Polis, Halk ve Devlet
Utku Kızılok, 1 Mayıs 2012

4-10 Nisan arasında “Polis Haftası” kutlamaları yapıldı. Gerek bu kutlamalarda gerekse devlet ricalinin yayınladığı mesajlarda şu minvalde sözler edildi: Polis, halkın güvenliği için gece gündüz demeden çalışıyor, toplumun huzurunu koruyor! Her zamanki gibi, medyada da polise geniş yer ayrıldı; sempati doğuracak görüntüler eşliğinde methiyeler düzüldü. Özetle, tümüyle kendini topluma adamış, maddi çıkarların ötesine geçmiş, yüce duygularla dolup taşan “kahraman halk polisi” imajı yaratılmaya çalışılıyor. Elbette bu, yalnızca Türkiye’ye özgü bir durum değil. Kapitalist düzenin muhafızları tüm dünyada, egemenler tarafından allanıp pullanıp topluma “şirin” sunulmak isteniyor.

“Gecesini gündüzüne katarak çalışan, fedakâr” polis! Polis etrafında özellikle “adanmışlık” halesi örülmeye çalışılıyor. Hiç kuşkusuz polis çalışıyor! AKP hükümetinin toplumu baskı altında tutma ve düzen karşıtı muhalefeti sindirme politikaları çerçevesinde polis gecesini gündüzüne katıyor. Polis neredeyse her gösteriye saldırıyor; işçilerin, sosyalistlerin, Kürtlerin, öğrencilerin, doğanın tahrip edilmesine karşı çıkan köylülerin demokratik tepkilerine copla, gazla, tazyikli suyla, panzerle, olmadı kurşunla yanıt veriyor. Okul kantinini boykot eden lise öğrencileri bile polisin gazını ve copunu tadıyor! Kimlik soruşturması adı altında kent merkezlerinde polis baskısı kendini yoğun bir şekilde hissettiriyor. Araçlı polisler, emekçi mahallelerinde sürekli devriye geziyor; “gözümüz üzerinizde” mesajı veriyor. Haliyle, böylece polis sömürü düzenini muhafaza etmek için çok çalışmış oluyor.

Ancak sömürü düzenini muhafaza çalışmasıyla, yaşamı var eden çalışma arasında pek bir benzerlik yok. Kapitalist düzende şeyler, burjuvazinin ideolojik çarpıtmasına maruz kaldığından ötürü gerçek özleriyle görünmezler. Kapitalist sistemde, gerçekte gecesini gündüzüne katarak çalışan, emek gücünü harcayarak tüm zenginliği ve ihtişamı yaratan, üretici güçleri, bilim ve teknolojiyi ilerleten işçi sınıfıdır. Uzun ve ağır çalışma koşulları altında, üstelik de karın tokluğuna gece gündüz çalışan bir sınıftan söz ediyoruz. Bu bağlamda; eğer kahramanlık, fedakârlık ve kutsallık payesi verilecekse, emeğiyle insanlığın ileriye yürüyüşünü mümkün kılan işçi sınıfına verilmeli ve onun etrafında kutsallık halesi örülmelidir. Ancak işçi sınıfı bu denli çalışmasına, iş kazalarında ölmesine ve sakat kalmasına karşın, övgü dolu sözlerle karşılanmıyor. Elbette kapitalist sistemde, sermayeden, sömürdüğü kitleleri övmesi beklenemez. Tersine, tüm toplumsal zenginliği üreten işçi sınıfı, kapitalist düzende sömürülmekle kalmaz; aşağılanır, horlanır, açlık ve yoksullukla boğuşur. Marx’ın çarpıcı bir şekilde vurguladığı üzere, emek, kapitalistler için zenginlik, ihtişam, saraylar üretir; ama işçi için ürettiği yalnızca yoksulluk, açlık, cehalet ve izbelerdir. İşçi ürettikleriyle hayatı var eder, ama bu arada kendini tüketir.

