ilaç ve tıp malzemeleri (medikal) üreten tekellere muazzam ölçüde kaynak akıtılmaktadır.

Türkiye’nin emperyalist yükselişini sürdürmesi ve uluslararası siyasette daha fazla söz sahibi olması için AKP hükümeti, ekonominin her ne pahasına olursa olsun büyüdüğü ve sermayenin palazlandığı bir programı hayata geçirmektedir. İş kazaları savaş derecesinde bir insan yıkımına yol açmasına ve her ay ortalama 100’den fazla işçi ölmesine rağmen, hükümetin ve devletin iş güvenliği önlemlerinin alınması için gerekeni yapmamasının nedeni budur. Bizzat Başbakan Erdoğan, burjuvazinin ayağındaki tüm bağları çözeceklerini açıklamıştır. Ulusal İstihdam Stratejisi’yle kıdem tazminatının ortadan kaldırılması, kurulacak özel istihdam (kölelik) bürolarıyla çalışma yaşamının tümüyle esnekleştirilmesi/güvencesizleştirilmesi ve işgücü maliyetlerinin daha da aşağılara çekilmesi hedeflenmektedir. Ayrıca yeni sendikalar yasasıyla, tümüyle esnek ve güvencesiz çalışma düzeni patronlar açısından güvenceye alınmıştır. 30’dan az işçi çalıştıran işyerlerinde –ki taşeron firmalar esas olarak 30’un altında işçi çalıştırmaktalar– sendikalaşan ve işten atılan işçinin sendikal tazminat davası açmaktan men edilmesi, dolayısıyla sendikalaşmanın önünün kesilmesi, söz konusu yasanın ne anlama geldiğini gözler önüne sermektedir.

Ne var ki tüm bu saldırılara karşı durulamamış, sendikalar ve sosyalist hareket işçi kitlelerini harekete geçirememiştir. Bunda, burjuva siyaset sahnesindeki kapışmanın sendikaları ve sosyalist hareketi fazlasıyla etkilemesinin, muhalif sendikaların ve sosyalist hareketin ekseriyetinin Kemalist asker-sivil bürokrasinin argümanlarıyla AKP’ye yüklenmesinin önemli bir rolü vardır. Kapitalist sömürü ve sınıf çelişkileri üzerinden atlanarak tümüyle AKP karşıtlığına indirgenen bir muhalefet hattı izlenmiştir. Meselâ sendikalar ve sosyalist hareket, emekçi kitlelerin iyileşme olarak gördükleri birtakım düzenlemeleri gözardı ederek, toptancı bir yaklaşımla AKP’nin her yaptığına karşı çıkmış ve bu da onların kitleler nezdindeki inandırıcılığını azaltmıştır. Bunun en bariz örneklerinden biri de “tam gün yasası”dır. Hastaneleri, kendi özel muayenelerine hasta çekmek için kullanan doktorların tam gün çalışmasını zorunlu kılan yasanın içindeki olumsuz maddelere karşı çıkılacağına, burjuva siyasetindeki bölünmenin devamı olarak AKP’nin sıkıştırılması hedefe konmuş ve ne dediğini bilmeyen bir muhalefet yürütülmüştür. Hele solcu pozlar kesen doktorların ve bunların örgütlü olduğu oda temsilcilerinin televizyonlara çıkıp “tam gün yasası”na toptan karşı çıkması tümüyle AKP’nin ekmeğine yağ sürmüştür. Aslında alttan alta hoşnutsuzluk birikmesine rağmen emekçi kitleler, AKP’nin yarattığı illüzyonu aşamamaktadırlar.

Yapay kutuplaşma neyi örtüyor?

