Dört Yıl Sonra 11 Eylül
Utku Kızılok, 15 Eylül 2005

Doğru politikalar doğru teorilerin ürünüdür!

11 Eylül’ün üzerinden dört yıl geçti. Geçen süre içerisinde dünyada birçok değişim meydana geldi veya daha büyük değişimlerin öncülleri yaratıldı. Afganistan ve Irak savaşları, nüfuz alanlarında meydana gelen değişiklikler ve İran’ın namlunun ucuna konması gelecek günlerin habercisidir. Gerçekten de, emperyalist-kapitalist dünya sistemi, ABD’nin başını çektiği kızışan emperyalist paylaşım kavgaları nedeniyle her geçen gün biraz daha yıkım yaratmakta ve insanlığı savaş anaforunun içine çekmektedir. Emperyalistler arasındaki mevcut statükolar sarsılıyor, nüfuz alanlarındaki hegemonya savaşı daha bir kızışıyor. Esasında İkiz Kulelerin alev ve dumanlar içinde çöküşü yeni bir dönemin açılışını temsil ediyordu. Dört yıl sonra bir kez daha olayları hatırlarken, solun 11 Eylül ve emperyalist savaş karşısında aldığı tutumu değerlendirmekte, gelecek günler için yarar var.

İşçi sınıfına doğru bir siyasal perspektif sunabilmek için, öncelikle olguları görmek istediğimiz gibi değil de, nesnel olarak ele almak ve Marksist bir incelemeye tâbi tutmak zorunludur. Devrimci politika teorinin somut gerçekliğe uygulanması, günlük hayatın diline çevrilmesidir. Böylelikle devrimci teori, düşünceler yığını olmaktan çıkarak devrimci bir eyleme dönüşür. Marksist bir teorik hatta sahip olunmadığı takdirde, doğru öngörülere de sahip olunamaz ve devrimci hareket kaçınılmaz olarak hatalı bir politik tutuma sürüklenir. Marksistler, olayların görünen kısmıyla yetinmeyip onun derinlerine inerek, titiz bir inceleme sonucunda gerçek eğilimleri belirler ve buna göre politik tutumlar alırlar. Eğer böylesi bir özenli yaklaşım gösterilmezse, alınacak politik tutumlar emekçi kitlelerin burjuvazinin kuyruğuna takılmasına yol açar.

Nitekim 11 Eylül sonrasında yapılan değerlendirmeler, Türkiye ve dünyadaki pek çok sol yapının ne denli yanlış bir kavrayışa sahip olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Esasında 11 Eylül’e yaklaşım konusunda solda üç eğilim öne çıktı.

Birinci eğilime göre yaşananlar bireysel ‘terörizm’ kapsamına girmekteydi ve işçi sınıfının mücadele yöntemleri arasında ‘terörizm’ yoktu; ayrıca başvurulan ‘terörist yöntemler’ daha kapsamlı devlet terörünü de tetikleyeceğinden meşru olarak telâkki edilemezdi. 11 Eylül’ün hemen ertesinde, tüm burjuva ideologları ve her fırsatta savaşı veya sözümona ‘terörizmi’ kınayan küçük-burjuva sulu gözlü entelijensiya takımı, ABD emperyalizminin bakış açısından bakarak yaşananları ‘terörizm’ olarak adlandırıp ABD’nin savaş borusuna selam durdular. Bu durum da, bireysel ‘terörizm’ konusunda sol cenahta nasıl bir bilinç bulanıklığı yaşandığının açık kanıtıydı.

İkinci eğilime göre emperyalist sistemin başı ABD emperyalizmi, onca gücüne ve yenilmez gözükmesine karşın evinde büyük bir darbe almıştı! İkiz Kulelerin yıkılması ABD’nin yenilebilir olduğunun açık bir kanıtıydı! Bu eğilim, Üçüncü Dünyacılardan Stalinistlere kadar uzanan tüm küçük-burjuva milliyetçi devrimci çizgiyi temsil ediyordu. Bunlara göre emperyalizm zaten ‘kâğıttan bir kaplandı’ ve yaşananlar da bunu kanıtlamaktaydı!