Bir devlet kurumu olarak polis taltif edilmektedir, zira polis, sömürü üzerine kurulu bu toplumsal düzenin baki kalması için oluşturulmuş bir baskı aygıtıdır. Ama burjuvazi, ideolojik mekanizmaları devreye sokarak bu gerçekliği kitlelere farklı sunmaktadır. Kapitalizm yaşlandıkça daha da çürümekte, sistemin krizleri ve açmazları derinleşmektedir. Buna paralel olarak, burjuvazi, ideolojik aygıtlarını her geçen gün daha da geliştirmekte ve toplumu tüm yönleriyle kuşatmaktadır. Hakikati eğip bükmekte, yetkinleşen ideolojik aygıtlar sayesinde kitlelerin bilincini, dolayısıyla da algılarını belirleyebilmektedir. Bu kapsamda, sinema endüstrisinin çok önemli bir rol oynadığını belirtmek gerekiyor. Polisi konu alan filmlerin yanı sıra dizifilmler, polisin kapitalist düzendeki rolünü meşrulaştıran, egemenlik ilişkisini kitle bilincinde yeniden üreten önemli bir araç işlevi görmektedir. Komedi unsurunu anlatım yöntemi olarak kullanan, kahramanların absürt halleriyle öne çıktığı, “sevimli” anların yaşandığı meşhur Polis Akademisi, bu filmlerden biridir meselâ. Türkiye’de de neredeyse her televizyon kanalında polis konulu bir dizifilm gösteriliyor. Bu dizilerde sürekli suç üretilmekte; cinayetlerin, hırsızlığın, tecavüzün, soygunun sonu gelmemekte ve böylece polisin ne denli gerekli olduğu, fedakârca çalıştığı, kahramanca işler yaptığı kitlelerin bilincine kazınmaya çalışılmaktadır. Yani kitlelerin gerçeklik algısı çarpıtılmaktadır.

Toplumun karşıt sınıflara bölündüğü, ezen ve ezilenlerin farklı çıkarlara sahip olduğu kapitalist sistemde “halkın devleti” ve “halkın polisi” olabilir mi? Burjuva ideologlara göre, devlet, tüm toplum kesimlerinin ötesinde ve üstünde yer alan, genelin çıkarlarını koruyan, tarafsız bir örgütlenmedir; dolayısıyla tüm halkın devletidir! Elbette bu sav, yalanlar ve çarpıtmalar üzerine kuruludur. Zira ne kapitalizmde ne de ondan önceki sömürülü toplumlarda, sınıflardan azade, kendinden menkul, genelin çıkarlarını koruyan bir devlet olmamıştır. Altını kalınca çizmek gerekir ki, bir zor aygıtı olarak devlet, gökten zembille düşmemiş, somut ihtiyaçlar temelinde ortaya çıkmıştır. Bu ihtiyacı belirleyen ise, toplumun farklı çıkarlar temelinde ayrışması ve sömürücülerin sömürülenleri baskı altında tutmak ve kurdukları düzenlerini sürdürmek istemeleridir. Kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu günümüzde de devlet, onun asker ve polis gibi temel şiddet aygıtları, verili düzeni, yani sermayenin işçileri sömürmesiyle, eşitsizliklerle, açlık ve yoksullukla, kriz ve savaşlarla karakterize olan bu kanlı sistemi ayakta tutmaya çalışmaktadır.

Ancak kapitalist mülkiyet ve üretim biçiminden kaynaklı devlet, aynı zamanda ideolojik manipülasyonun bir sonucu olarak, sanki tüm topluma eşit uzaklıkta duruyormuş gibi algılanabilmektedir. Kapitalizmden önceki sınıflı toplumlarda sömürü esas olarak ekonomi dışı zora dayanıyordu. Ancak genelleşmiş meta üretimine dayanan, ücretli emek ile sermayenin pazarda karşı karşıya gelmesini zorunlu kılan kapitalizmde sömürü, ekonomik zor esaslıdır. Bu, kapitalist üretim tarzını diğer tüm üretim biçimlerinden farklı kılan özelliklerden biridir. Kapitalizmde işgücü bir metadır ve diğer metalar gibi alınıp satılabilmektedir. Bir meta olan işgücü ile sermayenin pazarda karşı karşıya gelmesi, biçimsel olarak eşitlerin karşı karşıya gelmesidir. İşçi, özgür iradesiyle mübadele alanındadır ve işgücünü satıp satmamakta “özgür”dür! Buradan da anlaşılacağı üzere, bu noktada ekonomi dışı bir zor yoktur. Kapitalist üretim tarzının bu özgünlüğü hukuksal ifadesini de bulur. Hukukta, bir soyutlama olarak tüm insanlar eşit ve özgürdürler. Hukuksal düzeyde kişinin, potansiyel olarak tüm metalara ulaşma ve mülkiyet hakkının olması; yanı sıra, genel oya dayalı seçme seçilme hakkının varlığı, soyut ve biçimsel eşitliğin yanılsamalı bir şekilde gerçek eşitlik olarak algılanmasına yol açar. Bu durum devletin rolünü gözlerden saklar; onun tüm topluma eşit mesafede ve genelin çıkarlarını koruyan bir koruyucu yapı olarak algılanmasına neden olur.