Burjuva siyaset arenasındaki kutuplaşmanın belirleyici olduğu koşullarda, sınıf çelişkileri üzerinde yükselmeyen bir “politize” olma durumu söz konusudur ve AKP bunu istediği gibi kullanmaktadır. Neredeyse her mesele bu yapay kutuplaşma ekseninde değerlendirilmekte ve bu temelde taraf olunmaktadır. Örgütsüzlük nedeniyle işçi-emekçi kitleler de, ne yazık ki dayatılan bu kutuplaşma ekseninde tutum alıyorlar. Tam da bundan ötürüdür ki, mağdurluk barutunu tüketen AKP ve Erdoğan, kutuplaştırma siyasetine tüm gücüyle asılmakta ve derinleştirmektedir. Şu hususu unutmayalım: İşçi-emekçi kitlelerin çalışma ve yaşama koşulları ağırlaşmıştır ve üstelik işgücü maliyetlerini daha da aşağıya çekmeyi ve çalışma rejimini alabildiğine güvencesiz ve esnek hale getirmeyi hedefleyen yeni saldırı paketleri sırasını beklemektedir. Küresel krizin etkileri Türkiye’de yeniden kendini hissettirmeye başlamıştır. Ortadoğu’da süren savaş ve bu kapsamda Türkiye’nin emperyalist emelleri çerçevesinde atacağı adımlar içerideki gerilimi daha da arttıracaktır. Tüm bunlar, şimdiden toplumun derinlerinde bir tepki mayalandırmaktadır. İşte AKP, mayalanmakta olan bu tepkiyi yumuşatmak, çarpıtıp başka kanallara akıtmak ve gütmekte olduğu emperyalist siyaseti sürdürmek amacıyla emekçileri yapay gündemlerle ve milliyetçilikle oyalamaya girişmiştir.

Bir taraftan otoriterleşen çizgisini kalınlaştırıp en küçük hak arama eylemine şiddetle saldıran ve toplumu korkutarak gözdağı veren AKP, öte taraftan da gerilim siyasetiyle kutuplaştırmayı derinleştirip kitleleri peşine takmayı hedeflemektedir. Aslında güdülen bu gerilim siyaseti ve kutuplaşma CHP’nin çıkarlarıyla da örtüşmektedir. Zira CHP bu sayede Kemalist kesimleri ve Sünni İslam dayatmasına tepki duyan Alevileri büyük ölçüde blok olarak arkasına takmayı garanti etmektedir. Burjuvazi ve onun temsilcileri, emekçilerin kendi sınıf çıkarları temelinde ve sınıf çelişkileri üzerinden değil, sivriltilen tâli çelişkiler ya da burjuva siyasetinin yapay gündemleri üzerinden taraf olmalarını istemektedirler. Bu bağlamda AKP; uzayan iş saatlerini, düşük ücretleri, savaş derecesinde yıkıma yol açan iş kazalarını ve işçi ölümlerini, esnek çalışmayı ve taşeronlaştırmayı, sendikasızlaştırmayı, kıdem tazminatını gasp planlarını gözlerden saklamaya, gerçek çelişkilerin yerine yapay gündemleri ve tâli çelişkileri geçirmeye çalışmaktadır.

Devletin dümenine oturan ve artık darbe tehlikesi, mağduriyet gibi argümanları kullanamayan AKP, burjuva sağ/muhafazakâr siyasetin geleneksel söylemlerine sarılmakta ve bunlar üzerinden politika geliştirmektedir. AKP bunu yaparken, özellikle halkla özdeş olduğu, onun çıkarlarını koruduğu ve onun dalga boyundan konuştuğu görüntüsü vermeye çalışmaktadır. Kürtaja yasak getirilmek istenmesi, dinin toplumsal alanda daha fazla öne çıkartılması, boş bulunan her yere ve özellikle de seküler yaşamın kalbinin attığı kent merkezlerine devasa camiler yaptırılması ya da yaptırılacağının söylenmesi, televizyon dizilerinde içkinin ve öpüşme sahnelerinin bile yasaklanmasına yönelik müdahaleler, halkın geleneksel değerlerine sahip çıkıldığı vurgusu üzerinden yapılmaktadır. Son olarak Muhteşem Yüzyıl dizisi üzerinden “ecdadımız” tartışması başlatan; Kanuni’nin at sırtından inmediğini ve fethi üstüne fetih gerçekleştirdiğini, harem ve aşk sahnelerinin mukaddes geleneklere küfür anlamına geldiğini söyleyen Erdoğan, savcıları da göreve çağırmıştır. Burada kabına sığmayan otoriter ve milliyetçi dil hemen dikkat çekmektedir.