Üçüncü eğilim ise bu iki çizgiden de farklı bir değerlendirme yapan enternasyonalist komünist eğilimdi. Enternasyonalist komünistler, 11 Eylül’le birlikte yaşananları ‘terörizm’ yaftasıyla kınayanların korosuna katılmadıkları gibi, İkiz Kulelerin çökmesini ABD’nin ‘ağır darbe’ alması biçiminde değerlendiren yorumlara da karşı çıkmışlardır. Büyük bir savaş başlatmak üzere harekete geçen ABD emperyalizmi, 11 Eylül ‘mağduriyetini’ bu hedefe varmak amacıyla bir fırsat olarak kullanmıştır. SSCB’nin çökmesiyle küresel düzeyde hegemon bir konuma yükselen ABD emperyalizmi, karşısına dikilmeye başlayan rakipleri güçlenmeden onları hizaya sokarak küresel düzeydeki hegemon konumunu sürdürmek ve öte yandan açılan yeni yatırım ve pazar alanlarına ve enerji kaynaklarına ulaşmak üzere bir savaşa hazırlanıyordu:

“İşte 11 Eylül saldırıları, bu yolda büyük bir mertebe sıçraması ve kesin bir dönüm noktası olmuştur. Burjuva yorumcular bu hususta yalan söylemiyorlar. Aslında ‘yeni dünya düzeni’ baba Bush tarafından ilân edilirken, bir on yıl sonra ‘teröre karşı uzun savaşın’ yavru Bush tarafından ilân edilmesi bile, o günlerle bugünler arasındaki sürekliliğin simgesel bir ifadesidir. Bu saldırılar solun geniş kesimlerinin şevkle ilân ettiğinin aksine Amerikan kapitalizminin aleyhine değil tamamen onun lehine saldırılardır. Solun küçük-burjuva anti-emperyalizm anlayışı ve sığlığı bunu görmesine engel oluyor.” (Deniz Moralı, ‘Yeni Dünya Düzeni’ ya da Yeni Emperyalist Paylaşım)

Böylelikle ABD emperyalizmi, ‘uluslararası burjuva hukuk’ gereği, saldırıya uğramaktan kaynaklanan karşılık verme hakkını bir emperyalist savaş fırtınasına çevirdi. Tüm rakip emperyalistler, ABD’nin tez elden başlatmış olduğu savaş karşısında hazırlıksız yakalandılar ve adeta acze düştüler. Baskın bir savaşın gerekçelerini daha gökdelenler çökmeden, ABD emperyalizminin sözcüleri patlayan flaşlar eşliğinde açıklıyorlardı: ‘ABD saldırı altındadır ve sonsuz bir savaşa girilmiştir.’ Savaşın hedefi belirsiz, kendisi ise sonsuzdu! ABD emperyalizmi canı istediği gibi, günü geldiğinde savaşın hedeflerini planlarına göre açıklamak istiyordu. Böylece herkes ve her şey bir gecede düşman ilan edilebilirdi. ‘Uluslararası terörizm’ ise, gerçek hedeflere ulaşmak üzere kullanılacak demagojiydi yalnızca. 11 Eylül, gerçekten de yeni bir sürecin önünü açmıştı: “Dünya çapında patlayıcı çelişkilerle yüklü, büyük toplumsal ve uluslararası çalkantılar, savaşlar, iç savaşlar ve devrimlerle karakterize olacak yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bunun bütün işaretleri mevcut. Üstelik burjuvazi de bunun farkında. O nedenle tüm hazırlıklarını yapıyor. Dünya bir bütün olarak, bir savaş öncesini andıran sinyaller vermektedir. Kapitalizmin barbar doğasını bilen Marksistler için bu anlaşılması hiç de zor olmayan bir şeydir. (Deniz Moralı, age)”

Meselelere Marksist bir perspektiften bakarak olayların altındaki karmaşık süreçleri, iç eğilimleri ve çeşitli veçheleri diyalektik bir bütünlük içinde ele almadığımız müddetçe, doğru bir politik tutum da alınamaz. Emperyalist savaşın gelişimi ve büründüğü görünümler enternasyonalist komünistlerin öngörülerini ve politik tutumlarını doğrulamaktadır.

Savaş ve savaşa karşı tutum

ABD emperyalizmi tez zamanda, ‘uluslararası terörizm’e karşı savaşma bahanesini ileri sürerek bir hışımla soluğu Afganistan’da almıştı. Daha Afganistan’a karşı savaş tamtamları çalarken, ABD sözcüleri bir taraftan da Irak şarkısını dillerine dolamışlardı. Böylelikle Afganistan’da savaş başlar başlamaz Irak’ın ikinci sırada olduğu açıklandı ve bu süreç içerisinde ABD, uluslararası burjuva hukuk çerçevesinde, yani BM gibi kurumlar nezdinde meşruiyet aramaya girişti. Unutmamak gerek ki, emperyalistler arası hegemonya savaşı her düzeyde, her araçla aralıksız sürdürülür. Almanya ve Fransa, savaş karşıtı pozlara girerek ABD’nin BM’den kendi savaşına bir meşruluk kılıfı sağlamasına izin vermediler. ABD emperyalizmi, burjuva diplomasisinin ikiyüzlü maskesini bir kenara fırlatıp atarak savaş makinesini harekete geçirdi; böylece BM gibi kurumların emperyalistler arasındaki çelişkiler keskinleştiğinde barışın teminatı olduğu düşüncesinin bir yalandan ibaret olduğu bir kez daha ortaya çıkmış oldu.