Burjuvazi, özellikle olağan dönemlerde kitlelerin bilincini çarpıtmak amacıyla soyut eşitliği ve özgürlüğü ideolojik bir yanılsamaya dönüştürerek kullanır. Bilhassa ideolojik bir kılıf olan hukuk, bu bağlamda oldukça kullanışlı bir rol oynar. Ancak kapitalist düzenin devrimci bir durumla yüz yüze geldiği dönemlerde devlet, hiç de hukuka, soyut eşitlik ve özgürlüğe aldırmadan harekete geçer ve burjuvaziyi selamete çıkarmak için her yönteme başvurur. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi örneğinde görüleceği üzere, devlet, egemenlerin sopasıdır. Yükselen devrimci işçi hareketinin önünü kesmek amacıyla ordu harekete geçmiş, kapitalist sömürü düzeni kanlı bir şekilde tahkim edilmiştir. 12 Eylül faşist darbesinden sonra ordunun yanı sıra polis de, toplum üzerinde terör estirmiş, yüz binlerce insanı gözaltına alarak işkencelerden geçirmiş ve yüzlerce devrimciyi katletmiştir.

Günümüzde tüm dünyada, kriz ve emperyalist savaşın da etkisiyle gericilik, çürüme, akıldışılık burjuva düzeni tüm yönleriyle kuşatmış durumda. Özellikle 11 Eylül 2001’deki İkiz Kuleler saldırısından sonra “güvenlik” esaslı politikalara hız verilmiş, gelişmiş kapitalist ülkeler başta olmak üzere tüm dünyada polis devleti uygulamaları devreye sokulmuştur. Polise geniş yetkiler veren yasalarla birlikte, esasında olağanüstü rejimlerin temeli döşenmiştir. Daha da önemlisi, bilim ve teknolojinin devreye sokularak, toplumun tüm yönleriyle kuşatılması ve sürekli gözlem altında tutulmasıdır. Sokaklara, meydanlara, işyerlerine, tren ve metro istasyonlarına varıncaya kadar her alana kameralar yerleştirilerek toplum takip altına alınmış durumdadır. Bununla da yetinilmemekte, DNA’sına varıncaya kadar insanların tüm kişisel bilgileri devletin/polisin elinde toplanmaktadır. Yanı sıra, insanların telefon konuşmaları, e-mail ve SMS yazışmaları silinmemekte, kayıtlarda tutulmaktadır. Özetle, tüm topluma potansiyel suçlu muamelesi yapılmaktadır. Bir taraftan polisin fiziki varlığı ve baskısı, diğer taraftan toplumun sürekli bir şekilde izlenmesi ve potansiyel suçlu olarak görülmesi insanları paranoyaklaştırmaktadır. Kara ütopya yazarlarının betimlemelerine rahmet okutan bu umumi manzara, kapitalizmin çürümüşlüğünün manzarasıdır. İnsanlığın ileriye yürüyüşünde kapitalizm, kara bir ütopya olarak tarihte yerini almış bulunuyor.