Sağ/muhafazakâr ve milliyetçi bilinçaltı, mutlak iktidar olduğuna inanmanın yarattığı körleşme ve mağrur söylemle kendini dışa vurmaktadır. Alabildiğine mağrur bir dil kullanan AKP ve Erdoğan, her konuda bağırıp çağırmakta, yükseltilen itiraz, eleştiri ve demokratik değerlerin hatırlatılması karşısında, tahammülsüz bir tavırla çılgına dönmektedir. AKP’ye göre kimse hakkını aramamalı, istememeli, sorgulamamalı ve iktidarın ihsanını beklemelidir. Elbette her ihsan karşılığında halk, sevinçten iktidarın karşısında eğilmeli, dalkavukluk etmeli ve şükür etmesini de bilmelidir! AKP ve medyası yürüttüğü kampanyayla bir taraftan toplum üzerinde yapay kutuplaştırmayı derinleştirecek bir baskı kurarken, öte taraftan da geniş kitlelere lütuf dilenmeyi dayatmaktadır. Toplum çok yönlü baskı altına alınıp yapay temellerde kutuplaştırılırken ve böylece hakiki çelişkiler perdelenirken, bu uğurda milliyetçilik körleştirme sürecinin baş aktörü olarak öne çıkmaktadır. 2014’teki seçimlerde cumhurbaşkanı ya da başkan olmak isteyen ve geniş kitlelerin desteğine ihtiyaç duyan Erdoğan, gerilim siyasetiyle yapay kutuplaşmayı o zamana kadar taşımak istemekte, milliyetçiliği bu bağlamda sonuna kadar kullanmakta ve böylece MHP’nin tabanını da kendi arkasına çekmeyi hedeflemektedir.

Dolayısıyla Kürt sorununda son derece otoriter ve milliyetçi bir çizgiye kayılmıştır. AKP ve Erdoğan, açlık grevleri sürecinde de görüldüğü üzere, Kürt hareketine karşı oldukça aşağılayıcı bir dil kullanmaktadır. AKP hükümeti, Kürt sorununun çözümü yönünde bir adım atmaktan ziyade sorunu sürece bırakma, kontrol edilebilir bir düzeye getirme ve aynı zamanda sorunun varlığından milliyetçiliğe oynayarak nemalanma peşindedir.

Genel olarak bu siyasal çizgi AKP’nin güdük demokratlık barutunu tüketmiş olduğunu açıkça göstermektedir. Öte yandan AKP’li burjuvazinin hızlı palazlanışı, bu temelde çabuk çürüme/yozlaşma eğilimleri göstermesi ve İslamcı kesim içinde sınıf farklılıklarının gizlenemez hale gelmesi de onun toplumsal meşruiyetini aşındırmaktadır. Emekçilerin yaşamında gerçekleştirdiği bazı tek yanlı düzeltmelerin de gitgide sonuna gelinmesi ve artık saldırıların daha pervasızca yapılması bu tabloya eklenmektedir. Emekçi kitlelerin çoğunluğunun AKP’den henüz kesin bir kopuşu söz konusu değilse de, bir hoşnutsuzluğun mayalanmakta olduğu açıktır. Daha evvel Marksist Tutum sayfalarında da dikkat çekildiği üzere, bazı radikal sol Müslüman siyasi eğilimlerin uç vermesi esasında bunun dolaylı bir ifadesidir.[1] Aslında tarihsel anlamda konuşacak olursak, AKP’nin misyonunu tamamladığı söylenebilir. Ancak tarihsel olanı somut ve güncel hale getirebilmek ve AKP’ye tarihsel ömründen daha fazlasını yaşaması için yeni fırsatlar vermemek için işçi sınıfı devrimcilerine büyük sorumluluk düşmektedir.

Bu noktada önemli olan emekçi kitlelerde biriken hoşnutsuzluğu büyüterek açığa çıkartmak ve bunu doğru kanallara yönlendirebilmektir. İşçi sınıfı temelinde gerçek anlamda bir örgütlü çalışma hiç şüphesiz bunun zorunlu şartıdır. Ancak bu çalışmanın siyasi perspektifi de son derece önemlidir. Burada somut olarak önemli hususlardan birisi, işçi sınıfını kendi sınıf çıkarlarına ters düşen yanlış kutuplaşmalardan uzaklaştırıcı bir siyasi hat izlemektir. Bir başka ifadeyle söylersek, burjuva siyasetinin işçi sınıfına kurduğu bu kapanı kırmak öncelikli bir mücadele konusudur. AKP’nin oynadığı din kartının tuzaklarını elinin tersiyle bir kenara iten ve her fırsatta acımasız sınıf çelişkilerine çubuğu büken bir mücadele çizgisi zorunludur. 

1 Aralık 2012


[1] Bkz: Utku Kızılok, İslami Harekette Yaşanan Ayrışma Süreci, https://gelecekbizim.net/islami-harekette-yasanan-ayrisma-sureci-1/

İlgili yazılar