Avrupalı emperyalistlere göre ABD’nin başlatmış olduğu savaş, BM’nin onayından geçmediği için meşru değildi. Fakat, Almanya ve Fransa’nın, ABD emperyalizminin saldırgan politikalarına karşı koyabilecekleri askeri/siyasi güçleri olsaydı, kuşkusuz onlar da savaşa karşı çıkmayacak ve bizzat savundukları burjuva hukuk meşruluğunu kendileri de parçalayacaklardı. Bunu hatırlatmamızdaki amaç, Avrupa’da ve dünyanın birçok ülkesinde başlayan savaş karşıtı hareketin de, BM onayını öne çıkaran, uluslararası (yani burjuva) hukuk aldatmacısına boyun eğen bir ‘savaşa hayır’ çizgisi tutturmuş olmasıdır. Afganistan savaşına karşı çıkmayla başlayan, Irak savaşı öncesi doruk noktasına ulaşan ve savaş başladığında çözülüp dağılan savaş karşıtı gösterilerin baskın karakteri maalesef burjuva pasifizmi idi.

Böylece, sınıfsal içeriği boşaltılmış genel bir savaş karşıtlığının, burjuvazi ve proletarya olarak iki sınıfa bölünmüş kapitalist toplumda burjuvazinin değirmenine su taşımaktan başka bir işe yaramayacağı şeklindeki Marksist tez bir kez daha doğrulanmıştır. Savaşı hangi sınıf veriyor? İşçi sınıfının devrimci önderi Lenin, Birinci Emperyalist Savaş başladığında ilk olarak bu soruyu sorar. Ve ekler; ‘savaşın nedeni nedir’, ‘savaşın amacı nedir?’ Marksistler, esasında kapitalist toplumda gerçekleşen tüm olaylar karşısında meseleye sınıflar mücadelesi ve işçi sınıfının yakın ve uzak çıkarları açısından bakarlar. İşçi sınıfının bilinçli önderleri olan komünistler, burjuvazinin tüm planlarını, strateji ve taktiklerini teşhir ederek işçi sınıfını devrimci bir çizgide mücadeleye sevk etmekle görevlidirler. Emperyalist savaşa karşı Marksist bir tutum takınmak gerekliliği, kapitalist düzeni yıkma nihai hedefi ile ilgilidir; savaş karşısında ayrı tutumlar ayrı sınıfların çıkarlarını ifade eder:

“Pasifistlerin unuttuğu gerçek, sınıflı bir toplumda yaşadığımızdır. Bu gerçekte öyle bir toplumdur ki, bağrında derin bir sınıfsal bölünmeyi taşır. Böyle bir toplumda farklı ve dahası birbirine karşıt çıkarları olan sınıflar arasında bir mücadele kaçınılmazdır. Bu mücadelenin kendisi düpedüz bir savaştır, sınıf savaşıdır. Küçük-burjuva reformistleri ve pasifistler bu gerçeğin üzerini örtmeye ne kadar çalışırsa çalışsınlar, aslında proletaryanın devrimci öncüleri ve elbette ki burjuvazi bunun pekâlâ bir savaş olduğunun farkındadırlar. Bu nedenle her türlü savaşa karşı çıkmak demek, proletaryanın son derece haklı olan, kapitalist düzene karşı savaş hakkına da karşı çıkmak demektir. Ve böylece pasifistler, proletaryaya, sermaye düzeninin ona dayattığı koşulları kabul etmekten başka hiçbir çıkar yol sunmayarak, aslında burjuvazinin çıkarlarının temsilcisi olduklarını açığa vururlar.” (Özgür Doğan, Emperyalist Savaş ve Marksist Tutum)