Burjuvazi egemenliğini sürdürebilmek için, giderek artan oranda toplumun gözetlenmesine, insanların fişlenmesine ve sürekli kontrol altında tutulmasına ihtiyaç duymaktadır. Burjuva egemenliğinin baskı aygıtlarından biri olan polis de, toplumu tüm gözeneklerine kadar gözetleyerek bu ihtiyaca cevap vermektedir. Lafa geldi mi halkın polisinden dem vurulmaktadır, ama o halkın polis üzerinde hiçbir denetimi ve belirleyiciliği yoktur. Meselâ, Bilgi Edindirme Kanunu kapsamında açılan bir davada, polise, Hopa olaylarının Ankara’da protesto edilmesi sırasında ne kadar gaz kullandığı sorulmuş. Geçtiğimiz günlerde, Ankara Emniyet Genel Müdürlüğü, Ankara 12. İdare Mahkemesi’ne gönderdiği savunmada ne kadar gaz kullanıldığını açıklama gereği duymamış. Zira bu bilgi, “devlet sırrı” imiş ve üstelik de ne kadar gaz kullanıldığını soranların “niyeti kötüymüş!” İşte burjuva demokrasisinin sınırları bu kadar oluyor: Kitleleri bastırmak için kullanılan gaz bile “devlet sırrı” sayılıyor.

Devlet erkânı, burjuva ideologlar ve medya sürekli olarak suçtan söz ediyor ve suçun varlığı üzerinden polisi meşrulaştırmaya çalışıyor. Bugün elbette suç vardır. Ancak tecavüzü, hırsızlığı, cinayeti, uyuşturucu ticaretini, kaçakçılığı, toplumda şiddet olaylarını üreten bizzat çürüyen, sömürücü kapitalizm değil mi? Suçu ve suçluyu yaratan kapitalizm, beri taraftan da muhafızlarıyla, mahkemeleriyle, cezaevleriyle, özetle tüm devlet kurumlarıyla, doğurduğu garabeti kontrol altında tutmaya çalışmaktadır. Lakin işin böylesi bir boyutu olmasına karşın, kapitalist toplumda polis ya da ordu gibi şiddet aygıtlarının ana görevi değişmez: Sömürülenlerin ve ezilenlerin bastırılması ve kontrol altında tutulması! Burada tekil olarak polisten değil, kurumsal, devletin şiddet aygıtı olarak polisten söz ediyoruz. Yoksa polisin uzun saatler çalıştığı doğrudur. Ama bu, onun sömürü düzeninin muhafızı olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bu bakımdan, polisin sendika kurması, bu kapsamda örgütlenmesi ve hatta kimi polislerin devletin baskıcı zihniyetiyle özdeşleşmemesi durumu da bir şeyi değiştirmez.

Kapitalist düzende işçi-emekçi sınıfların çıkarlarını güden, tüm sınıf kesimlerine eşit uzaklıkta duran bir polisten söz etmek mümkün olamaz. Bu düzende polisin demokratikleşmesi, “şeffaflaşması” vb. söz konusu bile olamaz. Dolayısıyla bir zor aygıtı olan polis de, burjuva devletin alaşağı edilmesiyle birlikte ortadan kalkmak zorundadır. İşçi demokrasisinde ise, polise gerek olmayacaktır. Sınıfsız toplumun yolunu döşeyen işçi devleti, aslında kelimenin gerçek anlamında bir devlet değildir. Marx’ın ifadesiyle o sönümlemeye yüz tutmuş yarı bir devlettir ve bu yarı devlette polise ihtiyaç da yoktur. İşçi devletinde profesyonel ordunun ve polisin yerini halk milisi alacaktır. Tüm devlet görevlileri seçimle iş başına gelecek, denetlenecek, istendiği zaman ise görevden alınabilecektir. Paris Komünü deneyimi ve 1917 Ekim Devriminin ete kemiğe büründürdüğü işçi meclisleri (sovyet) olgusu, işçi demokrasisinin burjuva demokrasisinden ne denli üstün olduğunu gözler önüne sermiştir.

Bugün tüm dünyada kapitalist çürümeyle birlikte gericilik koyulaşmakta ve polis baskısı artmaktadır. Polis devleti uygulamaları her geçen gün toplumu daha fazla soluksuz bırakmaktadır. Bu nedenle, işçi sınıfı polis baskısına, anti-demokratik yasalara ve uygulamalara karşı mücadele görevini boşlayamaz. 

1 Mayıs 2012

İlgili yazılar