2003’ün ilk çeyreğinde milyonlarca kişinin katıldığı ve gerçek bir sınıf perspektifine sahip olmayan savaş karşıtı gösteriler, reformist ve pasifist bir içeriğe sahipti. Türkiye de dahil olmak üzere dünya solunun büyük bir kısmı, yani yukarıda saydığımız ilk iki eğilim, savaşa karşı tutum noktasında bağımsız sınıf perspektifinden hareket etmedi. Diğer taraftan, bu gösterilerde savaşın gerçek kaynağına inilmediği için kitlelerin bilinçleri bulandırıldı. Savaşın nedeni, kapitalist düzenin içine düştüğü iktisadi kriz ve emperyalistlerin nüfuz alanları üzerindeki hegemonya mücadeleleri olmaktan çıkartılıp, sanki liderlerin kişisel tercihleri ya da aptallıklarıymış gibi gösterildi. Sol liberallerin öncülüğünü yaptığı ve küçük-burjuva devrimcilerin de peşine takıldığı bu yaklaşım, Avrupalı emperyalistlerin de üzerinde yürüdüğü minvaldi.

Irak savaşı ve Vietnam benzetmesi

Savaş karşıtı hareket, ABD saldırganlığına karşı çıkmaktan ileri gidemedi. Stalinistinden Troçkistine ve Üçüncü Dünyacısına kadar geniş bir yelpaze, ABD’ye karşı Afganistan ve Irak’taki yönetimleri destekledi. Yani büyük ve gelişmiş bir kapitalist ülkeye karşı, daha küçük bir kapitalist ülkenin desteklenmesi! Emperyalizmi bir dünya sistemi ve ülkeleri de bu hiyerarşik sistem içinde yer alan ‘ileri, orta ve az gelişmiş’ kapitalist devletler olarak kavramayan bu yaklaşım, böylelikle ABD emperyalist burjuvazisine karşı Irak burjuvazini destekleyerek sözde anti-emperyalizm yapmaktaydı!

Elbette ki ABD’nin başlattığı savaş haksız bir savaştır; ancak ABD emperyalizmine karşı savunulması gereken Irak kapitalist devleti olamaz. Ayrıca ABD’nin başlatmış olduğu savaşa karşı Afganistan ve Irak’ta Taliban ve Baas güçlerinin yürüttüğü mücadeleyi anti-emperyalist mücadele olarak değerlendirmek Marksist bir yaklaşımla bağdaşmaz.

Enternasyonalist komünistler, ABD’nin başlattığı savaşa karşısında, örneğin Irak işçi sınıfının kendi burjuvalarının peşine takılmasını değil, emperyalist güçlere fiilen karşı çıkarken burjuva iktidarını da alaşağı etmek ve kendi sovyet iktidarlarını kurmak üzere mücadele etmeleri gerektiğini savunmuştur. Bu, haksız savaşlara karşı, Paris Komünarlarından Bolşeviklere taşınan ve Ekim Devriminden günümüze aktarılan gerçek proleter şiardır. Kapitalist düzeni hedef almayan hiçbir şiar anti-emperyalist olamaz. Gerçek anti-emperyalizm, savaşa karşı sınıf savaşını yükseltmekten, kapitalist düzeni alaşağı ederek emperyalist savaşın kaynağını ortadan kaldırmaktan geçer.

Dikkat çekilmesi gereken diğer bir nokta, işgal ve ilhak durumunda ortaya çıkan ‘ulusal sorun’un mahiyetine ilişkindir. Böylesi bir durumda ortaya bir ulusal sorun çıkmışsa da, işçi sınıfı asla burjuvazi ile aynı cephe içinde yeni bir burjuva ulus-devlet için, veyahut eski burjuva devletin restorasyonu hedefiyle savaşım yürütmez. Kolonyalizmden Emperyalizme adlı çalışmasında Elif Çağlı, ‘Irak örneğinin açıkça sergilediği gibi, emperyalist güçlerin haksız ve zalim askeri müdahalelerinden kurtuluşun yolu; ‘mazlum’ rolünü oynayan gaddar burjuva iktidarın desteklenmesinden ve neticede bu iktidarların sürekli kılınmasından geçmiyor’ (s.74) derken, Lenin’in Belçika üzerine yürüttüğü tartışmaları ve Paris Komünü örneğini hatırlatıyor:

“Bir işgal ya da toprak ilhakı gerçekleşti diye, Belçika gibi bir ülkede, onca yıldır proletaryanın düşmanı olan burjuvazi gerici bir sınıf olmaktan çıkıp görece ‘ilerici’ bir konum kazanacak değildi. Bu nedenle, kapitalist ülkelerde ortaya çıkabilecek bu türden ‘ulusal sorun’lar karşında komünistlerin görevi, ulusların kaderini tayin hakkını tıpkı Paris Komünü örneğinde olduğu gibi savunmak, yani bu tür sorunların çözümünü doğrudan proleter devrime bağlamaktır. Dolayısıyla, kapitalist bir ülkenin işgale uğraması veya bir toprak ilhakının gerçekleşmesi, proletaryanın önüne devrimci hegemonyasını savaş koşullarında kurabilmesi görevini çıkartır. Yani proletarya, emekçi kitleleri ulusal bir başkaldırıya iten böyle bir ortamdan yararlanabilmeli, ‘yurt savunması’ diyerek ayağa kalkan kitlelerin önderliğini ele geçirebilmeli ve böylece onları toplumsal devrime yöneltmelidir.” (Tarih Bilinci Yay., s. 72)

Bağımsız sınıf siyasetinin mevzilerinde inatla direnmedikçe, gelişen olayların devrimcileri istemedikleri politik tutumlara sürükleyeceği aşikârdır. ABD emperyalizmi karşısında Afganistan ve Irak kapitalist devletlerini destekleyen aynı hatalı sol tutum, bu kez de Irak’ta gelişen anti-Amerikancı direnişi anti-emperyalist ilan ederek onun kuyruğuna takılmış ve ABD’nin Vietnam’daki gibi bir bataklığa gömüldüğüne kani olmaya başlamıştır. Oysa açıktır ki, ABD’ye karşı Irak’ta verilen direnişin siyasal içeriği asla anti-kapitalist bir temele oturmamaktadır. Direnişin başını çeken güçler, esas olarak ABD emperyalizminin ülkeyi işgal etmesiyle ayrıcalıklarını yitirmiş ve üstelik kurulan iktidardan pay alamamış Sünni veya şii Arap burjuva kesimlerdir. Söz konusu burjuva kesimlerin direniş hareketi, Kürt halkının Arap boyunduruğu altında kalmasını savunurken, işçi sınıfına ve onun öncüsü komünistlere karşı amansız bir düşmanlık beslemektedir.

Ne var ki aceleci küçük-burjuva sol yaklaşım, ABD’nin Irak’ta, aynı Vietnam’daki gibi bir bataklığa gömüldüğünü ilan ediverdi. Onlara göre benzeri tarihsel bir süreç yaşanmaktaydı. Oysa durum hiç de böyle değildir. Elif Çağlı, bu tarz benzetmelerin ne gibi hatalı sonuçlara yol açacağını özlüce anlatıyor:

“Liberal basın Vietnam benzetmesinden yola çıkarak Irak’ın ABD için bir bataklığa dönüştüğünü yazıp duruyor. Sosyalist basının bir bölümü de bugünkü gerçek koşulları irdelemeksizin bu kervana katılıyor. Ortada henüz böyle bir durum yokken, sanki halkların Amerikan emperyalizmine karşı gerçek bir şahlanışı söz konusuymuşcasına bir direniş edebiyatı geliştirmek, hem kitleleri yanıltmak hem de gerçekleri tamamen hafife almak demektir. Vietnam örneğindeki gibi bir halk örgütlülüğünün ve savaşının olmadığı koşullarda bile Irak ABD için çok kolaylıkla bataklık haline gelebiliyorsa, o takdirde onca örgütlenme çabasına, onca savaşma azmine ve fedakârlığına ne gerek olurdu? Gerçekleri çarpıtmamak ve işçileri, emekçileri gerçekler doğrultusunda mücadeleye hazırlamak proleter devrimciliğin en temel gereğidir. şunu bilmeliyiz ki, neredeyse yalnızca sol dergi sayfalarını bezemeye yarayan ve gerçek dünyada karşılığını bulamayan bir direniş edebiyatının işçi sınıfının mücadelesini ilerletmeye hiçbir yararı olamaz.” (İstanbul’daki Saldırıların Ardında Yatan Gerçekler)

Irak’ın bir Vietnam bataklığı olmadığı ve yürüyen direnişin de anti-emperyalist bir içerikten yoksun olduğu açıktır. Irak proletaryasının görevi, tüm burjuva kesimlerden bağımsız örgütlenerek emperyalist işgale karşı mücadeleyi kapitalist düzeni alaşağı etme perspektifiyle yürütmektir. Irak’ta başlayacak ve sovyetik bir iktidarla taçlanacak bir proleter devrim, tüm Ortadoğu’da devrimci fırtınaların esmesine ve Ortadoğu İşçi ve Emekçi Sovyetleri Federasyonunun önünün açılmasına vesile olacaktır. Emperyalistlerce savaş çıkmazına sürüklenmiş Ortadoğu halklarına gerçek barış ve kardeşliği ancak bir proleter devrim ve Sovyetik bir iktidar getirebilir.

İlgili yazılar